8 Şubat 2014 Cumartesi

MUHAFAZAKARLIK VE MİRAS

Türkiye'de muhafazakarlık büyük ölçüde Batılılaşma süreciyle birlikte toplumca kapıldığımız birçok tereddüt ve bocalamanın kültürel, siyasal ve ahlaki alanlardaki bir ifadesidir. Eski ile yeni, geçmiş ile gelecek, Doğu ile Batı, modernlik ile gelenek arasında yaşanan bu tereddüt ve bocalama hali, yaşadığımız coğrafyanın iki yüz-iki yüz elli yıldır içinde bulunduğu hem siyasal hem kültürel hem de ekonomik kriz ve tereddilerin, toplumca girdabına kapıldığımız o büyük kendine güvensizliğin dolaysız bir yansıması ve sonucu iken muhafazakârlığı, sınırları önceden tayin ve tespit edilmiş bir siyasal anlayışa indirgeyip incelemek bir hayli güç olsa gerektir. Batı'da Fransız devrimine verilen siyasal tepkilerden en önemlisi olmasına karşın Türkiye'de muhafazakarlığın siyasal olmaktan çok, ahlaki ve kültürel kurum ve örüntülerin korunmasına dönük ve bu bakımdan siyasal ima ve içerimleri daha düşük düşünceler manzumesine delalet etmesi ilgi çekici ve üzerinde daha ayrıntılı olarak düşünülmeyi hak eden bir durumdur. Elbette bu sav muhafazakârlığı bir siyasal düşünceler manzumesi ve siyasal bir akım olmaktan çıkarmaz, ancak onun Türkiye'deki alımlanış biçimlerinin bu coğrafyada bizatihi siyasallığa atfedişlen kötücül niteliklerden bağımsız olmadığını vurgulamaya yarar. Muhafazakârlık, büyük ölçüde, siyasallığın ve siyasetin kötülendiği bir toplumsal vasatta asıl muhtevasına kavuşan, bu kötülemelerin politik rantını yiyen bir siyasal anlayıştır. Bu bakımdan, muhafazakârlık, siyasal eylemliliğe karşı toplumsal, tarihsel ve kültürel boyutları da haiz bir "pratik-atıl"ın hükümranlık alanında kendini evde saymanın rahatlatıcılığına delalet eder. Türk muhafazakârlığının önemli esin kaynaklarından olan Henri Bergson'un "süre" anlayışı ile Sartre'ın Marksist tarih kuramına bir katkı olarak geliştirdiği "pratik atıl" kavramı arasında önemli bir epistemolojik akrabalık vardır. Beşeri eylemliliğin üzerinde iş gördüğü pratik atıl ile bu eylemliliğin gerçekleşmesi için gerekli "süre" arasındaki bu epistemolojik süreklilik Türk muhafazakarlığının beşeri eylem ve deneyime atfettiği yeri görmek bakımından önemlidir.
Felsefi, sosyolojik, politik saikleri her ne olursa olsun, muhafazakârlık Türk siyasetinde sağcılığın önemli bileşenlerinden biri olmuşsa bunun sebebi onun sadece yeni karşısında eskinin, modernlik karşısında geleneğin, Batı karşısında Doğu'nun, "gurbet/sokak" karşısında "sıla/ev"in, kısaca gündelik hayat ve deneyimlerimizde sık sık karşımıza çıkan pratik atılın bir temsilcisi ve sözcüsü statüsünü edinmesinden kaynaklanmaz; bu sebebin de ötesinde, muhafazakârlığın böylesi bir statüye sahip çıkmanın getireceği trajik bilinç ve yüke katlanamayan “zayıf” bir fikri örgüyü, belki de hissiyatı temsil etmesi yer alır. Muhafazakarlık, bir bakıma, Türk sağının estetik vicdanıdır. Türk muhafazakârlığının, siyasal karar mekanizmalarına aktif bir şekilde katılmada yaşadığı sıkıntı, tereddüt ve acziyetleri estetik planda bir zafere dönüştürme girişimlerinde son derece maharetli oluşu bu yüzden bir tesadüf sayılmamalıdır. Polemikçi, tartışmacı ve itiraz üretici nitelikleri birçok bakımdan Türk solcularını andırır. Gerçekte, bu nitelikler de pratik-atılda içerilen direngen potansiyelin estetik bir dışavurumu sayılsa gerektir. Bununla birlikte bu dışavurumlar siyasal yönsemeleri öncelemekten çok kültürel ve estetik üretimleri beslemeye matuftur. Yeri geldikçe Türk muhafazakârlığı siyasalı bile estetize etmekten çekinmez.
Türkiye’de temelde ister sol ister sağ yönelimlere sahip olsun, herhangi bir siyasal anlayışın saf ve billur bir halde ortaya çıkmadığı, sürekli başka siyasal ve toplumsal faktörlerle iç içe geçip onlarla etkileşime girdiği iyi bilinen hususlardandır. Sağ siyasal yaklaşımlar içinde muhafazakârlığın edindiği mümtaz konum, onun diğer sağ pozisyonlara sağladığı toplumsal, tarihsel, kurumsal ve ahlaki çerçeveler ile örüntülerin bu estetik vicdanın zikredilen alanlardaki yargılarını doğrulamasından, onlara belli bir tutarlılık ve geçerlilik temin etmesinden neş’et eder. Türk siyasal hayatının özgün biçimlenişi haricinde Türkiye’de Batı’daki anlamıyla saf ve tipik bir Muhafazakâr Parti’ye rastlanmayışının temel sebeplerinden biri de budur. Muhafazakârlık, Türkiye’de kâmil manasıyla siyasal bir oluşum olmaktan çok estetik ve ahlaki bir duygulanımı ifade eder. Bundan dolayı, siyasal alanda liberal-muhafazakâr ya da milliyetçi-muhafazakâr yaklaşımlardan rahatlıkla bahsedebiliriz; ancak, saf ve billur bir muhafazakâr tutum teoride mümkün olsa bile pratikte kendisine hiç ihtiyaç duyulmayan bir oluşuma işaret eder.
Birçok sosyolojik çalışmada muhafazakârlığın önemli bir toplumsal adresi ve kaynağı olarak kurumsallaşmış din de zikredilir. Özellikle hızlı toplumsal değişimlerin ve krizlerin yaşandığı dönemlerde dinin dünya-kurucu ve beşeri eylemliliğe aşkın bir anlam tedarik edici ya da bahşedici yönleriyle bu toplumsal değişimlerin/krizlerin hercümercine karşı bireylere önemli dayanak noktaları sağladığı inkar edilemez. Bu bakımdan kurumsal din, kültürel tahayyül ve gelenekler yukarıda bahsi geçen pratik-atılın yoğunlaştığı önemli damarlardandır. Batılılaşma ve modernleşme süreçlerinin geleneksel, kültürel ve ahlaki kurum, çerçeve ve örüntüler üzerindeki tahripkâr etkileri karşısında bunalan zihinlerin, “karar verme”nin güçleştiği bu gibi dönemlerde siyasal açıdan tam bir kararsızlık ideolojisi sayılması gereken muhafazakârlığa bel bağlamaları bundan dolayı anlaşılabilir bir şeydir; fakat kurumsallaşmış biçimiyle bile kökeninde trajik bir “karar”ı cisimleştiren dinle muhafazakarlık arasında siyasal bakımdan ne tür bir koşutluk tespit edilebilir? Kanaatimizce bu tür bir koşutluk, ancak bu kararın olası sonuçlarının deneyimlenme düzleminde, yani sentimental/ahlaki bir düzlemde gözlemlenebilir. Muhafazakârlık trajik kararın özünü sonuçlarına indirgeyerek temellük eder. Bu durum da muhafazakâr tutumu temelde duygusal bir yatırım formuna hasreden analiz biçimlerine başka bir haklılık payı tanımamızı gerektirir.
TÜRK MUHAFAZAKÂRLIĞI
Batılılaşma ve modernleşme ile birlikte yaşadığımız kopuşun sızısını en iyi hissedenler büyük ölçüde Türk muhafazakârlarıdır. Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa gibi Türk muhafazakarlığının önemli simalarına sirayet etmiş nostalji bu sızının en iyi alametidir belki de. Bu figürlerin vermiş oldukları eserlerde geçmişin ağrısı sürekli hissedilir. Batılılaşma ve modernleşme ile yaşadığımız kayıp kabullenilmiştir gerçi; o yoktur artık, ama onun yerini tutacak olan da bir türlü ortalıkta görünmemektedir, yeninin büyük bir umutla vaat ettiği “muasır medeniyetler seviyesi” pek uzaktadır şimdilik: tam bir fetrettir yaşanan. Eskinin kalıntılarıyla avunulur, onun tortulaşmış biçimlerine ruh üfürülmeye çalışılır (bunun en güzel örneği elbette Yahya Kemal’in Eski Şiirin Rüzgarıyla’sıdır); ama beyhude bir çabadır bu ve bu beyhudelik her deneyimlenişinde kişiye “kurban” olduğu duygusunu yaşatır. (Tanpınar’ın Huzur romanındaki Mümtaz’ın kendilik algısı bunu yeterince açımlar. Mümtaz, sevdiği kadın olan Nuran’la her konuşmasında bir başkasının, İhsan’ın malzemesini kullandığını acıyla fark eder çünkü). Yeni ile olan ilişkileri de ikirciklidir Türk muhafazakârlarının; muhafazakârlığın itiyaden yatkın olduğu sezgisel ve patetik biçim ve yordamlar sayesinde, Kemalist modernist projenin muhayyelliğinin farkındadırlar; Tanzimat’tan beri bütün entelektüel mahfillerde fink atan Garp Mukallidi Züppe’nin taklitçiliğinin eğreti konumunu ve aşırı yanlarını tastamam tespit etmişlerdir, hatta taklitçiliğe dayalı bu tutumlardan iğrenmektedirler de; öte yandan, bütün tavır ve davranışlarıyla yeninin galebe çaldığı bir geçmişi cisimleştiren Yobaz da değillerdir; ama, yine de, belki de yapılabilecek başka bir şey olmadığını düşündükleri için, yeniye katılmaktan kendilerini alamazlar. Şerif Mardin’in de bir vesileyle tespit etmiş olduğu gibi kültürel pratiklerinin büyük bir bölümüne karşı çıktıkları yeni rejime, maziden kalma bir alışkanlıkla olsa gerek, siyasal açıdan ellerinden gelen desteği verirler. Böylece onlar da Batılılaşma sürecinin mukallitler kısmında yer almayı, kendileri bunu pek istemeseler de, sürdürmek zorunda kalırlar. (Peyami Safa’nın Türk İnkılabı’na Bakışlar’da tutturduğu görece eleştirel söylem de bundan azade değildir. Keni kendini çökerten bir eleştirellik olarak algılanmaya son derece müsait yanlarıyla muhafazakar düşüncenin kötücül siyaset karşısındaki acziyetinin en önemli belgelerinden biri olarak okunabilir bu kitap.),
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ülkedeki en etkili fikri akım olan Bergsonizmin bir yansıması da olsa, Yahya Kemal Beyatlı’da, Ahmet Hamdi Tanpınar’da süreye (dureé) ve sürekliliğe yapılan bütün o estetik vurgular toplumca yaşadığımız hafıza ve miras kaybının semptomatik bir görünümüdür neredeyse. Türk muhafazakârlarının çokça prim verdikleri keder, hüzün, melal duygulanımlarının bir sebebi de budur: kayıplar karşısında yas ile melankoli arasında salınan bu halet-i ruhiyedir.
MUHAFAZAKARLIK VE MODERNLEŞME
Gelenek kavramını, modern muhafazakar siyasal söylemlere babalık etmiş olan Edmund Burke’nin kavramlaştırdığı ve zihinlerimize yerleştirdiği şekliyle Kabul edecek olursak epey problem yaşayacağımız söylenebilir. Burke’nin ve takipçilerinin geleneği akıl ile karşıtlık içinde düşünmeleri onların Aydınlanma projesinin negatif sürdürücüleri olmaktan kaynaklanmaktadır. Geleneğin “istikrar”ını çatışma ile karşı karşıya koymaları, herhangi bir geleneğin çatışmanın sürekliliğini cismanileştiren canlılığını hesaba katmayıp ihmal etmeleri sonucunu doğurur. Tarih yazımı tartışmalarından da iyi bilmekteyiz ki her türlü gelenek ve her türlü tarih şimdinin bir geleneği ve şimdinin bir tarihidir. Biz, daha çok bize kadar gelen bir şeyin geçmişini merak ederiz. Bu açıdan geleneğin bir icat olduğunu ileri süren Marksist tarihçi Hobsbawm büyük ölçüde haklıdır. Sosyal teorideki geleneksel toplum tasavvurları çoğu kez şimdiki modern durumumuza bir köken ve kontrast oluşturan bir geçmiş arayışından doğmuşlardır.
Bu açıdan, İslam düşüncesinin geleneğini ve bize bıraktığı mirası konu edinmek onun şimdiki durumunu konu edinmekle büyük ölçüde örtüşür; daha doğrusu biz, İslam düşüncesinin geleneğini onun şimdiki durumunu rahatça tartışabilmek için konu edinmekteyizdir. Bu hususun farkında olmak bize en azından üzerinde hareket ettiğimiz düşünümsel zeminin nitelikleri hakkında zaman zaman ihtiyaç duyacağımız bir iç görü sağlayacaktır. Bu iç görü, aynı zamanda, modern İslam düşüncesi içindeki modernist kanadın hatalarına da ışık tutar. Onlar da geleneği geleneği kapanmış, miadı tükenmiş bir oluşum olarak ele alma temayülündedirler. Bu gelenek hiçbir canlılık emaresi göstermez. Aksine Müslümanların modern dünyayla ve onun şartlarıyla hesaplaşabilme ve/veya uzlaşabilme çaba ve imkanlarını sürekli tehdit eden, onların gerçekleşmesini/aktüelleşmesini engelleyen bir ayak bağı işlevini deruhte eder. Oysa, ne modernite ne de gelenek, kendi içlerinde, birbirlerine kapalı ve bu kapalılık içinde bütünselleştirilebilen birer fikri yapıdırlar. Onlar sürekli yeni bir şeylerin ilave edildiği, böylelikle tekamül eden birer yazı olarak ele alınabilirler. İyi bilinen bir örneği tekrar etmek gerekirse geleneğin her yorumu yeni bir gelenek oluşturur; bir öncekine bağlı ve fakat ondan farklı bir gelenek. Aynı şeyleri modernite için de tekrarlayabiliriz. Modernliğin kendini her stabilize etme girişimi onda yeni bir çatlağın oluşumuna yol açar. Öyle ki artık yenilik istencinin kendisinin yeni olmadığı bir evreye gireriz. Meksikalı şair Octavio Paz’ın deyimiyle modernlik böylelikle “kendine karşı gelenek” olarak adlandırılabilir.
Böylelikle modernlik ve gelenek sorununa karşı takındıkları tavra bakarak gelenekçi muhafazakârlar ile modernist muhafazakârları ayırt edebiliriz. Bilhassa gelenekçi muhafazakârların tarih bilincine ve tarihsel sürekliliğe yaptıkları şiddetli vurguların temelde estetik bir yönelime sahip olduğunu iddia ederken aynı zamanda onların siyasal herhangi bir ima ve içerimi şimdilik kaldıramayacak bir niteliği haiz, dönüştürücü ve sağaltıcı olmaktan çok, deyim yerindeyse gergin ve “gerici”, bütünlüklü bir benlik algısını engelleyici bir mahiyete sahip olduklarını da iddia etmiş oluyoruz. Bu noktada Türk muhafazakârlarının en önemli sorunu, onların hem geçmişi hem geleneği hem de onlardan şimdiye tevarüs eden şeyleri sadece empatik zeminde kalarak bütünleştirmeleri, hatta belki de sadece bütünleştirmeye yeltenmeleridir. Geçmişi ve geleneği kendi içinde tutarlı, hiç bir dahili çelişki ve farklılık taşımayan statik bütünlükler olarak tahayyül etmeleri muhafazakârların tarih bilincine ve tarihsel sürekliliğe yaptıkları vurguların altını oyan bir işlevi havidir. Her ne kadar Türk muhafazakârlığının oluşumsal tarihinde kendine pek bir atıf yapılmamışsa da Edmund Burke’ün gelenek tasavvuru ile Türk muhafazakarlarının gelenek tasavvuru bu açıdan birbirine epey yakındır. Belki de geçmiş ile geleneğe münhasır hesabın bu şekilde arkasında herhangi bir siyasal (burada geçmiş ve geleneği okuma biçimlerine içkin bir siyasete işaret etmesi bakımından “siyasal” sıfatını kullanmaktayız) “açık” bırakmadan kapatılması, geçmiş ile geleneğin realitede de hitama ermelerinin ve ortadan çekilmelerinin en önemli müsebbibidir. Geleneğin kendi içinde taşıdığı mükemmelliğe yapılan bütün o duygusal yatırımlar bugüne ilişkin taşınan endişe ve kaygıların dolaysız bir sonucudurlar. Ayrıca, her ne kadar mazi ile atiyi bitiştiren bir bütünlük formu içinde deneyimlenmeye çalışılsa da, “şimdi” hep gelip geçici, arızi, son kertede içinde herhangi bir hakikat payı taşımayan bir durum olarak kavranır. Bugüne ait bir üretim olarak benlik de bu sebeple şimdiye, onun olaylarına bir türlü katılamaz, zamanın ne içinde ne de dışındadır.
Elbette, gelenekçi muhafazakarlığa tam zıt bir pathosla da olsa pür rasyonalist-modernist muhafazakarlığın gelenek eleştirileri de benzeri bir kavramsal ekonominin sıkıntılarını bünyesinde taşımaktadır. Bu anlayışa göre, bugün yaşamak zorunda kaldığımız bütün kötülüklerin kökeninde gelenek ve ona özgü eylem ve davranış örüntüleri yatmaktadır. Modernist İslamcılığın birçok versiyonu geleneksel dinsel algıları eleştirirken, eleştirdikleri geleneksel-muhafazakar tavırların kapanmacı geçmiş ve gelenek algısını ve bu algıya eşlik eden katı monolitik bir dilselliği en azından leit-motive olarak sürdürürler. Bu yaklaşımların gelenekçiliğin şerhçi ve haşiyeci tutumuna karşı önerdikleri metinsellik tarzı son tahlilde şerhi ve haşiyeyi mümkün kılan ethosun da bir inkarını içerir. Ancak, bununla birlikte, şerhi ve haşiye geleneğinin bizatihi gelenekçiliğin metin anlayışında yol açtığı içkin bir farkın üstünü de böylelikle örtmüş olurlar. Bundan dolayı, son kertede, gelenekçi metin tahayyüllerine teslim olmaktan kurtulamazlar. Dolayısıyla bu yaklaşımlar, gelenekçiliğin tümleşik ve statik metnine karşı başka bir tümleşik ve statik metin anlayışını temsil etmeye başladıkları için (üstelik, geleneksel tefsir yöntemlerinin lafzi-parçacı olmasını eleştirerek deyim yerindeyse metnin bütünselliğini icat ve tesis etmeleri yüzünden) gelenekçiliğin zaaflarını tekrar ederler.

Siyasal düzeyde de gelenekçi-modernist zıtlaşması benzeri bir yapıçözüme tabi tutulabilir. Siyasal açıdan Yenilikçilik ve Muhafazakarlık siyasal eylemin kurucu niteliklerini gözardı etmenin birbirinden farklı iki yolunu temsil ederler. Siyasal hadisenin yorumunun da siyasal bir hadise olduğunu, kendi tikelliği içinde değerlendirilmesi gerektiğini görmezden gelen yanlarıyla her ikisi de eşit ölçüde eleştiriyi hak eder. Yenilikçilik kısmen kendi yeniliğini eski olduğunu kabaca varsaydığı tutumların ötesinde, bu tutumları sınırlayarak aramaya mecburdur. Muhafazakarlık, aynı işlemi bu kez tersinden tekrarlar. O da mevcut olanın basit bir olumlanışı aracılığıyla yeninin şiddetini gidermeye çalışmaktadır. Bu bakımdan her ikisi de eşzamanlı olarak birbirlerine karşı-birlikte yazılan/silinen siyasal tutumlar olarak okunabilir. 
Tezkire başyazısı, yıl: 11, sayı 27-28, Temmuz-Ekim 2002

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder