Türkiye'de
muhafazakarlık büyük ölçüde Batılılaşma süreciyle birlikte toplumca
kapıldığımız birçok tereddüt ve bocalamanın kültürel, siyasal ve ahlaki
alanlardaki bir ifadesidir. Eski ile yeni, geçmiş ile
gelecek, Doğu ile Batı, modernlik ile gelenek arasında yaşanan bu tereddüt ve
bocalama hali, yaşadığımız coğrafyanın iki yüz-iki yüz elli yıldır içinde
bulunduğu hem siyasal hem kültürel hem de ekonomik kriz ve tereddilerin,
toplumca girdabına kapıldığımız o büyük kendine güvensizliğin dolaysız bir
yansıması ve sonucu iken muhafazakârlığı, sınırları önceden tayin ve tespit
edilmiş bir siyasal anlayışa indirgeyip incelemek bir hayli güç olsa gerektir.
Batı'da Fransız devrimine verilen siyasal tepkilerden en önemlisi olmasına
karşın Türkiye'de muhafazakarlığın siyasal olmaktan çok, ahlaki ve kültürel
kurum ve örüntülerin korunmasına dönük ve bu bakımdan siyasal ima ve içerimleri
daha düşük düşünceler manzumesine delalet etmesi ilgi çekici ve üzerinde daha
ayrıntılı olarak düşünülmeyi hak eden bir durumdur. Elbette bu sav muhafazakârlığı
bir siyasal düşünceler manzumesi ve siyasal bir akım olmaktan çıkarmaz, ancak
onun Türkiye'deki alımlanış biçimlerinin bu coğrafyada bizatihi siyasallığa
atfedişlen kötücül niteliklerden bağımsız olmadığını vurgulamaya yarar. Muhafazakârlık,
büyük ölçüde, siyasallığın ve siyasetin kötülendiği bir toplumsal vasatta asıl
muhtevasına kavuşan, bu kötülemelerin politik rantını yiyen bir siyasal
anlayıştır. Bu bakımdan, muhafazakârlık, siyasal eylemliliğe karşı toplumsal,
tarihsel ve kültürel boyutları da haiz bir "pratik-atıl"ın
hükümranlık alanında kendini evde saymanın rahatlatıcılığına delalet eder. Türk
muhafazakârlığının önemli esin kaynaklarından olan Henri Bergson'un
"süre" anlayışı ile Sartre'ın Marksist tarih kuramına bir katkı
olarak geliştirdiği "pratik atıl" kavramı arasında önemli bir
epistemolojik akrabalık vardır. Beşeri eylemliliğin üzerinde iş gördüğü pratik
atıl ile bu eylemliliğin gerçekleşmesi için gerekli "süre" arasındaki
bu epistemolojik süreklilik Türk muhafazakarlığının beşeri eylem ve deneyime
atfettiği yeri görmek bakımından önemlidir.
Felsefi, sosyolojik, politik saikleri her ne
olursa olsun, muhafazakârlık Türk siyasetinde sağcılığın önemli bileşenlerinden
biri olmuşsa bunun sebebi onun sadece yeni karşısında eskinin, modernlik
karşısında geleneğin, Batı karşısında Doğu'nun, "gurbet/sokak"
karşısında "sıla/ev"in, kısaca gündelik hayat ve deneyimlerimizde sık
sık karşımıza çıkan pratik atılın bir temsilcisi ve sözcüsü statüsünü
edinmesinden kaynaklanmaz; bu sebebin de ötesinde, muhafazakârlığın böylesi bir
statüye sahip çıkmanın getireceği trajik bilinç ve yüke katlanamayan “zayıf”
bir fikri örgüyü, belki de hissiyatı temsil etmesi yer alır. Muhafazakarlık,
bir bakıma, Türk sağının estetik vicdanıdır. Türk muhafazakârlığının, siyasal
karar mekanizmalarına aktif bir şekilde katılmada yaşadığı sıkıntı, tereddüt ve
acziyetleri estetik planda bir zafere dönüştürme girişimlerinde son derece
maharetli oluşu bu yüzden bir tesadüf sayılmamalıdır. Polemikçi, tartışmacı ve
itiraz üretici nitelikleri birçok bakımdan Türk solcularını andırır. Gerçekte,
bu nitelikler de pratik-atılda içerilen direngen potansiyelin estetik bir
dışavurumu sayılsa gerektir. Bununla birlikte bu dışavurumlar siyasal
yönsemeleri öncelemekten çok kültürel ve estetik üretimleri beslemeye matuftur.
Yeri geldikçe Türk muhafazakârlığı siyasalı bile estetize etmekten çekinmez.
Türkiye’de temelde ister sol ister sağ
yönelimlere sahip olsun, herhangi bir siyasal anlayışın saf ve billur bir halde
ortaya çıkmadığı, sürekli başka siyasal ve toplumsal faktörlerle iç içe geçip
onlarla etkileşime girdiği iyi bilinen hususlardandır. Sağ siyasal
yaklaşımlar içinde muhafazakârlığın edindiği mümtaz konum, onun diğer sağ
pozisyonlara sağladığı toplumsal, tarihsel, kurumsal ve ahlaki çerçeveler ile
örüntülerin bu estetik vicdanın zikredilen alanlardaki yargılarını
doğrulamasından, onlara belli bir tutarlılık ve geçerlilik temin etmesinden
neş’et eder. Türk siyasal hayatının özgün biçimlenişi haricinde Türkiye’de
Batı’daki anlamıyla saf ve tipik bir Muhafazakâr Parti’ye rastlanmayışının
temel sebeplerinden biri de budur. Muhafazakârlık, Türkiye’de kâmil manasıyla
siyasal bir oluşum olmaktan çok estetik ve ahlaki bir duygulanımı ifade eder.
Bundan dolayı, siyasal alanda liberal-muhafazakâr ya da milliyetçi-muhafazakâr
yaklaşımlardan rahatlıkla bahsedebiliriz; ancak, saf ve billur bir muhafazakâr
tutum teoride mümkün olsa bile pratikte kendisine hiç ihtiyaç duyulmayan bir
oluşuma işaret eder.
Birçok sosyolojik çalışmada muhafazakârlığın
önemli bir toplumsal adresi ve kaynağı olarak kurumsallaşmış din de zikredilir.
Özellikle hızlı toplumsal değişimlerin ve krizlerin yaşandığı dönemlerde dinin
dünya-kurucu ve beşeri eylemliliğe aşkın bir anlam tedarik edici ya da
bahşedici yönleriyle bu toplumsal değişimlerin/krizlerin hercümercine karşı
bireylere önemli dayanak noktaları sağladığı inkar edilemez. Bu bakımdan
kurumsal din, kültürel tahayyül ve gelenekler yukarıda bahsi geçen
pratik-atılın yoğunlaştığı önemli damarlardandır. Batılılaşma ve modernleşme
süreçlerinin geleneksel, kültürel ve ahlaki kurum, çerçeve ve örüntüler
üzerindeki tahripkâr etkileri karşısında bunalan zihinlerin, “karar verme”nin
güçleştiği bu gibi dönemlerde siyasal açıdan tam bir kararsızlık ideolojisi
sayılması gereken muhafazakârlığa bel bağlamaları bundan dolayı anlaşılabilir
bir şeydir; fakat kurumsallaşmış biçimiyle bile kökeninde trajik bir “karar”ı
cisimleştiren dinle muhafazakarlık arasında siyasal bakımdan ne tür bir
koşutluk tespit edilebilir? Kanaatimizce bu tür bir koşutluk, ancak bu kararın
olası sonuçlarının deneyimlenme düzleminde, yani sentimental/ahlaki bir
düzlemde gözlemlenebilir. Muhafazakârlık trajik kararın özünü sonuçlarına
indirgeyerek temellük eder. Bu durum da muhafazakâr tutumu temelde duygusal bir
yatırım formuna hasreden analiz biçimlerine başka bir haklılık payı tanımamızı
gerektirir.
TÜRK
MUHAFAZAKÂRLIĞI
Batılılaşma ve
modernleşme ile birlikte yaşadığımız kopuşun sızısını en iyi hissedenler büyük
ölçüde Türk muhafazakârlarıdır. Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa
gibi Türk muhafazakarlığının önemli simalarına sirayet etmiş nostalji
bu sızının en iyi alametidir belki de. Bu figürlerin vermiş oldukları eserlerde
geçmişin ağrısı sürekli hissedilir. Batılılaşma ve modernleşme ile yaşadığımız
kayıp kabullenilmiştir gerçi; o yoktur artık, ama onun yerini tutacak olan da
bir türlü ortalıkta görünmemektedir, yeninin büyük bir umutla vaat ettiği
“muasır medeniyetler seviyesi” pek uzaktadır şimdilik: tam bir fetrettir
yaşanan. Eskinin kalıntılarıyla avunulur, onun tortulaşmış biçimlerine ruh
üfürülmeye çalışılır (bunun en güzel örneği elbette Yahya Kemal’in Eski
Şiirin Rüzgarıyla’sıdır); ama beyhude bir çabadır bu ve bu beyhudelik
her deneyimlenişinde kişiye “kurban” olduğu duygusunu yaşatır. (Tanpınar’ın Huzur
romanındaki Mümtaz’ın kendilik algısı bunu yeterince açımlar. Mümtaz, sevdiği
kadın olan Nuran’la her konuşmasında bir başkasının, İhsan’ın malzemesini
kullandığını acıyla fark eder çünkü). Yeni ile olan ilişkileri de ikirciklidir Türk
muhafazakârlarının; muhafazakârlığın itiyaden yatkın olduğu sezgisel ve patetik
biçim ve yordamlar sayesinde, Kemalist modernist projenin muhayyelliğinin
farkındadırlar; Tanzimat’tan beri bütün entelektüel mahfillerde fink atan Garp
Mukallidi Züppe’nin taklitçiliğinin eğreti konumunu ve aşırı yanlarını tastamam
tespit etmişlerdir, hatta taklitçiliğe dayalı bu tutumlardan iğrenmektedirler
de; öte yandan, bütün tavır ve davranışlarıyla yeninin galebe çaldığı bir
geçmişi cisimleştiren Yobaz da değillerdir; ama, yine de, belki de
yapılabilecek başka bir şey olmadığını düşündükleri için, yeniye katılmaktan
kendilerini alamazlar. Şerif Mardin’in de bir vesileyle tespit etmiş olduğu
gibi kültürel pratiklerinin büyük bir bölümüne karşı çıktıkları yeni rejime,
maziden kalma bir alışkanlıkla olsa gerek, siyasal açıdan ellerinden gelen
desteği verirler. Böylece onlar da Batılılaşma sürecinin mukallitler kısmında
yer almayı, kendileri bunu pek istemeseler de, sürdürmek zorunda kalırlar. (Peyami
Safa’nın Türk İnkılabı’na Bakışlar’da tutturduğu görece eleştirel söylem
de bundan azade değildir. Keni kendini çökerten bir eleştirellik olarak
algılanmaya son derece müsait yanlarıyla muhafazakar düşüncenin kötücül siyaset
karşısındaki acziyetinin en önemli belgelerinden biri olarak okunabilir bu
kitap.),
Cumhuriyetin
kuruluş yıllarında ülkedeki en etkili fikri akım olan Bergsonizmin bir yansıması
da olsa, Yahya Kemal Beyatlı’da, Ahmet Hamdi Tanpınar’da süreye (dureé) ve
sürekliliğe yapılan bütün o estetik vurgular toplumca yaşadığımız hafıza ve
miras kaybının semptomatik bir görünümüdür neredeyse. Türk muhafazakârlarının
çokça prim verdikleri keder, hüzün, melal duygulanımlarının bir sebebi de
budur: kayıplar karşısında yas ile melankoli arasında salınan bu halet-i
ruhiyedir.
MUHAFAZAKARLIK VE MODERNLEŞME
Gelenek
kavramını, modern muhafazakar siyasal söylemlere babalık etmiş olan Edmund
Burke’nin kavramlaştırdığı ve zihinlerimize yerleştirdiği şekliyle Kabul edecek
olursak epey problem yaşayacağımız söylenebilir. Burke’nin ve takipçilerinin
geleneği akıl ile karşıtlık içinde düşünmeleri onların Aydınlanma projesinin
negatif sürdürücüleri olmaktan kaynaklanmaktadır. Geleneğin “istikrar”ını
çatışma ile karşı karşıya koymaları, herhangi bir geleneğin çatışmanın
sürekliliğini cismanileştiren canlılığını hesaba katmayıp ihmal etmeleri
sonucunu doğurur. Tarih yazımı tartışmalarından da iyi bilmekteyiz ki her türlü
gelenek ve her türlü tarih şimdinin bir geleneği ve şimdinin bir tarihidir.
Biz, daha çok bize kadar gelen bir
şeyin geçmişini merak ederiz. Bu açıdan geleneğin bir icat olduğunu ileri süren
Marksist tarihçi Hobsbawm büyük ölçüde haklıdır. Sosyal teorideki geleneksel
toplum tasavvurları çoğu kez şimdiki modern durumumuza bir köken ve kontrast oluşturan bir geçmiş arayışından doğmuşlardır.
Bu açıdan, İslam
düşüncesinin geleneğini ve bize bıraktığı mirası konu edinmek onun şimdiki
durumunu konu edinmekle büyük ölçüde örtüşür; daha doğrusu biz, İslam
düşüncesinin geleneğini onun şimdiki durumunu rahatça tartışabilmek için konu
edinmekteyizdir. Bu hususun farkında olmak bize en azından üzerinde hareket
ettiğimiz düşünümsel zeminin nitelikleri hakkında zaman zaman ihtiyaç
duyacağımız bir iç görü sağlayacaktır. Bu iç görü, aynı zamanda, modern İslam
düşüncesi içindeki modernist kanadın hatalarına da ışık tutar. Onlar da
geleneği geleneği kapanmış, miadı tükenmiş bir oluşum olarak ele alma
temayülündedirler. Bu gelenek hiçbir canlılık emaresi göstermez. Aksine
Müslümanların modern dünyayla ve onun şartlarıyla hesaplaşabilme ve/veya
uzlaşabilme çaba ve imkanlarını sürekli tehdit eden, onların
gerçekleşmesini/aktüelleşmesini engelleyen bir ayak bağı işlevini deruhte eder.
Oysa, ne modernite ne de gelenek, kendi içlerinde, birbirlerine kapalı ve bu
kapalılık içinde bütünselleştirilebilen birer fikri yapıdırlar. Onlar sürekli
yeni bir şeylerin ilave edildiği, böylelikle tekamül eden birer yazı olarak ele alınabilirler. İyi
bilinen bir örneği tekrar etmek gerekirse geleneğin her yorumu yeni bir gelenek
oluşturur; bir öncekine bağlı ve fakat ondan farklı bir gelenek. Aynı şeyleri
modernite için de tekrarlayabiliriz. Modernliğin kendini her stabilize etme
girişimi onda yeni bir çatlağın oluşumuna yol açar. Öyle ki artık yenilik
istencinin kendisinin yeni olmadığı bir evreye gireriz. Meksikalı şair Octavio
Paz’ın deyimiyle modernlik böylelikle “kendine karşı gelenek” olarak
adlandırılabilir.
Böylelikle
modernlik ve gelenek sorununa karşı takındıkları tavra bakarak gelenekçi muhafazakârlar
ile modernist muhafazakârları ayırt edebiliriz. Bilhassa gelenekçi muhafazakârların
tarih bilincine ve tarihsel sürekliliğe yaptıkları şiddetli vurguların temelde
estetik bir yönelime sahip olduğunu iddia ederken aynı zamanda onların siyasal
herhangi bir ima ve içerimi şimdilik kaldıramayacak bir niteliği haiz,
dönüştürücü ve sağaltıcı olmaktan çok, deyim yerindeyse gergin ve “gerici”,
bütünlüklü bir benlik algısını engelleyici bir mahiyete sahip olduklarını da
iddia etmiş oluyoruz. Bu noktada Türk muhafazakârlarının en önemli sorunu,
onların hem geçmişi hem geleneği hem de onlardan şimdiye tevarüs eden şeyleri
sadece empatik zeminde kalarak bütünleştirmeleri, hatta belki de sadece
bütünleştirmeye yeltenmeleridir. Geçmişi ve geleneği kendi içinde tutarlı, hiç
bir dahili çelişki ve farklılık taşımayan statik bütünlükler olarak tahayyül
etmeleri muhafazakârların tarih bilincine ve tarihsel sürekliliğe yaptıkları
vurguların altını oyan bir işlevi havidir. Her ne kadar Türk muhafazakârlığının
oluşumsal tarihinde kendine pek bir atıf yapılmamışsa da Edmund Burke’ün
gelenek tasavvuru ile Türk muhafazakarlarının gelenek tasavvuru bu açıdan
birbirine epey yakındır. Belki de geçmiş ile geleneğe münhasır hesabın bu
şekilde arkasında herhangi bir siyasal (burada geçmiş ve geleneği okuma
biçimlerine içkin bir siyasete işaret etmesi bakımından “siyasal” sıfatını
kullanmaktayız) “açık” bırakmadan kapatılması, geçmiş ile geleneğin realitede
de hitama ermelerinin ve ortadan çekilmelerinin en önemli müsebbibidir.
Geleneğin kendi içinde taşıdığı mükemmelliğe yapılan bütün o duygusal
yatırımlar bugüne ilişkin taşınan endişe ve kaygıların dolaysız bir
sonucudurlar. Ayrıca, her ne kadar mazi ile atiyi bitiştiren bir bütünlük formu
içinde deneyimlenmeye çalışılsa da, “şimdi” hep gelip geçici, arızi, son
kertede içinde herhangi bir hakikat payı taşımayan bir durum olarak kavranır.
Bugüne ait bir üretim olarak benlik de bu sebeple şimdiye, onun olaylarına bir
türlü katılamaz, zamanın ne içinde ne de dışındadır.
Elbette, gelenekçi
muhafazakarlığa tam zıt bir pathosla da olsa pür rasyonalist-modernist
muhafazakarlığın gelenek eleştirileri de benzeri bir kavramsal ekonominin
sıkıntılarını bünyesinde taşımaktadır. Bu anlayışa göre, bugün yaşamak zorunda
kaldığımız bütün kötülüklerin kökeninde gelenek ve ona özgü eylem ve davranış
örüntüleri yatmaktadır. Modernist İslamcılığın birçok versiyonu geleneksel
dinsel algıları eleştirirken, eleştirdikleri geleneksel-muhafazakar tavırların
kapanmacı geçmiş ve gelenek algısını ve bu algıya eşlik eden katı monolitik bir
dilselliği en azından leit-motive
olarak sürdürürler. Bu yaklaşımların gelenekçiliğin şerhçi ve haşiyeci tutumuna
karşı önerdikleri metinsellik tarzı son tahlilde şerhi ve haşiyeyi mümkün kılan
ethosun da bir inkarını içerir. Ancak, bununla birlikte, şerhi ve haşiye
geleneğinin bizatihi gelenekçiliğin metin anlayışında yol açtığı içkin bir farkın üstünü de böylelikle
örtmüş olurlar. Bundan dolayı, son kertede, gelenekçi metin tahayyüllerine
teslim olmaktan kurtulamazlar. Dolayısıyla bu yaklaşımlar, gelenekçiliğin
tümleşik ve statik metnine karşı başka bir tümleşik ve statik metin anlayışını
temsil etmeye başladıkları için (üstelik, geleneksel tefsir yöntemlerinin
lafzi-parçacı olmasını eleştirerek deyim yerindeyse metnin bütünselliğini icat ve tesis etmeleri yüzünden) gelenekçiliğin
zaaflarını tekrar ederler.
Siyasal düzeyde
de gelenekçi-modernist zıtlaşması benzeri bir yapıçözüme tabi tutulabilir.
Siyasal açıdan Yenilikçilik ve Muhafazakarlık siyasal eylemin kurucu
niteliklerini gözardı etmenin birbirinden farklı iki yolunu temsil ederler.
Siyasal hadisenin yorumunun da siyasal bir hadise olduğunu, kendi tikelliği
içinde değerlendirilmesi gerektiğini görmezden gelen yanlarıyla her ikisi de
eşit ölçüde eleştiriyi hak eder. Yenilikçilik kısmen kendi yeniliğini eski olduğunu
kabaca varsaydığı tutumların ötesinde, bu tutumları sınırlayarak aramaya
mecburdur. Muhafazakarlık, aynı işlemi bu kez tersinden tekrarlar. O da mevcut
olanın basit bir olumlanışı aracılığıyla yeninin şiddetini gidermeye
çalışmaktadır. Bu bakımdan her ikisi de eşzamanlı olarak birbirlerine
karşı-birlikte yazılan/silinen siyasal tutumlar olarak okunabilir.
Tezkire başyazısı, yıl: 11, sayı 27-28, Temmuz-Ekim 2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder