Avrupa, Avrupalılık ve Avrupalılaşma mefhumları;
Batılılaşma devri Türk düşüncesinin “fikr-i sabit”leri, tematik takıntıları
arasında en önemlileridir belki de. Türk düşüncesinin bu döneme ait hemen hemen
bütün verimlerinde bu mefhumlar neredeyse merkezi bir role sahiptirler. Modern
Türk düşüncesini var kıldığını söyleyebileceğimiz yapısal boşluk, bu mefhumlar etrafında oluşur; ya da, daha iyi bir
deyişle, modern Türk düşüncesinin zaten pek sağlam olmayan kavramsal örgüsünü
bu mefhumlar “yıpratıp gevşetir”; modern Türk düşüncesi ve siyasetinde bu
mefhumların tuttuğu yere yöneltilebilecek en küçük bir dikkat bile bu gevşek
örgünün çözülüp dağılmasına yol açar. Eğitimden sanayileşmeye, bilimden dine,
felsefeden sosyal teori ve edebiyata, mimariden şehirleşme ve siyasete,
sağlıktan gündelik hayata ve hatta eğlenme ve hoşça vakit geçirme biçimlerine dek
bütün alan ve düzeylerde, bir şekilde bu mefhumlara müracaat edilir; onların
tartışmaları sona erdirici, taraflar arasında ara bulucu ve bu anlamda müteal
içeriklerine; ya da, tam da bu pozitif niteliklerin zıddına sayabileceğimiz
ölçüde, tartışmalar oluşturan, toplumsal, siyasal ve kültürel bir takım
gerilimlere yol açan negatif çağrışımları haiz mahiyetlerine sık sık atıfta
bulunulur. Bu mefhumlar, nasıl içeriklen(diril)diklerine bakılmaksızın, modern
Türk düşüncesinde neredeyse deux ex
machine, her derde deva kavramlar olma statüsüne yükseltilmişlerdir. Modern
Türk düşüncesindeki hemen her düşünme temrini, ya bu mefhumlarla başlar ya da
onlarla sonlanır; bu temrinlerde mutlaka bu mefhumlara bir şekilde atıf
yapılır. Böylelikle onlar, ya mutlak kötülüğün tecessüm etmiş şekillerine irca
edilirler ya da, bunun aksine, mutlak iyiliğin sarsılmaz sembolleri olarak Türk
düşüncesinin retorik yapısına eklemlenirler. Bu mefhumların modern Türk
düşüncesinde kazandığı muhtelif ve/veya müteferrik içerikleri eleştirenler bile
esasen sadece onların içeriklendirilme ve anlaşılma tarz ve stillerine karşı
koymakla, bu anlamlandırma pratiklerine müdahil olmakla yetinirler; bu müdahale
ve eleştiriler, bu sebeple, çoğu kez Avrupalılığın ve Avrupacılığın nasıl
anlaşılması gerektiği hususunda başka bir “temyiz istemi”ne dönüşmektedirler.
Bu sebeple bu çabaları da modern Türk düşüncesinin genel örüntüleri içinde
düşünmekte pek bir beis yoktur. Hemen bütün düşünme faaliyetleri, bu
mefhumların içerdiği tartışmaları sonlandırıcı, müteal açıklayıcı gücü ve rahatlığı kullanarak Türk toplumunun karşılaştığı konjonktürel sorunlara ve
tabii ki konjonktürel olmaktan öte yapısal krizlere palyatif bir çözüm aramak
olan kesimlerin onlara yaptıkları atıf, bir yerde düşünmenin kendi etiğinden
namütenahi bir feragatin olağandışı bir göstergesine dönüşmektedir. Modern Türk
düşüncesinin andığımız bu iki kutbu arasında farklı tarzlarda işleyen çeşitli
fikri, kültürel ve toplumsal tercihlerin ve sentez arayışlarının
polarizasyonuna sık sık tanık oluruz; ancak, modern Türk düşüncesinin mevcut fonetiği içinde, zannedildiğinin aksine, bu arayışların sesinin epey
kısık kaldığı söylenebilir. Bu farklı arayışlar, söz konusu iki kutbun muhtelif
renk ve “sound”ları olmaktan öte bir çizgi ve “hoş sada” sahibi olamamışlardır.
Tanzimat’tan bu yana bütün varyant ve versiyonlarıyla
Türk düşüncesinin bu mefhumların oluşturduğu boşluk etrafında yapılanmış oluşu,
bu yapının tarihselliğinin de çoğu kez gözden kaçırılmasına sebebiyet verir.
“Modern Türk düşüncesi”, kendi tarihsel ve toplumsal işlevleri, başka bir
deyişle kullanım ve değişim değeri hakkında sarih ve eleştirel bir
değerlendirmeye, deyim yerindeyse bir özdüşünümselliğe1 zaman zaman
girişmişse de bu çabaların nihayetini getirememiş, hatta bu türden çabalar
çoğu kez görmezden gelinmiş, aşağılanmıştır. Avrupa Birliği ile ilgili güncel
tartışmalar esnasında karşılaştığımız şey tam da bu tartışmalara bir zemin
sağlamasını umut ettiğimiz düşünsel yapıdaki bu tarihsel körlüktür. Her ne
kadar bu “tarihsel körlük”, kısmen, güncel siyasal bağlamlarda daha rahat ve
daha hızlı hareket edebilmeye imkan tanıyan bir eylemsel “vukufiyet”i temin ve
temsil ediyor görünse de (aslında bu temsiliyet bile bir çok açıdan sorunludur)
bu “körlükten doğan vukufiyet”e yapılabilecek herhangi bir toplumsal vurgu,
Türk aydını ve düşüncesinin Avrupa(lılık) mefhumu ve ideası karşısındaki göz kamaşmasını, eleştirel çaresizliğini ve
düşünsel ataletini ancak örtbas etmeye yarar. Modern Türk düşüncesinin bu
tematikler etrafında bugüne dek oluşturmuş bulunduğu fikri birikimin ve
lügatçenin, son tartışmalar esnasında bu kadar kolay bir “infaz”a tabi
tutuluşu; ya esasen onların tarihsel gerçekliği açıklayıcı gücünün pek
olmadığı, en azından bugünkü Türk aydınının bu birikim ve lügatçede böyle bir
gücü bulamadığı, böyle bir güç varsa bile bu gücü hiç kaale almadığı, bundan
ötürü kendi toplumsal statüsüne ihanet ettiği; ya da, bütün bu saydığımız
ihtimal ve çekincelerle birlikte, “Türk aydını” diyebileceğimiz bir
entelektüel/tarihsel figürün Türk toplumunun modernleşmesi sürecinde şöyle bir
görünüp başı sıkışınca ortadan kaybolan zayıf bir figür olduğu anlamına gelir
(Yılmaz, 2002). Eğer Türk aydınının bugünkü durumu iddia ettiğimiz gibiyse,
modern Türk düşüncesi dediğimiz şey, kendini teknik-mekanik birtakım
“düşünce-benzeri” işlemlerin gönül rahatlığına sahip “iş bilir” ve hesapçı
teknokrat tutumla sınırlamış; olgular ve olaylar arasına düşünsel ayrımlar
koyma, kavramlar oluşturma ya da zaten oluşmuş birtakım kavramları bu olgu ve
olayların denetimi ve sınaması altında derinliğine işleyip dönüştürme gibi
incelik ve edinilmesi daha zor becerilerden kendini azade kılmayı başarmış; sadece,
“kör gözüm parmağına” gelişen güncel sorun ve bağlamlara verilmesi bazı
ideolojik ve siyasi bağlılıklar ve borçlardan ötürü zaten zorunlu birtakım duygusal tepkilerden ibaret kalmış; bütün
bunlardan dolayı da toplumsallığını ve
eleştirelliğini yitirmiş değil midir? Tam da bu sebeple, mezkur düşünsel
yapının geçmişi ne kadar parlak olursa olsun, sırf şu anda içinde bulunduğu
sefil durumdan dolayı geçmişe ait bu ihtişam da bir biçimde tarihsel değerini
yitirecek değil midir? Yine bundan dolayı, bir bakıma, modern Türk düşüncesinin
bugün sergilediği vukufiyetsizlik ve yüzeysellik; ona has düşünce örüntülerinin
tarihine ve bu örüntüleri yeni gelişen toplumsal hadise, süreç ve bağlamlar
vesilesiyle eleştirel bir rikkatle yargılayıp yeniden üretmesi gereken/beklenen
intelijansiyanın geçmişine de teşmil edilemez mi? Modern Türk düşüncesinin
güncel durumunun olumsuz retro-aktif
etkilerini onun geçmişinde aramaya ve bu geçmişi radikal bir sorgulamaya tabi
tutmaya bizi sevk eden amil, sadece günümüz Türk aydınında gözlemlediğimiz bu
düşünsel dumur ve entelektüel/tarihsel kriz değildir; bu amille birlikte, bu
entelektüel/tarihsel krizden kurtuluşun tohumlarının da her nasılsa bu düşünsel
yapıya içkin olduğuna ve hâlâ onların bir biçimde çimlenme yeteneklerini
koruduğuna inanan, bu bakımdan kısmen iyimser
ve safdilane sayılabilecek bir bakış
açısına sahip oluşumuzdur. Bir anlamda, bu yazıdaki asıl amacımız Türk
aydınlarının güncel durumuna karşı Türk düşüncesinin entelektüel/tarihsel
birikiminin gönüllü avukatlığını yapmaktır. Yazımız boyunca, modern Türk
düşüncesine yönelteceğimiz eleştirilerin şiddet dozajı, büyük ölçüde, bu
iyimser bakış açımızdan ve savunmasını işgüzarca üstlendiğimiz
entelektüel/tarihsel birikimin zaaflarını samimi bir tarzda giderme arzumuzdan
kaynaklanmaktadır. Gelgelelim bu arzu salt entelektüel bir arzu olarak
kaldıkça, yani işgüzarlığını abartıp sorunsalımızın hayati boyutlarını
ıskaladıkça kayda değer bir nitelik arz etmez ve o da bir biçimde dahil olduğu
yapısal boşluğun vakumuna kapılır, onun anaforlarında kaybolup gider.
Bu iyimser bakış açısının ışığı altında, doğruluğu ve
geçerliliği yazımızın ileriki kısımlarında in
conditio sınanmak üzere, şimdiden şu
tespiti yapabiliriz: Temelde Batı’nın, Batılı değerlerin, Batılı yaşam tarzlarının,
hatta her yönüyle Batılı zevk alma ve acı çekme biçimlerinin taklidi nosyonu
etrafında şekillenmiş olan modernleşme ve Batılılaşma süreçleri, ülkede oluşan
yeni intelijansiyanın katkılarıyla bugüne dek hep “ithal ikameci” bir seyir
çizmiştir.2 Batılılaşma devri Türk düşüncesi kendi özgüllüğünü
kazanma çabasında tarihsel ve toplumsal açılardan Batılı olarak işaretlenen ve
yeniden işaretlenen evrensel ile
arasındaki entelektüel/kültürel farkı ve bu farka dayalı düşünsel siyasetin
muhtemel avantaj ve imtiyazlarını çoğunlukla kullanamamış; bu entelektüel fark
ve “tarihsel gecikmişlik” bilincinden türemesi beklenebilecek bir temyiz,
kendini eleştirme veya tasdik ve ibra etme gücünü ya asla kazanamamış yahut bir
zamanlar bu eleştirel/tarihsel yargı gücünü elde etmişse de şimdilerde yitirmiş
görünmektedir (bütün bu ihtimallerin teker teker incelenmesi yazımızın
sınırlarını aşacaktır). Son kertede,
evrenseli Batılı olarak tanımanın, içeriklendirmenin, onu modernleşmenin
ve/veya medenileşmenin içkin bir amacı
olarak işaretlemenin ve yeniden işaretlemenin bahtiyarsızlığı; kendi özgüllük
ve biricikliğini tanıma gayretinden, yani politik bilinçlilik ve pratiğe sahip
bir “özne” olma imkanı ve amacından geri çekilmenin/vazgeçmenin birörnek şiddetine maruzdur3.
Artık güncel tartışmalarda, Avrupa’nın ve Avrupalılığın kendinde ve kendi için
taşıdığı anlamlardan, dahası bu anlamların siyasal bakımlardan Türk toplumu ve
Türk aydını için ifade ettiklerinden çok, modern Türk düşüncesinin sadece ve
sadece Avrupa’ya ve Avrupalılığa kilitlenen, bu mefhumları merkez alan, onlara
neredeyse ram olan kavramsal bir ekonomi içinde, yine onların
muadili/ikizi/sureti olarak üretilen fantastik
bir Avrupalılık özlemi, özentisi, haseti ya da reddi revaçtadır. Başka deyişle,
modern Türk düşüncesinde, Avrupalılaşma sürecinin ve Avrupalılık mefhumunun kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki görece “basit” diyalektik kopmuştur. Türk
toplumundaki öykünmeci tavır bu
diyalektiği koparan, Avrupalılığın değişim değerini onun kullanım değerine
yeğleyen post-diyalektik fetişizmle birlikte handiyse kendini de
fantastikleştirmiştir. Bu fetişizme dayanarak Avrupa ve Avrupalılık, Türk
düşüncesinde bütün olumlu ya da olumsuz içeriğiyle birlikte satın alınması
gereken bir mala/metaya dönüşmüş, böylelikle aşırı bir değerlenmeye tabi
olmuştur.4 Öyle ki Avrupa’nın ve Avrupalılığın bu “fahiş fiyatı” ve
ürettiği enflasyonist düşünsel/politik baskı, bugün bu metanın sağlayacağı
gösterişçi tatmine en çok muhtaç ve bu yüzden en aşırı Batıcıları bile tehdit
ve tedirgin etmektedir. Bu, açıkçası, evrenselleşme arayışındaki bir düşünsel
çabanın, politik etkinliğin güncel bağlamları karşısında nasıl kendini
taşralılığa mahkum edebileceğini gösteren güzel bir örnektir. Öyleyse sorunu
yalnızca Avrupa-dışı bir kültürün, Türk kültürünün içsel bir sorunu olarak
düşünmek yeterli değildir. Avrupalılaşma, aynı zamanda, bizatihi Avrupa’nın da
bir sorunudur- Avrupa’nın “ne” olduğu kadar nasıl “bu” olduğu da soruşturmanın
kapsamına dahil edilmelidir.5 Avrupa’nın ve Avrupalılığın
kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki post-diyalektik fark bizatihi halen Avrupalılaşmaya
devam eden Avrupa tarafından da tarihsel olarak speküle edilir. Avrupa-dışı kültürler, sözgelimi Türk toplumu ve
kültürü, tam olarak karşılığında ne tür bir bedel ödeyeceğini kestirmeye fırsat
bulamamaksızın, bugün Avrupa’dan bu farkı ve spekülasyonu satın almaya mecbur
bırakılmaktadır.6 Modern Türk düşüncesine egemen olduğunu iddia
ettiğimiz tarihsel körlük, yüzeysellik ve kavrayışsızlık (kavram üretememe ya
da zaten üretilmiş kavramları kullanamama, eleştirel bir biçimde de olsa
temellük edememe ve böylelikle bu kavramların haiz olduğu düşünsel potansiyeli
yeterince işleyememe anlamında bir kavrayışsızlık) çoğu kez bu mecburiyetin
tarihsel ve toplumsal bir ürünüdür.
Yazımızda, Avrupalılığın kullanım değeri ile değişim
değeri arasındaki diyalektiğin kopma sürecini, semptomatik bir okuma ile, Türk
düşüncesinde Avrupa fetişizminin oluşumu süreci olarak adlandıracağız. Ama bu
süreci ele almaya geçmezden önce söylenmesi gereken bir şey daha var. O da şu:
Avrupalılık ve Avrupalılaşma Türk düşüncesinin bugüne dek karşılaştığı en
önemli sınav alanı olmuştur ve korkarız ki bu sınavda, bugünkü görünümüyle
modern Türk düşüncesi başarısız kalmış, sınıfta çakmıştır. Çünkü Avrupa
fetişizmiyle birlikte, Avrupalılaşma süreci ve Avrupalılık mefhumu Türk
düşüncesindeki “teorik-atıl”ın temel havzalarından birine dönüşmüştür. Türk
toplumunun karşılaştığı hemen her sorunun çözümü bu teorik-atılın sınırları
içine atılmakta, günümüz Türk düşüncesi bu sorunlara ya yeterince ilgi
göstermemekte ya da tözsel ve daha
tabandan sayabileceğimiz bir teorik atılımı bu atıl yapı içinde geliştirmeye
fırsat bulamamaktadır. Bu sebeple, Türk düşüncesinin son iki yüz yılı farklı
reçetelerden oluşan bir yamalı bohça görünümü arz etmektedir. Bu yamalı bohça
görünümüne yol açan teorik-atılın en önemli bileşenlerinden birini elbette yukarıda
vurguladığımız gibi Avrupalılığın ve Avrupalılaşmanın Türk toplumunda kazandığı
ikonografik-politik anlam teşkil eder. Avrupa mefhumunu, deyim yerindeyse, Türk
toplumu ve Türk düşüncesi için bir eikon,
bir tapınç nesnesi konumundadır- bu
toplum ve düşüncenin kendine özgülüğünü ortadan kaldıran bir basınç merkezi.
Avrupa’nın aslı ile suretinin Türk modernleşmesi içinde geçirdiği tersine dönme
ve modern Türk düşüncesinin bilinçdışında/yapısal boşluğunda aktifleşen yer
değiştirme ve yoğunlaştırma süreçlerinin günümüzdeki işleyişi, Avrupalılığa
ilişkin post-diyalektik fetişizmin modern Türk düşüncesine özgü kılınabilecek
bir özdüşünümsellik sayesinde tasfiyesine de engel olmaktadır. Günümüz Türk
düşüncesi, bir bakıma, herhangi bir düşünce bedeni ile ona tahsis edilebilecek
siyasal edim arasında her zaman yaşanması muhtemel ve etkin bir
düşünsel-siyasal praxisle telafi
edilmesi gereken kopukluktan daha ötede bir sorunla maluldür. Bu anlamıyla ne
realist ne de ütopik bir ufka ve veçheye sahiptir- belli ki, bugünlerde Türk
düşüncesinden çok gündelik hayatımızda da alışageldiğimiz biçimiyle bir tür
Türk “düşüncesizliğiyle” uğraşmaktayız. Derinlik ve süreklilikten yoksun,
yüzeysel, günü kurtarmaya dönük, toplumu ve tarihi göz ardı eden, tarihsel
gelişimi içinde edindiği ihtirasları gerçekleştirmeye takati kalmamış ve belki
de bu sebeple herhangi bir düşünsel bedenin asgari düzeyde sahip olması gereken
yaşama hırsını da kaybetmiş bir yapı...
Aşağıdaki kısımlara Avrupalılaşmanın/Batılılaşmanın
temelde bir “taklit” süreci oluşundan yola çıkarak bu sürelerin gerek Türk
kültürü gerekse Türk düşüncesindeki birtakım etkilerini taklit nosyonu etrafında analiz edip ele almaya çalışacağız. Avrupa
ve Avrupalılığın Türk düşüncesinde edindiği/kazandığı fetişist ve
ikonografik-politik imalar böylelikle daha sarih –belki de tam da bu fetişizmin
ve ikonografik-politik tutumun ge(rek)tirdiği ölçülerde daha bulanık- bir
zeminde soruşturulmuş olacaktır. Yazımızın ilk kısmında Türk kültürüne ilişkin
psikanalitik bir şema önerisinden yola çıkarak, bu öneriyi belli ölçülerde
yapıbozuma tabi tutup radikalleştirerek ilerlemeye çalışacağız. İkinci kısımda
ise İslamcılığı Türk düşüncesinin sonderweg
arayışları bağlamında yeniden konumlayarak ilk kısımdaki analizlerimizi bu
özgül örnek aracılığıyla denetleyip sın(ırl)amaya gayret edeceğiz. Bu kısımdaki
analizlerimiz Avrupalılaşmanın sadece Avrupa-dışı kültürlere has bir sorun olmadığını, aynı zamanda bizatihi
Avrupa’ya da ait bir sorun olduğunu ortaya koyma çabamızda bize yardımcı
olacaktır. Ayrıca, bu sorun tam da Avrupa kültürü ile diğer kültürler arasında varsayılan ve sürekli Avrupamerkezciliğin
lehine işleyen hiyerarşik-hegemonik bir “sınır” mantığını, analizlerimizin
odağına oturtmamıza imkan tanıyacaktır. Avrupa’nın sınırlarının nerede başlayıp
nerede bittiğine, Avrupa’nın bir “yer” mi yoksa bir “yasa” mı olduğuna karar
verecek unsurların7 sadece tarihsel bakımdan zaten önceden Avrupalılaşmış unsurlardan
ibaret kalamayacağını vurgulamamız böylelikle mümkün bir hale gelecektir. En
azından, bir başlangıç önermesi olarak bu yönde verilebilecek bütün kararların
“hukuki” ve dolayısıyla formel-teorik
kararlar değil, tam tersine “siyasal” ve dolayısıyla edimsel-pratik kararlar olma düzeyinde kaldığı/kalacağı şimdiden
söylenebilir.8 Yaptığımız bu tespitten yola çıkarak, Türk
düşüncesinin tarihsel matrisleri içinde Avrupalılığın anlamına ilişkin yapısal-ayrımsal unsur (değişim değeri)
ile Avrupalılığın işlevini sorgulayan gönderimsel-işlevsel
mantık (kullanım değeri) arasındaki kopuşma ve tersine dönme sürecini
belirginleştirmeye çalışacağız. Hemen belirtelim ki okumakta olduğunuz yazı, bu
haliyle bu konuda yapmayı düşündüğümüz daha geniş çaplı bir araştırma, etüd ve
tartışmaya bir ön-hazırlık, ona sadece bir prolog konumundadır.
I
Taklidin etkisini “kamuflaj”a benzeten Lacan’a göre
taklit “bir şeyi arkasında o şeyin kendiliği olarak adlandırılabilecek bir şey
ondan ayırt edilene dek açımlar... O sadece arkaplanla bir uyum sağlama sorunu
değil; fakat, aynı zamanda, alacalaşmış arkaplana bir zıtlıktır- arkaplanın
alacalaşmasıdır” (Bhabha, 1994). Taklit, bu sebeple, bir çifte-eklemlenmenin (double articulation) işaretidir. Taklit
nesnesi, hem kendisine hem de taklidi olduğu şeye işaret eder. Taklidin sözel
ekonomi politiği, gücü imgeleştiren Öteki’ne duyulan arzunun yönetimi
altındadır. Bu noktada hiç bir arzunun ilkesel, saf bir arzu olarak ele
alınamayacağını belirtmek gerekir. Arzu, sürekli başkasının arzusu, bir anlamda
“üçgen arzu”nun bir unsurudur (Girard, 2001). Bhabha’nın sözleriyle, “taklit, hemen hemen aynı ve fakat yine de ayrı bir
farklılık öznesi olarak düzeltilmiş, kavranabilir Öteki’ye duyulan
arzudur... (Taklitci arzu) etkinliğini sürdürebilmek için kendi kayganlığını,
kendi fazlalığını, kendi farklılığını üretmek zorundadır” (Bhabha, 1994:86). Bu
anlamıyla taklitçi arzu, rekabetçi ve rövanşisttir. Taklitçi arzunun kaygan,
fazla ve farklı sayabileceğimiz nitelikleri, onun otantik olanla girdiği bu
rekabetçi/rövanşist ilişki ve etkinlik arayışından neş’et eder.
Taklidin sonucu, öznellikte denge ve kararlılık arayışı
olarak beliren kimlik taleplerinin tamamlanmamışlığı, öznenin kısmi bir
kapanımına ait bir mevcudiyet ve huzur (presence)
kipidir. Oysa “kısmi bir kapanım” şeklindeki ifademizden de rahatça
çıkarsanabileceği gibi özne asla kendi bütünselliği ve tamlığı içinde
diğerlerinden soyutlanmaz. Öznenin kendi içine (belki de kendi üstüne)
kapanımı; her zaman bir dağılma, saçılma veya bulaşma/sirayet etme (dissemination) ihtimalini ya da daha
vurgulu bir söyleyişle olumsallığını işaret eden diğerlerinin tehdidiyle birlikte ve bu tehdide karşı kısmi bir
kapanımdır- o, bu nitelikleriyle, son derece dinamik bir sürecin metonimik ve
eksiltili bir anlatımıdır. Taklitçi arzunun rekabetçi ve rövanşist yanları en
çok bu kapanımın kısmiliğinde belirginleşir. Taklitçi öznenin kimliğindeki bu
kısmi kapanım, taklidin direngen, kaygan, kolayca yön değiştirebilen, anlamca
fazlalaşabilen ve farklılaşabilen niteliklerinden sudur eder; taklitçi öznenin
kendi kimliğindeki bütün bu değişimleri belli bir yapısal istikrar içinde
kontrol etme ve gerekirse retrospektif olarak yeniden temellük etme arzusunu
izhar eder. Mukallit öznenin kimliğine içkin bu gerilim, bu kimlikte diğerinin
tuttuğu, ona mukallit öznellikte ayrılan kısıtlı yere bakılarak da ortaya konabilir.
Mukallidin taklit edilenden farkı, sadece onun kimliğindeki değişimlerde değil,
aynı zamanda taklit edilenin
kimliğindeki değişimlerde de takip edilebilir. Sözgelimi, taklidin gülünçleştirici
etkisi, sadece mukallidin davranışlarında izlenmez; bizatihi onun taklit ettiği
şey de bu gülünçlükten nasiplenir- bu yanlarıyla, taklitçi kişi (mimic man)
“arada” ya da “geçit” olan bir öznedir. Taklidin ironik etkisi sayesinde
otantisite de önceki ”yüce” anlamını yitirir. Taklit, otantik olanın anlamını
kinaye yoluyla temsil ettiği oranda onun gerçekliğini tehdit etmeye başlar, onu
gülünçleştirir. Çünkü, postkolonyalist söylem analizlerinin “kolonyal taklit”
vesilesiyle vurguladığı gibi “taklit ayrıca tahsis edilmeyenin işareti, bununla
birlikte kolonyal gücün başat stratejik işlevini geren, nezareti yoğunlaştıran
ve hem ‘normalleşmiş’ bilgilere hem de disipliner güçlere karşı içkin bir
tehdit vazeden bir fark ya da kontrol edilemezliktir” (Bhabha, agy.). Taklidin
çok-değerliliği ve kontrol edilemez belirsizliği, otantiği tehdit ettiği oranda
taklide belli bir otantisite payı tanımamızı talep eder. Otantik ile mukallit
arasında üçgen arzunun kayıp unsuru bu talepte görülür- zira, hem otantik hem
de mukallit, otantisite için bir
rekabet ilişkisindedirler.
Bu sebeple, taklidin tamamlanamazlığı, çok-değerliliği ve
kontrol edilemez belirsizliği onun asla otantik olamayışından kaynaklanırken
otantik olanın otantisitesi de maalesef kendi kanıtını taklidinin bu kısmi
mevcudiyetinin kontrol edilemez belirsizliğinde ve onun kimliğinin
çok-değerliliğe de fırsat tanıyan kısmi kapanımında bulmak zorunda kalır;
böylece o da kendi tamlığını, mükemmelliğini ve istikrarını yitirir, bir ölçüde
o da taklit gibi kısmileşir; hatta o otantik, yer yer, ancak böyle bir
“kısmilik” olarak tezahür edebilir; o da otantisite arzusunun belirlenemez
denetiminde gelişen rekabet ilişkisine ister istemez dahil olur- en azından
kendi “tözsel” otantisitesini büyük bir kıskançlık ve pintilikle savunabilmek
için. Buna rağmen, otantik, otantik oluşunun kanıtını taklidinin mevcudiyetinde
bulmasından ötürü kendi biricikliği ve özgünlüğünden feragat etmek zorunda
kalır. Bu biriciklik ve özgünlüğün idame ettirilebilmesi ancak ve ancak otantik
olanın aşırı değerlenmesi sayesinde mümkündür. Öyle ki artık otantisite ele
geçmez, asla ulaşılmaz bir niteliğe bürünür, onun bu kez gerçekten
yüceleştiğini bile zannedebilirsiniz. Fakat, bu kertede bile, otantik sadece
bir fetiş nesnesidir; otantisite bu fetiş nesnesinin kendi taklidine karşı
sürekli gizlediği/açımladığı, bu yüzden kontrol edilemez bir belirsizliğe
atıfta bulunan bir aşırı-anlamı/çok-değerliliği temsil etmeye başlar (Ancak,
hemen belirtmek gerekir ki, evrensel olarak kabul edilmiş bir kültürün ürünleri
bu ‘üstün’ konumları itibariyle ne egzotik ne etnik ne de fetişist sayılırlar.
Egzotik, etnik ve fetişist olan; tanım gereği madun kültürün otantik
ürünleridir). Benzerlik/benzeme yoluyla taklit ilişkisinde, benzeyen (mukallit)
ile benzetilenin (otantik) ötesinde, hem benzeyeni hem de benzetileni kuşatan
böylesi bir benzeme ufkunun ve veçhesinin belirmesi kaçınılmazdır. Vurgulamak
bile gereksiz: Bu ufuk ve veçhe gerek otantiğe ait kılınabilecek tözsel
otantisiteyi gerekse taklide atfedilebilecek inotantik keyfiyeti bir yandan
birbirine karıştırıp imtizaç ettirecek; öte yanda da tözsel otantisitenin
ontolojik önceliğini ve bu önceliğe dayalı tözsel statüsünü sarsıp onun
tözselliğini her halükarda zedeleyecektir. Son kertede, ortada tözsel bir
otantisite varsayıp ona ontolojik bir öncellik atfetmemizi gerektirecek
herhangi bir unsur bulunamayacaktır.
Başka bir deyişle, İsmet Özel’in de bir vesileyle yazdığı
gibi, “sahicilik her zaman avaredir”; kat’i bir ikamet, belirlenim ve denetime
tabi tutulamaz. Bir işe ve işleve koşulduğunda, belli bir söylemsel adreste
ikamete tabi tutulduğunda ise mutlaka kendinden bir şeyleri yitirecektir; hiç
değilse kendiliğindenliğini, yani avareliğini,
bu avarelikle temsil edilen başıboş işlevsizliğini! Ama, bu avarelik ve
işlevsizlik bile otantisiteye özgü kavramsal/gramatik ekonominin yapısal bir
devamı, eki ve işlevidir. Bu kavramsal ekonomi içinde, sahihin ontolojik
statüsü onun gayrısahih olandan ayrıldığı yapısal/ayrımsal unsurdan
kaynaklanır; ancak, bizatihi bu yapısal/ayrımsal unsur, işlevsel/gönderimsel
unsurla bir korelasyon ilişkisindedir; onun belirlenişine katkıda bulunur ve bu
sebeple asla ve asla salt yapısal/ayrımsal unsur olarak kavranamaz; sahiciliği
belirleyen yapısal/ayrımsal unsur, ipso
facto işlevsel/gönderimsel unsurla bağlantılılık/karşılıklılık ilişkisindedir;
son kertede bu karşılıklılığın anlamı, yapısal/ayrımsal unsurun
işlevsel/gönderimsel unsurun haiz olduğu hegemonyanın işlerselliğini arttıran,
bu hegemonyayı görünürleştiren, pekiştiren bir kavramsal ekonomiye yol
açtığıdır. Çünkü, bir bakıma, taklidin kısmi varoluşunda arzulanan sahiciliğin
gerçekliğidir. Oysa sahicilik, taklidin varolma düzleminde ancak bir yokluk olarak vardır; bu sebeple,
yokluğun bir yan etkisi, belki de
taklitçi aklın bir hilesi, yani otantisitenin bir parodisi olabilir en fazla;
otantisite, hem zamansal hem de mekânsal açıdan taklidin gerçeksizliği olarak gerçekleşebilir. Bu düzlemde taklit, sahici
bir şeylerin taklidi olduğu ölçüde yokluk olarak yokluğun dile gelişini temsil
etmeye başlar: Burada özgün bir şey yok! Özgünlük yada sahicilik giderek “bize
özgülük” anlamı kazanır ve bize özgü bir şeylerin, bizi biz kılan bir şeylerin,
taklit haricinde kalan, asla taklit edilemez bir sahiciliğin acı verici yokluğu
hissedilir9. Taklit,
özsüzlüğün özsel kabulüdür. Bu sebeple o, sırf otantisitenin yokluğu olarak
resmedilemez. Zaten, taklit, ilkin bu yokluk fark edilince başvurulan bir gesturedir; bu yokluğu telafi etmeye
çabalayan, en azından bu yokluğun üstünü kapatma telaşındaki bir jest ve
mimiktir. Ama bu gesturenin, bu jest
ve mimiklerin abartısı içinde otantisitenin yokluğu daha çok göze batar.
Taklidin mükemmel olamayışının, kemale eremeyişinin bir sebebi de budur. Taklit
sürekli otantiğin bir eki/eklentisi (suplementary)
(Derrida, 1976) işlevini görür. Taklit, otantisitede dışlanan dışsallık olarak otantisitenin anlamsal
içeriğine müdahildir. Bu anlamıyla taklit, otantisiteyi işaretlemesi ve yeniden
işaretlemesi öngörülen otantiği tümler, onu handiyse kendi asliyetindeki
hayali/kurgusal/musavver ve bu nitelikleri yüzünden asla ele geçmez
otantisitenin mükemmelliğine iade eder, böylelikle onun otantisiteyi
işaretlemesine ve yeniden işaretlemesine büyük bir katkıda bulunur. (Sözgelimi
sahih bir Avrupalılık, ancak onu Avrupa-dışı sayabileceğimiz bası unsurlardan
sonsuza dek ayırt edebiliyorsak mümkündür. Buna karşın, Avrupalılaşma olarak
beliren bir taklit sürecinde ise mukallit, kendi üstünde hem Avrupalı-oluşun hem de Avrupalı-olamayışın izlerini taşır ve
böylelikle sahih bir Avrupalılık diyebileceğimiz bir şeyin olabilirliğini de
kuşkuya düşürür, hatta onunla bir rekabet ilişkisi içine girer. Bundan dolayı,
mukallidin kimliğinde bizatihi Avrupalılığın da eğretileştiği söylenebilir. Bu
noktada bizatihi Avrupa, Avrupa’nın bir taklidi, bir similacrumudur. Bosna, Ruanda, Filistin, Çeçenistan vb. çatışma
bölgelerinde benimsediği tutum ve tavırlara bakılarak Avrupalılığa atfedilen
birtakım değerlerin öncelikle Avrupa tarafından çiğnendiği eleştirilerini,
Avrupa-dışı kültürlerin sık sık dile getirmesi salt siyasal ve söylemsel
açılardan değil akli ve kavrayışsal (cognitive) açılardan da kolaylaşacaktır).
Taklit, otantisitede fark ettiğimiz bu yokluğu, bu eksikliği gösterebildiği
ölçüde, paradoksal bir biçimde, otantisitenin önünü açar, otantikleşmeye
başlar- o da en az otantik kadar otantisiteyi işaretler ve yeniden işaretler.
Artık otantisite, sadece taklidin bir potansiyeli, imkanı (Aristotelesçi potentia) ya da bir kalıntısı, tortusu
(Husserlci residue) değil; aynı
zamanda onun bir fazlası, bir ifrazatı, hatta bir “lüks”üdür (Bataillecı excess) de. Otantisite, kendisini
taklidinden her ayırt edişinde, kendinde
kendinden fazla bir şeyler taşıdığını ima edecek ya da taklitteki “noksan
öteki”yi temsil edip tamamlayacaktır. Öyleyse, otantiklik iddiası en azından şimdilik
bir “jargon” olarak sürdürülebilecektir. (AB için gerekli bütün kriterleri
yerine getirme azminde olduğu yetkili ağızlara defaaten açıklanmış bir ülkenin,
Türkiye’nin önüne her seferinde yeni engeller konması başka türlü nasıl
açıklanabilir? Yine, bu sebeple, Türkiye’de Avrupa-karşıtı lobinin Avrupa’nın
hal ve gidişatında gözlemlediği ya da bir biçimde bu gidişata atfettiği “kötü
niyet” ve çıkarcılık suçlamalarına ikna olmayı basitçe paranoyak hezeyanlara
kulak kabartmak mı saymalıyız?)
Buraya kadar geliştirmeye çalıştığımız bakış açısına
dayanarak, modern Avrupa kültürünün kendine atfettiği sui generis (kendinden menkul) otantisitenin10 ,
Avrupa-dışı kültürlerin taklitçi içselleştirmeleri sayesinde o erişilmesi zor
metafizik yüceliğinden çok şeyler kaybetmiş olarak görülebileceğini rahatlıkla
iddia edebiliriz. Türk toplumunun Tanzimat’la birlikte başlayan Avrupalılaşma
ve Batılılaşma/modernleşme süreci/serüveni bu taklit ve otantisite
ikileminin/sarmalının oldukça güzel bir örneğini teşkil eder. Bu süreç/serüven
zarfında Türk toplumu, kendini içinde bulduğu “tarihsel geri kalmışlık”
batağından kurtarabilmek için Batı’yı ve Batılı değerleri taklit yoluyla
içselleştirme ve böylelikle Batı medeniyetiyle temsil edildiğini düşündüğü
“muasır medeniyetler seviyesine” erişme, onunla arasındaki tarihsel mesafeyi
kapatma, hatta imkan olursa onu aşma/geçme gayretleri içine girmiştir.11 Türk
düşüncesinin modernleşme kamuflajı içinde Avrupa ve Avrupalılık artık Lacan’ın
deyimiyle “alacalaşmış bir arkaplan”dır, dahası alacalaşmış bu arkaplana tam
bir zıtlıktır. Böylelikle, süreç içinde bu mefhumlar temsil ettikleri içeriği
yalanlayan boş bir kalıba dönüşmüşlerdir. Türk modernleşmesine içkin mantık, bundan
dolayı rövanşist ve rekabetçi bir mantık olarak lanse edilebilir. Avrupalılığın
“hayal perdesi”nde Türk modernleşmesi kendi sonderweginin
gölgelerini aramaktadır.
Sözgelimi, Bülent Somay, Avrupalılaşma süreci zarfında
ortaya çıkan “Türkiye’nin kültürel/psikanalist coğrafyasının Garp Mukallidi
Züppe-Muhayyel Kemalist Özne-Yobaz üçgeninden oluştuğunu, bu üçünün
birbirleriyle ayrılmaz bir akrabalık ilişkisi içinde olduğunu” iddia eder
(Somay, 2001: 52). Bu üç figür de, her ne kadar Avrupalılaşma/modernleşme
sürecinde bu toplumda, bu topluma özgü olarak zuhur etmişlerse de izleri ya da
gölgeleri bizatihi Avrupa kültüründe de sürülebilecek özneleşme tarzlarına
delalet ederler. Bundan dolayı, Türk düşüncesinde Batılılaşma ve modernleşme
süreçlerine verilen bütün tepkilerin spektrumunu kuşatacak bir kapsama ve
inceliğe ulaşamasa da Somay’ın psikanalizden yola çıkarak yaptığı bu
tipolojileştirme biçimi bize üzerinde kafa yorabileceğimiz iyi bir şema sağlar.
Somay’ın Türk kültürüne ait figürleri
yerleştirdiği bu şemaya psikanalitik bir denemenin sınırları içinde kaldığı
oranda katılmakla birlikte (bu şemaya hangi oranlarda katıldığımız bu kısım
boyunca aşikar hale getirilecektir), bizatihi psikanalitik yöntemden
kaynaklanan bazı kısıtlanımlar dolayısıyla, bu iddiayı dile getirirken bizim
bakış açımızdan kaynaklanan bazı değişikliklerin olması da kaçınılmazdır.
İlkin, Somay’ın sözkonusu toplumsal figürler arasında
varsaydığı akrabalık ilişkisinin bir conveinentia,
konu(m)sal bir benzerlik olduğunu söylemek gerekir. Bu üç figür de aynı
söylemsel örgünün farklı kalınlık ve renkteki iplikleridir. Bu üçü de aynı
meseleyi paylaşmaları, ona farklı tezahür kalıpları altında da olsa benzer
biçimde maruz kalmaları ve bu sebeple, bu mesele dolayısıyla benzer biçimlerde
bir mes’uliyet üstlenmeleri bakımından akrabadırlar. Bu mesele, en kısa biçimde
dile getirilecek olursa tarihsel geri kalmışlık meselesi ve bu meseleyle
birlikte ortaya çıkan Avrupalılaşma/modernleşme sürecidir. Bu mesele ve sürece
ilişkin olarak üretilen muhtelif ve müteferrik cevaplardan müteşekkil söylemsel
örgü; Tanzimat’la birlikte yaşadığımız coğrafyada ortaya çıkan siyasal,
toplumsal, ekonomik, askeri, kültürel ve düşünsel kriz ve buhranların bütün
seyrini kuşatmış ve handiyse belirlemiştir. Söz konusu kriz ve buhranlar, bu
coğrafyanın nasıl kendisi kalıp ilerleyebileceği ve/veya modernleşebileceği,
taşralılıktan kurtulup evrenselleşebileceği sorunsalının merkezde yer aldığı
bir medeniyet ve tarihsellik12 krizidir. Tanzimat döneminden bu yana
bu coğrafyada tartışılan şeylerin tamamı bu sorunsal çerçevesinde yeniden
formüle edilebilir. Kendi tikelliklerimizi ve bize özgü olan şeyleri koruyarak
evrensel medeniyete dahil olabilir miyiz? Dahil olabileceksek nasıl ve hangi
yolla? Hangi bedel karşılığında ve niçin? Medenileşmek/modernleşmek ile
Avrupalılaşmak arasında ne tür bir mütekabiliyet, korelasyon, ilişki ve/veya
eklemlenme; ya da farklılaşma, çatışma, ayrılma ve/veya kopuşma vardır?
Medenileşmemiz/modernleşmemiz için Avrupalılaşmamız gerekir mi? Medenileşmemiz/modernleşmemiz
için ne kadar Avrupalılaşmamız gerekir? Bu sorular, Ahmet Çiğdem (1992)’in
“Türkiye’nin Sonderwegi” olarak
tartışma gündemimize soktuğu hususların da yeniden değerlendirilmesini
gerektiren bir muhteva ve niteliğe sahiptir.
Bu yüzden, bütün o “Türkiye’ye ve Türk düşüncesine has
bir yol (sonderweg) arayışlarını”
paradoksallaştıran şeyin, farklılıkların kendilerini benzerlikler üzerinden
kurmaya çalıştıkları bu söylemsel ayniyet ve taklit momenti olduğunu ileri
sürebiliriz. Somay’ın tipolojik olarak bize sunduğu yukarıdaki üç özne de bu
ilksel ayniyetten ötekini taklit yoluyla çıkışın ya da bu ilksel ayniyetin
ötekini taklit sayesinde geride bırakılışıyla oluşan metaforik evrenin ve
kavramsal ekonominin başlıca eyleyenleri ve deyim yerindeyse “geçiş”
figürleridir. Elbette burada bu ilksel/temel koyucu (primordial) ayniyet momentinin gerçekte var olup olmaması ya da
söylemsel/politik açıdan retro-aktif
bir inşa niteliği arz edip etmemesi, sorunsallaştırmamızın mahiyeti ve selameti
bakımından önemli değildir. Bu ilkselliğin pür bir başlangıç olmaması kuvvetle
muhtemeldir; hatta, Batılılaşma/modernleşme sürecinin retro-aktif etkileri dolayısıyla, artık bu ilksel başlangıç ve
travmayı asla kendinde ve kendisi için bir hadise olarak tecrübe edemeyeceğimiz,
düşünemeyeceğimiz, yeniden-yapılandıramayacağımız iddiası da psikanalitik
söylemin sınırları içinde makul bir seçenektir. Üstelik Avrupalılaşma sürdükçe
bu ilksel travmanın istikrarlı bir biçimde tekerrür edip “ilksel” olma niteliği
ve avantajlarından çokça şey kaybettiği de aynı şekilde ileri sürülebilir.
Bilindiği üzere akrabalık ilişkisi ya da conveinentia salt bir “yakınlık” ya da
hısımlık olmaktan çok daha fazla bir şeyleri ima eden içsel bir ilişki türüdür (Foucault, 1994: 44). Yakınlık bir temas
içerisinde korunur; ama, aynı temas o yakınlıkların bir özdeşlik olarak
algılanmasını da engeller. Yakınlık metaforu, mekansal olduğu kadar ve için bir
arayı, bir mesafeyi, bir uzaklaşmayı da temsil eder, kendi içinde barındırır.
Yakınlık, öte yandan, aynı metaforik rejimde derecelendirilebilir,
kuvvetlendirilip zayıflatılabilir de. Açıkçası, yakınlık, paradoksal da olsa
bir dolayımdır. Bu dolayımın
psikanalitik terimlerle incelenmesi yeterli değildir- sadece psikanalizin bir
yöntem olarak taşıdığı eksiklik ve yanlışlıklardan dolayı değil, aynı zamanda
farklı söylemselliklerin aynı teorik çerçeve içinde birbiriyle ilişkiye
geçirilme, diyaloga sokulma çabası olarak adlandırabileceğimiz ya da böyle bir
çabaya bizi sevk etmesi umulan “ayırma” ve “sınır çizme” işlemlerinin peşinen
dolayımsız addedilemeyecek bir muhtevaya sahip olmaları sebebiyle de.
Psikanaliz bize sadece dolayımların olabilirliğini sezdirebilir; onların
biçimi, niteliği ya da içeriği hakkında herhangi bir şey söylemez (bu noktada
söylediği şeyler de, -Somay’ın yazısının yönelimlerinden rahatça
çıkarsayabileceğimiz gibi-, doğrusunu söylemek gerekirse, ipe sapa gelmez
şeylerdendir).
Psikanalitik analiz girişimi bu farklılıkların
oluşturulması ya da sınırlarının çizilmesiyle ulaşılan kavramsal ekonomiyi
okuma gayretlerini anlamlandırmamızda yanıltıcı sonuçlara götürebilir bizi. Söz
gelimi Somay’ın psikanalitik analizinde Garb Mukallidi Züppe ile Muhayyel
Kemalist Özne öz evlatken Yobaz bunların ana bir baba farklı üvey kardeşleri
olarak resmedilir13; bir nevi Yobaz, “besleme”dir. Bu “üveylik” Türk
modernleşmesine özgü yolun iç-erimi, iması ve ufku olduğu kadar onun dini,
modernleşme sürecinin sınırlarından dışarı sürme çabalarını da besler. Aynı
zamanda modernleşme ile Batılaşma süreçlerini özdeşleştirerek okumamızı önerir.
Oysa yukarıda kısmen değindiğimiz sonderweg
sorunu tam da Batılılaşma ile modernleşme arasındaki bu ince semantik
farktan, nüanstan neşet eder, onu mümkün olduğunca genişletmeye çalışır.
Tanzimat’tan bu yana Türk düşüncesi diyebileceğimiz zayıf bütünsellik tam da bu
semantik fark ve potansiyel dolayısıyla ve bu fark ve potansiyelin tarihsel
açıdan önemli olup olmadığı sorunsalıyla karakterize edilebilir.
Bu yüzden mezkur iddianın konumlandırılabilmesi için,
onun “hayatını Garb Mukallidi Züppe ile Muhayyel Kemalist Özne arasında
salınarak, ikisini birden içermeye çalışıp beceremeyerek” (Somay, 2001: 54)
geçiren birisine ait olduğunu kaydetmek gereklidir.14 Bu, en azından
psikanalize ihtiyaç duyan veya psikanalize ihtiyaç duyduğunu “itiraf eden”,
hegemonik simgesel kurgu karşısında suçluluğunu/eksikliğini kabullenen –çünkü
bu hegemonik simgesel kurgunun arzularını yerine getirememiştir- ve böylelikle
–Foucault’nun deyimiyle- “söyleme kışkırtılan” bir öznellik tarzıyla karşı
karşıya olduğumuzu göstermesi bakımından, ilginç değilse bile, önemlidir.15
Söz konusu öznellik tarzı “Bir ‘Garp Mukallidi Züppe’ öteki’si yaratarak
kurulan (muhayyel/tasavvuri) öznenin başta kendisi olmak üzere hepimize zararı
olduğuna” inanan, ana hedefi(ni) de o özneyi ‘parçalamak’ olarak seçen bir
öznellik tarzıdır (s. 40). Bu biçimiyle, en az meydan okuduğu öznellik tarzı
kadar, muhayyel ve imkansızdır da; bu üç figüre karşı kendi özerkliğini
kazanmak ister, bunun için mücadeleye atılır, fakat bu özerklik mücadelesi bir
yandan da öteki figürlerin varlığına ihtiyaç duyar. Diğer figürlerin kendi
üstündeki güç ve etkilerini tanıyarak/kabullenerek ve belli ölçülerde
içselleştirerek kendine ait bir söylemsel özerklik kazanma mücadelesi, ancak bu
söylemsel figür ve bağlamlardaki içkin
farkların, bu farkların oluşturduğu üretken
fazlalıkların açığa çıkarılmasıyla mümkün olabilecektir. Somay, benimsediği
psikanalitik bakış açısından dolayı bu içkin/üretken farkların/fazlalıkların
yapısal belirsizliği ve olumsallığından çok Baba’nın (Batı’nın) Yasası
karşısındaki konumlarına dikkat eder. Onları nihai tahlilde bu Yasa karşısında
edindikleri tipolojik benzerliklere ya da eksikliklere indirger veya keşfedilmesi zor başka “fazlalıklar”ın
simgeselliğine, bu simgeselliğin bulgulanmasına terk eder. Böylelikle, Somay’ın metninde muhayyel Kemalist öznenin
eleştirisi aracılığıyla eleştirilmeye çalışılan iktidar kurgusu (Baba’nın/Batı’nın/Büyük
Öteki’nin/Taklit’in Yasası) kendini yeniden düzenler ve pekiştirir. Oluşturulan
söylemsel yapının selameti ve liyakati açısından bu yapısal belirsizlik ve
olumsallık kontrol altına alınmaya çalışılır; ancak, bu tutum da yapıya
atfedilebilecek ontolojik narsizmi ve onun prosedürel sonuçlarını illetli
kılar; olumsallığın ağırlığını yapıya kaydırır, ona içkin bir hale dönüştürür
ve böylece onun zorunluluğunu imkansızlaştırır. Yapı içindeki mikro-olumsallık
ve belirsizliklerle mücadele, neticede yapının kendisine ait makro-olumsallık
ve belirsizlikleri besler, görünür hale sokar (Connolly, 1995: 43-50). Aslında
olumsallık, zorunluluğun bir parçasıdır; paradoksal bir deyişle, olumsallık zorunludur (Zizek, 2002).
Çünkü, gerçekte, Muhayyel Kemalist özne sadece Garb
Mukallidi Züppe’ye karşı değil, onunla birlikte Yobaz figürüne karşı da
tasavvur edilmiştir. Muhayyel Kemalist Özne tasavvurunun içsel sınırını Garb
Mukallidi Züppe belirlerken Yobaz onun dışsal rakibini teşkil eder. Somay’ın
yazısında “Yobaz” figürü üzerine ayrıntılı tahlillere rastlanmamasının bir
sebebi de budur. Yakın ve dost figürler ile rakip ve düşman figür(ler)
arasındaki çapraz geçişme (transposition)
bu analizi imkansızlaştırır. Zira, Yobaz figürü, Somay’ın yazısının devindiği
düzlemin (dolayısıyla, Baba’nın Yasasının), Yapı’nın, Çerçeve’nin dışındadır. Öte yandan, aynı figür, bu
dışarıdalık konumu aracılığıyla bu düzlemin de içinde yer aldığı söylemsel
mekanın raison d’etreini ve içsel
çerçevesini teşkil ediyor görünmektedir. Yobaz, bu çerçevenin dışlayıp ürettiği
olumsal/fazla/kaygan bir figür olduğu kadar onun zorunlu bir parçasıdır da.
Taklit nosyonu göz önüne alındığında “Muhayyel Kemalist Özne”nin
Garb Mukallidi Züppe ile Yobaz arasında bir geçiş kategorisi olarak kaldığı
görülür. Ancak, Yobaz’ın şedid kendilik ısrarına (aşağıda göstermeye
çalışacağımız gibi bu “kendilik ısrarı” da ancak taklitle birlikte mümkündür)
ve züppenin aşırı taklit hastalığına karşın Muhayyel Kemalist Özne’nin
Apollonculuğu, “kendilik ısrarı” ile “taklit hastalığı” arasındaki bir uzlaşımı
temsil etmez. Aksine, bu zeminde, züppe ile Kemalist özne bağlılaşıktır. Ne de
olsa taklit, az ya da çok, başarılı ya da başarısız olmasına bakılmaksızın
taklittir! Öte yandan Somay’ın analizinin sınırları içinde Yobaz’ın şedid
kendilik ısrarının da yeterince tutarlı olmadığı/olamayacağı söylenebilir.
Çünkü, Baba’nın yasasının sağlayacağı güvenli özdeşliği reddetmesi dolayısıyla,
öncelikle, “kendilik” üzerine bir düşünüm geliştirmesi ya da yeni bir
ego-ideali belirlemesi gerekir. Böyle bir düşünümün ya da ego-idealinin ilk
göstereceği şey stricto sensu
“kendilik” dediğimiz şeyin bir tasavvur oluşudur. Yani zihinde şekillendirilen,
tasvir edilebilen elbette, ama ancak dışına çıkıp/karşısına geçip tasvir
edilebilen, öznelliği bu şekilde kuran ve çeşitli özdeşleşmeler/dışsallaştırmalar
sayesinde onu teminata bağlayan bir tasavvur. Bu noktada, kendiliğin
otantisitesi diyebileceğimiz şeyin de bir petitio principii, bir kısır döngü, bir
kandırmaca, bir nevi bir racon kesme, hatta yapıdan kaynaklanan “zorunlu bir
olumsallık”tan çok yapıya içkin, dolayısıyla yapısal bir ayartma olduğunu bile
ileri sürebiliriz. Kendilik ısrarının kısa devreye uğrattığı bir nevi Hegelyen
kavramsal özdeşlik hareketi, bundan dolayı bir “devamlılığı” ya da
“sürekliliği” ima etmez; bunun tersine, yersiz bir “tekrar”a, takınağa işaret
eder (Çiğdem, 1998). Avrupalılaşma sürecinde Yobaz’ın kendilik ısrarı bu
mahiyetiyle bu süreçteki özneleşme tarzlarının kapıldığı dalgalanmada
başvurulacak önemli bir çıpa ya da çentiktir (zaten Somay da farkında
olmaksızın, yazısında bu çıpa ve çentiğe yer yer başvurur).
Yobaz’ın geleneğin mirası ve kendilik üzerinde aşırı
ısrarı, kimlik/farklılık diyalektiğindeki yapısal ayartmanın inkarıyla mümkün
olabilen bir ısrardır. İşin en ilginç tarafı, bu tür bir ısrarın da, ancak bir
meydan okumaya bir cevap olarak, yani yapısal ayartmanın olumsal karakter ve
taleplerinin kabulü sayesinde mümkün olabileceğidir. Sözgelimi, modernliğin
meydan okumasına karşı sahip olunduğu zannedilen geleneği ve bu gelenekten
gelen mirası cevap olarak ileri sürmekte elbette herhangi bir beis yoktur;
fakat, burada dikkat edilmesi gereken şey, bizatihi kendilik ısrarının asla
gelenekselleşmeye müsait olmayan ya da geleneğe dahil edilemeyecek bir takım
yönleri ve mahiyetidir. Oysa Yobaz, modern kültürün getirdiği bir takım
“pozitif” değerlere karşı ağzını her açısında aslında bunların ya da bunlardan çok daha iyisinin gelenekte olduğunu
ileri sürecek ve üstelik başta kendisi olmak üzere hiçbirimizin bundan haberdar
olmadığını söyleme tevazusunu da gösterecektir. (Aslında bunu söylediği anda
kendi söylemsel iktidarını da üzerimizde kurma/tesis etme fırsatını ele
geçirmiş olur: Bütün bunlardan sadece onun
haberi vardır. Bu bilgi, onda saklı olduğu içindir ki, gelenek hakkındaki kendi bilgisizliğinden -ve
tabii ki bizim bilgisizliğimizden de- bu kadar rahat bahsedebilmektedir). Ama,
öte yandan, geleneğin yeniden üretimi noktasında içine girdiği birtakım sıkıntılar
dolayısıyla ya kendilik ısrarını ve bu ısrar sayesinde temellük ettiği kof
mizacı daha fazla savunamayacak (zaten birisinin kimliğini ve kişiliğini başkaları nezdinde kanıtlamak zorunda
kalışı, bu klasik Hegelci tema, kendi başına incelenmesi gereken önemde bir
fenomendir), çünkü kendiliğini her savunma girişiminde nasıl kendi olamadığını
zımnen ifşa etmek zorunda kalacaktır; ya da, bu zımni itirafı daha dobraca ve
açıktan yaparak, yani modernliğin dayattığı “ben bir başkasıdır” formülasyonunu
tersine çevirerek bir çıkış noktası bulabilecektir: “başka olan (geleneksel
olan), bendir”. Ancak, bu da, aşikar olarak inkar edilen şeyin zımni bir
ikrarından başka bir anlama gelmez. Öte yandan, Yobaz, bu kendilik ısrarıyla,
bu ısrar yüzünden, bizatihi içinde bulunduğumuz toplumsal-tarihsel momentte ve
bu moment sayesinde geçmişin bir efekti, bir taklidi, şimdideki soluk bir
yansısı ve uzantısıdır da. Fakat bütün bu yerinde sayılabilecek eleştirilere
karşın, Yobaz’ı diğer figürlere karşı imtiyazlı kılan başka bir husus vardır:
onun kendilik ısrarı, ne kadar boş ve döngüsel, herhangi bir diyalektik sıçrama
içermeyen bir kavramsal hareket olursa olsun, hatta belki içerdiği bu yapısal
boşluktan dolayı, kendi olamayan bir kendiliğe yaptığı atıflar aracılığıyla
paradoksal bir biçimde kendi olabilen, bir ölçüde öz-göndergesel
sayabileceğimiz dinamik bir öznelliğe kapı aralar. Böylelikle Yobaz kendinde
kendinden fazlaya giden dolambaçlı bir yolu adımlamaya başlar. Bu yüzden, Yobaz’ın,
diğer iki figüre nazaran herhangi bir kastrasyon korkusu taşımamasına şaşmamak
gerekir. Tekrarın ve kendilik
ısrarının ürettiği ruhsal kinesis ona
toplumsal ontolojide önemli ve diyalektik olmayan bir sıçrama, belki de öteye
geçme imkanı tanır (Caputo, 1989).
Somay, psikanalitik “itiraflar”ına ‘Şark’ın yeraltındaki
öznesi’ni soruşturarak başlar:
Şark’ın sonu kapitalizme var(a)mayan üretim ve yaşam
tarzları hızla gelişen kapitalizmle aynı dünya içine çekilerek tahrip edilince,
o güne kadar durulmuş olan öznelliğin varoluş biçimleri de dengelerini yitirir.
(...) Baba, iktidar, özenilecek olan, bizi içerebilecek olan tek varlık,
kapitalist Garptır artık. Şark’ın toplumsal yapısı işlemez hale gelerek bizi
tükürmüştür içinden. Geri dönmeye çalışmak şizofreniden ibaret olacaktır. Ama
özendiğimiz, ben-ideali olarak gördüğümüz Garb’a da benzeyememekteyizdir bir
türlü. Zaten içerilme arzumuzu tatmin etmeye pek de niyeti yoktur bu Garbın. O
bizi kendi dünyasının, kendi hayat tarzının içine, onunla birlikte özne olalım
diye değil, sömürüsünün nesneleri olalım diye çekmiştir. (...) Şark’ın yeni
öznesi bu süreçte ortaya çıkar. Kuşkusuz Şark da içinde farklar taşımayan bir
bütün değildir. Bir kısmında haset hınca ve saldırganlığa döner, bir kısmında
ise özenme yalakalığa. Ama o muhayyel “Şark öznesi”nin esas gövdesi, özenti ile
haset arasındaki alacakaranlığa, yeraltına gömülür.
Muhayyel Kemalist Özne, iki büyük ve gerçek “Türk”
imgesine karşı, onların gündelik hayattaki hakimiyetlerinin politik/kültürel
iktidara yönelmesini engellemek üzere tasarlanmış; Cumhuriyetçi simgesel
kurguda bu işlevi üstlenmiştir. Sözkonusu bu iki imge, üçlünün diğer unsurlarıdır:
Garb Mukallidi Züppe ve Yobaz. Gerçi, Muhayyel Kemalist Özne de bir “Garb
Mukallidi”dir, ama Somay’ın güzel betimlemesiyle Apolloncu rahibin o dengeli ve
titrek üslubuyla taklit eder Batı’yı;
her şeyi yerli yerinde görmek ister; ölçülü, dingin ve aşırıya kaçmayan bir
taklit:
Muhayyel Kemalist Öznenin esas eğilimleri Garb’a ve
Romantik inkara doğrudur, ama Saf Arzuyu da bastırılmış (...) olarak içinde
taşır. Yobaz ile ise arasında aşılmaz bir duvar vardır, ilişkileri kapanmıştır.
Garb’a ve Romantik inkara doğru olan eğilimler, birbirine zıt yöndedir ve
özneyi ölümcül bir şekilde gererler. Züppe ise alsa içerilmez ama her zaman
için kuşatılarak kapsanır. Muhayyel
Kemalist Öznenin Şark ile gözle görünür bir ilişkisi yoktur. Olsa olsa
kayıtsızlık. (Somay, 2001: 444 abç M.G.).
Somay’ın tasvir ettiği biçimiyle bir toplumsal tipleme
olarak “Muhayyel Kemalist Özne”ye politik-söylemsel düzeyde çok sık rastlanır;
ancak, sanırız, Somay’ın yazısının yukarıda altını çizdiğimiz kısımlarında bu
muhayyel öznenin Doğu’ya kayıtsız kaldığı şeklinde ileri sürülen iddia
geçersizdir. Eğer bu üçlü arasında bir “akrabalık ilişkisi”, bir “yakınlık”
varsayılmışsa bir temas/kesişme düzleminin de varsayılması gerekir. Türk
Kurtuluş Savaşı’nın Doğu’daki birçok anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesine
ön ayak olduğu, fikri düzeyde rehberlik ettiği, cesaret verdiği yolunda
zihinlerimize kazınan, bir zamanların Üçüncü Dünyacı ideolojilerinin etkisinde
kaldığı besbelli olan ve okul kitaplarına kadar sirayet etmiş resmi söylemi
hatırlayalım. Varsaydığımız temas/kesişme düzlemi, “saf arzu”nun mevcudiyetini
yadsımamıza yol açacak bir biçimde bu söylemsel yüzeyde görünürleşir. Bu
noktada, Muhayyel Kemalist Özne’nin asıl çelişkisi ortaya çıkar. Romantik kibir
ile Garb’a yönelik “saf arzu” arasındaki bölünme Cumhuriyetçi siyasal kültürün
bütün versiyonlarında izlenebilir. O, “göbek bağını gömdüğü toprağı” hatırlamaktadır,
belki aşağılamayla (Mepris, contemptus),
belki nefretle; ama, asla kayıtsızlıkla değil. “Özgül yol” arayışının,
Türkiye’nin İslam dünyasına/“Doğu’nun mazlum halklarına” model oluşunun izleri, Muhayyel Kemalist Özne’nin Doğu’ya asla
gözlerini kapatmadığının da nişaneleridir. Daha 1931’lerde yazılmış Fatih-Harbiye romanının tezinden (Peyami
Safa manevi Doğu ile maddi Batı arasında bir “izdivaç” arayan Türk’lerin ne
ilki ne de sonuncusudur), 1970’lere ait Tehlikeli
Oyunlar’ın müntehir Hikmet Benol’undan geçerek 1990’ların postmodern ve bu
yüzden “çıtır çerez” Kara Kitap’ına
varan Doğu-Batı sorunsalı ve “sentez” arayışı farklı şiddet ve ölçülerde modern
Türk öznelliğinin bütün kademelerine hakimdir.
Muhayyel Kemalist Özne’nin Doğu’ya kayıtsız kalamadığını
söyledik. “Aşağılama” şeklinde gelişse bile bu kayıtsız kalamama hali önemlidir
bizce. Çünkü, Somay’ın Cumhuriyetçi simgesel kurgunun diline sadık kalarak
“Yobaz” olarak adlandırdığı toplumsal figürün değerlendirilmesinde bu kayıtsız
kalamama hali ön plana çıkar. Muhayyel Kemalist Özne ile Yobaz arasında bir
aşılmaz duvar varsaymak Cumhuriyetçi simgesel kurgunun “saf ve temiz
duyguları”nı ve içsel tutarlılık
iddialarını fazlaca ciddiye almak anlamına gelir- aslında bu anlamda, bu
duyguları ciddiye almak da gerekir. Elbette, Muhayyel Kemalist Özne hem “Garb Mukallidi
Züppe”ye hem de “Yobaz”a alternatif olarak tasavvur ve tahayyül edilmiştir;
ancak, yerinde ve dozajında bir yapıbozum uğraşı bu tahayyülün
kararsızlıklarını ve aporialarını
açığa çıkaracaktır. Cumhuriyet döneminde “İslam’da reform” arayışlarının, hatta
günümüzdeki “Türk İslamı” önerilerinin altı kazındığında görünecek olan şey,
Muhayyel Kemalist Özne’nin din ile arasındaki bağın, negatif bir düzlemde bile
olsa, hala korunduğudur.16 Apolloncu harmonia içerisinde ve bu harmonianın
rağmına kendi doğruluğundan asla emin olamayan, kararsız, mütereddit bir
tiplemedir Muhayyel Kemalist Özne. Sürekli “elhamdülillah ben de müslümanım,
ancak...” diye başlayan cümleler kurmayı sever. Başörtülü, namaz kılan babaanne
ya da anneanne; müftü, hoca ya da alim dedeler hem bir özlemle hem de
günümüzdeki negatif dini figürlerle/durumlarla bir karşılaştırma kıstası olarak
yad edilir.17 Elbette bu yad edişin sadece Muhayyel Kemalist Özne’ye
ait olmadığını gözlemlemek ufuk açıcı olabilir. Muhayyel Kemalist Özne, her hal
ve tavrıyla ayrıksı, somut ve monolitik bir özneleşme biçimi değildir. O,
ideolojik bağlamda farklı meslek, zümre, sınıf, tabaka ve toplumsal kademelere
sirayet etmiş bir öznellik tarzıdır ve bu haliyle, daha doğrusu bu hali
yüzünden muhayyeldir. Daha kesin bir
analizle, bu özne “Doğu’nun makus talihini” en azından Türk toplumunun
istiklali ve istikbalini korumak adına yenme saikiyle tahayyül edilmiştir. Bu
saikin, kendiliğinden, Muhayyel Kemalist Özne’nin davranışlarına, tutum ve
tavırlarına Donkişotvari bir “sakillik” kattığını iddia etmek bu yüzden
mümkündür. Bu sakillik, onun yer yer “Yobaz”a özgü, yer yer de “Garb Mukallidi Züppe”ye
özgü davranış örüntüleri geliştirmesini kolaylaştırır.
Bu sakilliğin daha detaylı bir incelemsi bize Muhayyel
Kemalist Özne’nin ruhsal harcama düzenindeki Apolloncu harmonianın psikanalitik anlamda sadece narsizmin bir tortusu olarak
var olmadığını, onun aynı zamanda Nietzscheci anlamda rövanşist bir hıncın (ressentiment) da mütemmim cüzü olduğunu gösterecektir. Her şeyi
düzenli ve uyum içerisinde görmek isteyen bu öznenin iktidar istencidir. Uyumu ister, düzeni arzular; çünkü, bu
takdirde, hak ettiği iktidara kavuşabileceğini umar. Hatta, onun yer almadığı
bir iktidar yapısı içinde hükmedenler ne tür bir düşünceye sahip olurlarsa
olsunlar en iyimser deyişle ya “vatan haini” ya da “mürteci”dirler; belki, daha
kötüsü, hem vatan haini hem de mürtecidirler. Her şeyden önce, böyle bir
iktidar yapısı, bir düzene değil, bir düzensizliğe, belki de bir “idari krize”,
“rejimin tehlikeye girdiği” bir döneme işaret eder. Bir zamanlar, Batılılaşma/modernleşme
sürecinin radikal savunucusu olan Muhayyel Kemalist Özne bu konumunun toplum
tarafından yeterince ödüllendirilmediğini, kendisinin süreçten dışlandığını
düşünür ya da mevcut güç ilişkileri ve sahip olduğu aşırı güç istemi onu bu
şekilde düşünmeye sevk eder. Bu hasete dayalı ruhsal harcama düzeninin
rövanşizmi içinde, zaman zaman, Batı’ya ve Avrupalılığa duyulan hayranlık da
harcanır; onun üretken potansiyeli tüketilir ve tersine çevrilir. Osmanlı’nın
son dönemlerinde İttihat ve Terakki’nin “bila kaydu şart” Alman hayranlığından
çıkarılan dersler Muhayyel Kemalist Özne’nin kulağındaki en değerli küpelerdir
sanki. AB’ye üyelik tartışmalarında muhalif kanada ait en güçlü seslerin bu
yüzden Muhayyel Kemalist Özne’lerden gelmesi pek şaşırtıcı değildir.
Diğer yandan, Bobby S. Sayyid (1995), Muhayyel Kemalist Özne’deki
bu kararsızlıkların Cumhuriyetçi-Kemalist sözdağarının onun ancient regime’inden iktibas
ettiği/ödünç aldığı unsurlardan kaynaklandığını belirtir. Hakikaten, her kurucu
edimin kendi içerisinde bir aporia
barındırdığını, siyasal bağlamda bu karar/kararsızlık ikilemini aşmanın
imkansızlaştığını gözlemlemek önemlidir. Cumhuriyetci devlet felsefesinin ve
ruhunun (staatgeist) (sözgelimi
“Cumhuriyet ilelebet payidar kalacaktır” sözü Osmanlı’nın “devlet-i ebed
müddet” anlayışının çok silik bir
kopyasıdır) önceki rejimin tözsel bir devamı
olduğu rahatlıkla gösterilebilir. Osmanlı Devleti, coğrafyası üzerinde hayali
bir varoluşu hala sürdürebilmektedir. Bir emperyal vizyon olarak Cumhuriyet’in
Osmanlı geçmişi, bölgedeki her kritik durumda Türk dış politikasının kimi
reflekslerini etkilemeye bu yüzden ya da buna rağmen devam etmektedir (Çalış,
2001).
Elbette bu anlayış içerisinde Doğu geçmiştir, Batı gelecek.
Fakat bu karşıt ögelerin de bu kavrayış biçimi içinde ikincil bir yarılmaya
maruz kaldığını söylemek gerekir. Batı, Batı olarak, “muasır medeniyetler
seviyesi” olarak hem şimdide var olur,
hem de mezkur öznellik(ler) için, onların da olmayı arzuladığı şey olarak gelecekte ikamet eder. Böylelikle Batı
kendi üzerinden ikiye katlanır (Hegel’e uyup kendinde ve kendi için Batı mı desek?). aynı ikizlenme (doubling) mekanizması, bu kez Doğu’ya da
uyarlanabilir: şu anki Doğu ve geçmişteki Doğu. Cumhuriyetçi hümanizma, şu anki
Doğu’dan kendini ısrarla ayırır; O’na ait olmadığını gösterme telaşındadır
(Garb Mukallidi Züppe’nin taklit gesturesindeki
“sakillik” bu noktadan kaynaklanıyor olabilir), ama bir zamanlar O’na ait
olduğunu da –bunu her ne kadar hıfzetse de- kabul etmek zorunda kalacaktır;
yoksa inkılapçı-değişimci çabalarının hiç bir anlamı kalmaz. Üstelik bir
zamanlar ait olunan Doğu’nun hemen bütün başarıları da bila istisna
sahiplenilir. Başarıları kendi hanesine yazıp başarısızlıklardan istifa eden
bir tarih anlayışı ve geçmiş kurgusu Muhayyel Kemalist Özne’nin kimliğindeki
irrasyonel ve söze dökülmez çekirdeği de açıklayabilir.
Aşağılama momentinde,
Garb Mukallidi Züppe’nin ve onun ılımlılaştırılmış biçimi olarak Muhayyel
Kemalist Özne’nin Doğu’da bulguladığı şey sürekli bir “eksiklik” hissiyatıdır:
Burada bazı şeyler yok! Neler mesela? Batı’da olan şeyler. Batı’da olmayan
şeyler olarak Doğu’da olan şeyler ilgi çekici, cezbedici, arzu oluşturucu bir
içerik ve forma sahip değillerdir. Hatta bunlar, çoğu kez, tiksinti verir,
grotesk bir taraf taşırlar. Bizatihi Batılıların Doğu’ya ilişkin
geliştirdikleri egzotizmden farklı olarak Batılılaşmış Doğuluların kendi
toplumları hakkında geliştirdikleri “negatif fantezi”lerin içeriği üzerinde
literatürde yeterince durulmamıştır. Batılılaşmış Doğulular kendi kültürleri
söz konusu olunca nedense kendilerini sürekli onun bir parodisini üretmek
zorunda hissederler. Halbuki parodi belli ölçülerde bir özdeşleşme, yakınlaşma
ve tanışıklık gerektirir; öyle yapılmalıdır ki sizi izleyenler sizin tam olarak
nerede yer aldığınızı ala
kestiremesinler (Butler, 1998: 269). Bu anlamda, parodi her zaman ötekiliğin
parodisidir. Yobaz, ötekiliği böyle bir parodik zeminde –ama bu zeminin asla
farkında olmaksızın- bir “kendilik” olarak mal ederken, Batılılaşmış
Doğuluların asıl çelişkisi sürekli kendi kendilerinin bir parodisini/taklidini
üretmelerinden kaynaklanır. Onlar parodisini/taklidini ürettikleri kültürün bir
parçası olduklarını “unuturlar”; onunla aralarına koydukları her mesafede, bu
mesafe koyma tavrında içerilen ironinin farkına
varamamaları yüzünden yeniden başlangıç noktasına savrulurlar. Onlar Doğu’nun
bir parodisini üretirken, böylelikle Doğu’nun dışında dururken, aslında tam da
bulunmaları gereken yerdedirler: Doğu’da, Doğu’ya “modellik” teşkil edecek
kadar onun içinde; hareketsiz, neş’esiz, sıkıntılı, melankolik bir parodi. Kişinin
asla kendisi olamadığı bir kendiliğin parodisi. Doğululaş(tırıl)mış Doğulular
ile Batılılaş(tırıl)mış Doğulular arasındaki söylemsel mücadelede bu yüzden
“aydın” kelimesi hep bir ihanet vezninde telaffuz edilir. “Hain” daima burada,
içimizde ya da aramızda olandır tanım gereği; o “biz”dendir, belki de
“biz”izdir; ne tuhaftır ki aydınların
ihanetinden bahsedenler de aydınlardır- ya da “yarı-aydın”lar.18
Halbuki Batı’dan bahsedilince hiç çelişkiye düşülmez; aydın olsun olmasın,
bütün yüzler nasıl da ışıldar, yürekler nasıl da titrer, bedenler nasıl da
kıpırdar! Bu yüzden Batılılaşmış Doğululara sürekli Batı’dan bahsetmek gerekir.
Peki ama hangi Batı’dan? Bir edimsel gerçeklik olarak (actuel) Batı’dan mı, bir tasavvur ve tahayyüller bütünü olarak (virtuel) Batı’dan mı yoksa erişmeye
çalıştığımız bir arzu-nesnesi olarak (potential)
Batı’dan mı? Bu üç Batı da Batılılaşmış Doğuluların yukarıda kendinde (asıl) ve kendi için (suret) Batı olarak belirlediğimiz ikiz ögelere yönelik
algılarının farklı formellikler altında bütünleştirilmeye çabalanmış şeklidir.
(Burada şunu tekrar vurgulamak gereklidir ki Batı artık bütün dünyaya içkin bir
fenomen olduğundan dolayı Batılılaş(tırıl)mış Doğululardan ve bu kesimden
farklı olarak Batılaşmamış
Doğululardan reel olarak bahsetmenin
bir anlamı yoktur. Artık kimse asli
yerinde değildir. Her şeyi yerli yerinde görmek isteyen Cumhuriyetçi harmonia’nın fark edemediği husus, artık
hiç bir şeyin yerli yerinde olmadığı/olamayacağı basit gerçeğidir. Bu bakış
açısından yukarıdaki her üç özneleşme biçiminin de ara yüzeyidir Batı).
Kopuş momentinde
içerilen tahayyül ise elbette Muhayyel Kemalist Özne’nin olmak istediği ve
böylece olduğunu kabaca farz ettiği bir Batı’dır; el’an mevcut Batı’nın şu anda bu tahayyülün koşul ve
gereklerine –en azından görünürde-
uygun bir davranış kipi ve örüntüsü geliştirme mecburiyeti o kadar önemli
değildir. Çünkü Doğu(luluk) kaybedilmiştir ve yerine bir şeylerin ikame
edilmesi gerekir; bu boşluk doldurulmalı, hayalet kovulmalıdır. Bunun için
öncellikle “kayıp-nesne”nin cazibedar niteliklerinden soyundurulması elzemdir.
Batı, ancak böylelikle Doğu’nun yerini alabilir; onun zihinsel ikame nesnesi
olarak arzu edilebilir. Aşağılama söylemleri bu işlemi gerçekleştirir; Doğu’yu
önceden sahip olduğu pozitif anlamdan ve cazibeden uzaklaştırır. Doğululuk bir
nefret nesnesi olduğu müddetçe ya da böyle bir nesne/şeylik statüsüne
çevrimlendiği için ülkede yaşanan bütün olumsuzlukların, bütün kötülüklerin
yegane sorumlusu, cisimleşmiş günah keçisidir.
Somay’ın psikanalitik analizi, Cumhuriyetçi siyasal
kültürdeki bu tutarsızlıkların oluşturduğu içsel söylemsel şiddeti
radikalleştirerek serimleyebileceğimiz ve böylelikle üstesinden gelebileceğimiz
bir tarzda işlemez elbette; bu analizin sınırları içinde, mezkur söylemsel
gerilim ve şiddet gene paradoksal bir biçimde gösterilerek görünmez kılınır, deyim yerindeyse “üstü çizilir”; bu
gerilim ve şiddet, şiddetle
bastırılır. Psikanalitik eleştirinin yetersizliği böylelikle iyice göze batar.
Somay, Türk kültüründe Avrupalılaşma ile oluşan rahatsızlığın etrafında dolanıp
durur; bir yandan, bu rahatsızlığı psikanalizden beklenmeyecek ölçüde kolektif
bir bilinçaltı kavramı aracılığıyla sınırlayarak gizemlileştirmeye, rasyonelleştirmeye,
gerekçelendirmeye çalışır; diğer yandan da onu Baba (“Batı”) tarafından
dayatılan Yasa (“modernleşme” ve evrensellik) biçimine sokarak bir çeşit
kastrasyon korkusu ve Gösteren rahatsızlığına indirger. “Gösteren
rahatsızlığı”na yaptığı aşırı vurgu yüzünden aslında bu tutum, taşıdığı siyasal
ve söylemsel imalar bakımından Batı’yı merkezileştirmeye yarayan başka bir
metinsel strateji ile karşı karşıya kaldığımızı
gösterir. Bu yönelimleriyle
Somay’ın analizleri de Türk düşüncesinin genel çerçevesine dahil olur- bu
çerçeveyi içinden gevşetip sağaltarak ötesine geçmek (psikanalitik soruşturmanın zıddına bir nevi Heideggerci Andenken ve verwindung19), çerçeve içindeki malzemenin muhtelif
kombinasyonlarını ve desenlerini, renk farklılaşmalarını, hatta fırça
darbelerindeki kararsızlıkları ve her zaman ressamın dikkatsizliğinden
kaynaklanmayan hata ve olumsallıkları araştırmak yerine, çerçeveyi resmin
kendisi ve üstelik tamamı olarak kabullenmemizi önermektedir.
II
Burada aykırı bir örnek olarak Türk düşünce ve kültür
hayatında Batılılaşmanın önemli bir rakibi biçiminde ortaya çıkan İslamcılığın
tezlerindeki tarihsel dönüşümü kısaca gözden geçirmek istiyoruz. Avrupalılığı
ve Batıya bakışla ilgili bu dönüşüm üç önemli uğrak içerir. İlk uğrak, Avrupalılığın
ve Batı’nın sınırlandırılışı, ikincisi külliyen reddi, üçüncüsü ise yeniden
tarifidir. Aşağıda her zaman çakışmamaları gayet muhtemel bu üç kavramsal ve
tarihsel uğrağı da birlikte ve birbirlerine karşı ele alacağız. Bu vesileyle
burada İslamcılığa dönük yapacağımız okumanın nihai ve kat’i olmaktan çok
“amaca özel” bir oluma olduğunu şimdiden vurgulayalım.
İslamcılık, ortaya çıktığından beri, en özgün ve en
önemli argümanlarını “Frenk mukallitliğini” eleştirirken geliştirmiştir.
İslamcıların bir çok sav ve iddiası bu bakımdan metinmerkezci bir yönelim gösterir ve yukarıda andığımız taklitçi
sarmala girmemeye itina eder; ancak, gerek bu yönelimi gerekse itinayı ele
alırken dikkat edilmesi gereken bir çok sınır ve sorun vardır. Bu sınır ve
sorunlardan ilkini, kanaatimizce, “Frenk mukallitliği” nosyonu teşkil eder.
İslamcılığa yönelik bir çok eleştiri bu sınırı pek kaale almadan
geliştirildikleri için ya İslamcılığın ideoloji öncesi çekirdeğini gözden
kaçırırlar ve böylece onu çeşitli sosyolojik kategorilere mahkum bir
söyleme/ideolojiye indirgemek zorunda kalırlar ya da bu ideoloji öncesi
çekirdeğin belirlenemez, ele geçmez niteliklerinin sözde bir tashihiyle
İslamcılığa “zamandan ve mekandan münezzeh” bir töz tahsis etmeye mecbur
kalırlar. İslamcılığın metinmerkezci yönelimlerinin
onun oluşumsal-söylemsel tarihinden kopuk bir okumasının ürettiği çelişki
İslamcılığın bir yandan taklit sonrası
bir döneme ait (yani yazımızın ilk kısmında bahsi geçen çerçevenin içinde), ama
diğer yandan da ona dışsal bir söylemsel formasyon olduğunu görememekten
kaynaklanır. İslamcılık, eğer bir ideolojiyse, öncelikle bir kriz dönemi ideolojisidir
ve bu anlamda kritik bir ideolojidir.
Fakat, diğer yandan da o kendini sadece bir ideoloji olmakla
sınırlandırmayacaktır. Bu olgu, bugüne dek, İslamcılığın hem kendinde hem de
karşı çıktığı söylemsel formasyonlarda bir tür anlamsal sıkışma ve yoğunlaşmanın
vuku bulduğunu bize gösterir/hatırlatır. Gerçi, İslamcılığın frenk mukallitliğini
reddi, bir ölçüde Yobaz’ın kendilik
ısrarını andırır, bir çok yönden “öze dönüş”çüdür; fakat, yobazın tavrına zıt
bir şekilde, özü asla elde-mevcut bir kendilik/zatiyet olarak tasavvur ve
temellük etmez.
Bu yüzden hemen belirtmek gerekir: İslamcıların “frenk
mukallitliği”ni eleştirisi ilkeseldir;
basit bir kimlik/farklılık diyalektiğine indirgenemez. Bu sebeple, İslamcılığın
metinmerkezci (fundamentalist)
versiyonları hem Batılılaşmacılığın “tatlısu frenkliğini”, hem de
gelenekselcilerin ve muhafazakarların geçmişe yönelik mimetik tutumlarını
eleştiri konusu edinir. Gerçekte onların metni/özü, tarih ve toplumdan kopuk
olarak okuma girişimlerinin en önemli saiki taklide yönelik bu ilkesel
eleştirileridir. Fakat, metin/öz ile dünya/gerçeklik arasında
belirledikleri/önceden belirlenmiş bir ayırımı, sınırı yada karşıtlığı muhafaza
ettikleri, ona güvendikleri ölçüde metni yeniden oluma, özü temellük ekme
çabalarını baltalayan bir boşluğa da düşerler: Metin ile dünya arasındaki
mesafe nasıl kapanacak, öze nasıl dönülecektir? İslamcılığın metinmerkezci
versiyonlarının cevaplamakta en çok güçlük çektiği soru budur. İslamcılığın
hilafına Batılılaşma sürecinin kazandığı tarihsel başarılar, bu sorunun
vahametini arttırmış, handiyse İslamcıların bu sorudan bile vazgeçmelerini,
onun sayesinde edindikleri sorgulayıcı nitelikleri terk etmelerini
kolaylaştırmıştır. Batının ve Batılılığın külliyen reddi olarak nitelediğimiz
ikinci kavramsal ve tarihsel uğrak bu sorgulayıcılığın yitimine verilen önemli
bir taviz ve tepkidir. Batılılaşmanın tarihsel ve toplumsal başarılarını
siyasal bağlamlarda gerekli ve yeterli bir biçimde sorunsallaştıramayışı
neticesinde İslamcılık bugün çerçeve
içindeki yerini de kaybetme tehlikesiyle yüz yüzedir.
Hiç şüphesiz, metinmerkezcilik haricinde ayrıca belli bir
siyasallığı ve siyasallaşmayı da gözeten “kurucu siyaset” arayışları, bugüne
dek, İslamcılığın mezkur soruya ve tehlikeye karşı ürettiği en anlamlı,
üzerinde en çok tartışma yapılan ve belki de bu yüzden en üretken cevap
olmuştur. Fakat, bu arayış ve sorunsallaştırmaların da farklı varyant ve devam
yollarının var olduğunu görmek gerekir. En azından İslamcılığın ilk ortaya
çıkış yıllarında Batılılaşmacılığa karşı geliştirdiği en önemli argümanın
“kültür ile teknoloji” ayrımında köklendiği gözönünde tutulursa ne demek
istediğimiz rahatlıkla anlaşılabilir. İslamcılar, Batı’yı taklit sarmalına
düşmemek için taklide yönelik ilkesel eleştirileri doğrultusunda taklit
arzusunu ve bu arzunun nesnesini, dolayısıyla Batılılığı/medeniliği birbirinden ayırt edip sınırlandırma
çabalamışlardır. İslamcılar “bize-özgü-olan” (metin/öz) ile “herkese-özgü-olan”
(dünya/gerçeklik) arasındaki sınırı, kültür ile teknoloji arasında
koyutladıkları bu teorik-operasyonel ayırıma dayanarak belirlemişlerdir. Öte
yandan, Batı’nın her türlü görünümüne “evrensellik” payesi veren yaklaşımlara
karşı en azından metinsel/kültürel farklılık iddiasını dile getirmek, “kurucu
siyaset” arayışlarındaki çoğullaşma iradesinin bir göstergesidir. Bu farklılık
iddiası, hemen fark edilebileceği üzere, köktenci bir nitelik sergilemez ve
kendisinden rahatlıkla vazgeçilebilecek ölçüde bir “kısmilik” taşır.
İslamcılar, burada, ikili bir strateji izlerler; bir yandan bilim ve
teknolojinin herkese özgü olan yanlarını, Batı’nın en azından bu alandaki
üstünlüğünü, hatta Batılı bilim ve teknolojinin evrenselliğini sorgulamaksızın
kabullenirken, diğer yandan da bu kabulün doğuracağı kimi sakıncaları bertaraf
etmek ve çeşitli özgüven motivasyonları sayesinde zor bela tedarik edilen
İslamcı toplumsal sermayeyi koruyabilmek umuduyla inanç, ahlak ve kültürü bu
evrenselleşmeden beri tutarlar. Sorun böylece herkese-özgü-olan ile
bize-özgü-olan arasındaki iletişimin nasıl “makul” bir çerçevede
gerçekleştirileceğine, aradaki sınırın hangi protokoller ve pasaportlar
sayesinde geçilebileceğine dair bir girişim niteliğine ve bu girişimin
gözetimindeki tarihselci bir fark mantığına dönüşür. Öze dönüşçü çabalarda
bazen bu fark mantığı, aradaki sınırı asla aşılamaz bir duvara çevirir. Öze
dönüşçü hakikatin aktüelleşmesi bu sebeple neredeyse bu duvarın mukavemetine
terkedilir. Bize-özgü-olan ile herkese-özgü-olan arasındaki teorik-operasyonel
ayırımın tözselleştirilmesi, bundan ötürü öze dönüşçü çabaların en önemli
handikapı olagelmiştir. Bir bakıma, teknoloji ile kültür arasındaki sıkı
irtibatın gözden kaçırılışı burada üzerinde durmaya değmez bir nokta olarak
görünür; çünkü, bizim ilgilendiğimiz husus, bu tarihselci fark mantığının
radikalleşerek, İslamcılığın sonraki açılımlarında Avrupa-merkezciliğe yönelik
olarak şiddetlenip gelişecek olan daha kapsamlı ve kuvvetli eleştirilerin
İslamcılığın ortaya çıkışının ilk yıllarındaki bu izidir. Bize-özgü-olan ile
herkese-özgü-olan arasındaki ayrımın tözselleştirilmesi pahasına dile getirilen
bu eleştiriler, en azından evrenselliğin herhangi bir ön-sorgulamaya tabi
kılınmaksızın tikel bir kültüre, Avrupa kültürüne tahsis edilmesi ameliyesini
engellerler. Bizi biz kılan şeylerin neler olduğu konusunda sonradan açığa
çıkan ayrılıklar da bu noktada pek önemli görünmemektedir. Hatta, bizim biz
olarak var olamayacağımız iddialarını da bu veçheden değerlendirmek daha uygun
düşecektir. İslamcılığın Batılılaşma serüveninin ilk uğrağında Batı ile arasına
koyduğu bu dışsal fark daha sonra şiddetlenerek ikinci uğrağı mümkün
kılacaktır. Batının bilim ve teknoloji ile sınırlandırılması, bu bilim ve
teknolojinin ülkede yeterince edinilmesiyle birlikte, onun külliyen reddine de
mazeret teşkil edecektir. Sözgelimi, MSP ve RP geleneğinin bütün “ağır sanayi
hamlesi” retoriği ile kimi siyasal gözlemcilerin “özsel” buldukları Batı
karşıtlığı söylemini bir arada tutan şey bu tarihsel olgudur. Esasen bu durum,
İslamcı söylemde “dışsal farka” dayalı siyasal mantığın siyasal sonuçları
bakımından daha önemli bir “içsel fark” mantığına evrilişini işaret eder.
Burada, İslam ülkelerinin Batılılaşmasını bir “veba” olarak kavrayan ünlü
İranlı mütefekkir ve hikayeci Celal Al-i Ahmed’e ait ve İslamcılığın Batılılaşmaya
bakışını özetleyen o güzel metafor hatırlanabilir (Ahmed, 1988; Sayyid, 2000).
Bu durumda İslamcılık kendini, “Batılılaşma vebası”na karşı sadece
korumacı-karantinacı bir müdahale olmakla sınırlamaz; o, aynı zamanda, bu
vebanın oluşturduğu bazı enfeksiyon ve rahatsızlıkları teşhis ve tedavi edici
bir tıbbi müdahaledir de. Böylelikle, İslamcılığı, Müslüman dünyanın bir
“patolojisi” olarak değerlendiren kimi yaklaşımlardan (Shayegan, 1991)
uzaklaşıp vücudun enfeksiyonlara karşı verdiği normal bir tepki olarak kavramak
kolaylaşır (Aktay, 1998).
Tarihsel geri kalmışlık sorunundan kurtulabilmenin yegane
yolunun hemen her düzeyde Batı’yı ve Batılı değerleri kabullenmekten/taklit
etmekten geçtiği fikrine karşı ilk dönem İslamcılarının savunmacı bir
pozisyonda kalarak Batı’nın üstünlüğünün teknolojik, askeri, ekonomik ve medeni
başarılarında yattığı; fakat bütün bu başarılarına karşın, Batı’nın aynı
zamanda hem kültürel hem de ahlaki düzeylerde önemli ölçülerde bir yozlaşmayı
temsil ettiğini dile getirmeleri onların bir çok bakımdan Batı-dışı bir
modernleşme arayışına umutsuzca da olsa sahip çıkma çabalarındaki
korumacı-karantinacı yönelimleri yansıtır. İlk dönem İslamcılarının bu tutumu
sadece onlara has değildir. Medeniyet ile hars arasında varsaydığı ayırımla Ziya
Gökalp de benzeri bir argümanı dile getirmiş olmakta ve en azından
kültürel-ahlaki anlamda Batılılık ile
medenilik anlamında Batılılık arasında korumacı-karantinacı bir ayırımı
öngörmektedir. Türk düşüncesinin bir çok figürü, temelde, aynı ayırımı farklı
kavramlarla dile getirip bu kavramlar arası diyalog ve “sentez”i kendi
eserlerinde temsil etme yoluna gitmişlerdir. Nitekim, Ahmet Ağaoğlu, Niyazi
Berkes, Sabri F. Ülgener, Peyami Safa, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Nurettin
Topçu, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Cemil Meriç vb. Aydınların başka hal ve
şartlar altında asla birlikte düşünülemeyecek eserleri bu “bize-özgü-olan” ile
“herkese-özgü-olan” arasındaki ayrışma, çatışma, uzlaşma ve diyalog
arayışlarının birer örnekleridir. Medeniyetin evrensel, kültürün ise tikel bir
tarzda tanımlanışı sadece teorik-operasyonel açıdan ele alınamaz elbette. Bu
ayırım Türk düşüncesi ve kültürünün haysiyetinin sınandığı ya da kurban
edildiği önemli bir uğrak ve sunak taşıdır. Taklitçi arzunun deformasyonundan
uzaklaşmanın yolu herkese-özgü-olan ile bize-özgü-olan arasındaki iletişimsel
etkileşimi temin edecek kanalları açık tutmaktır. Bu ise geniş bir kavramsal
sözdağarını ve etkin bir düşünsel pratiği zorunlu kılar.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren İslamcılığın kamusal
tartışmalardan geri çekilmek zorunda bırakılışı Türk düşüncesinin gelişimine bu
tartışmacı, sorgulayıcı figürün yapacağı “teşhis ve tedavi edici” katkıları ve
tedarik edeceği açılımları kısıtlamıştır. Batılılaşma pratiği içinde
bize-özgü-olanın herkese-özgü-olanda eritilerek kayboluşu, burada herkese-özgü
olan şeklinde tanımlanabilecek “evrensel”in nihai kertede içi boş ve saydam bir
kategori olarak taşıdığı niteliklerden dolayı Türk kültürünün kimlik krizini
kronikleştirmiş, bu evrenselliğin Avrupamerkezciliğin plağına dolaysızca
yazılan/kaydedilen tınısı modern Türk düşüncesinde giderek monotonlaşmıştır.
Bu noktadan itibaren İslamcılığın üçüncü uğrağına
değinebiliriz. Avrupalılığın değişim değeri yerine kullanım değerini ön plana
çıkarmaya çalışan bir bakış açısını yansıtır bu son uğrak. Avrupalılığı mümkün
olduğunca kullanım değeri ile yeniden tarif etmeye meraklı bu uğrakta, modern
Türk düşüncesi içindeki rakiplerini düşürdüğü bir tuzağa İslamcılığın kendisi
de yakalanır; zira, Avrupalılığın kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki
diyalektiğin modern Türk düşüncesine has taklitçi sarmal içindeki kopuşmasının,
yer değiştirmesinin ve tersine dönmesinin farkında olmasına karşın onun
“anlamını ve önemini” yeterince takdir edemez. Böylelikle İslamcılık, üçüncü
uğrağında, her ne kadar Avrupalılığın/Avrupacılığın kullanım değerine sımsıkı
yapışıp ondan politik-pratik açılardan azami ölçülerde istifade etmeye kalkışsa
da, bu mefhumların Türk toplumunda kazandığı değişim değerine bel bağlayan
gösterişçi ve fetişist bir konuma gerisin geri savrulur. Avrupamerkezci
evrenselliği eleştirerek kendi özgüllüğünü ve entelektüel/siyasal rüşdünü
kazanmış bir tutumun bu safhada ileri sürdüğü tezler bundan dolayı maalesef bu
entelektüel/siyasal rüşde sahip olmaktan duyulan ürküntünün/infialin ibretamiz
örnekleridir. Zira, gerek içsel gerekse dışsal, ama her halükarda üretken “fark
mantığını”, bu infialin doğurduğu telaş esnasında yitirecektir. Haiz olduğu
fark mantığının ve sahip çıktığı özgüllük gramerinin ürettiği entelektüel/siyasal
meşruiyeti, pratik/toplumsal bir meşruiyetin (“hayat hakkı”nın) sağlayacağı
geçici rantla değiş-tokuş etme gayreti içinde, hem bu fark mantığını ve
özgüllük gramerini kaybedecek hem de Avrupamerkezci evrenselliğin dayatmalarına
boyun eğmek zorunda kalacaktır. Bize-özgü-olan, bir kez daha
herkese-özgü-olanın hegemonik mantığında herhangi bir iz bırakmaksızın ve
üstelik ona borçlanarak iflas edecek/silinip gidecektir. Nihai tahlilde bu
iflas ve silinip gitme, çağdaş Müslüman öznellikteki dışa açılma ve sirayet
etmenin bir
emaresi olmaktan çok, bu öznellikteki bir tür melankolik yarılma ve içe
kapanmanın yeni bir “alameti” ve dışavurumudur.
DİPNOTLAR
1-Bu tür öz-düşünümler sadece milliyetçi-muhafazakar kesimlerden
gelmemiştir. Sözgelimi Mümtaz Turhan, Erol Güngör vb. milliyetçi-muhafazakar
sosyologlar garplılaşma sürecinin ülkedeki konumunu eleştirel bir muhasebeye ve
değerlendirmeye tabi tutarken Kemal Tahir, Niyazi Berkes gibi sol yönelimli
aydınlar, bu sürecin doğrudan Türk düşüncesi ve politikası üzerindeki
etkilerini sorunsallaştırmışlardır. Karşılaştırma için bkn. Güngör, 1991;
Berkes, 1976.
2-Türk beşeri bilimler geleneğinde farklı ekol ve paradigmaların
oluşamamasının bir sebebi de bu “ithal ikameci” entelektüel, kültürel ve
akademik politikalardır kanaatimizce. Bu konu etrafında daha ayrıntılı
analizler için bkn. Aktay, 2002.
3-Halbuki tarihsel gecikmişlik bilincinin, paradigmatik Alman
sonderweginden beri bütün farklılıklarına rağmen “aynı değerde olan iki
tarihsel düzeyin (Orta Çağ/Modern Zamanlar, Fransa/Almanya vs.) eşzamanlı
olarak prise de conscience’i (kendinin farkında oluş)”nin farklı çeşitlemeleri
olduğunu gösteren A. Laroui, Üçüncü Dünya aydınlarının karşılaştığı problemleri
ve seçenekleri, tarihselci bir Marx okuması ile serimlemeyi dener (Laroui,
1993: 153-177). Esasen, Laroui’ye göre, tarihselcilik, etkin bir biçimde
kullanılabilirse “kolektif eylem”, yani politik praxis için anlamlı bir mantık
sunabilir.
4-Kopenhag zirvesi öncesinde ve sonrasında “muhafazakar demokrat” AKP’nin
genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık sarf ettiği “Kopenhag
kriterlerini Ankara kriterlerine dönüştüreceğiz” sözünü bu bağlamda yorumlamak
mümkündür. Türkiye, artık, ironi bu ya, Avrupa’ya Avrupalılık dersi verebilecek
bir konumdadır ya da kendisini öyle hissetmektedir. Belki de, bu anlayışa göre,
Avrupalılaşmış bir Türkiye Avrupa’yı da “gerçek Avrupa” ile tanıştırmayı, yani
onu da Avrupalılaştırmayı başaracaktır.
5-Burada sorun, Avrupa’nın şu anda tarihsel olarak yaşamak zorunda
kaldığımız bir “emri vaki” durum olması değildir; aksine, asıl sorun, bizim bu
emri vakiye ne tür bir tavırla yanıt verdiğimizdir.
6- Elbette bu “mecbur kalış”ta yer yer toplumca kapıldığımız iktisadi,
tarihsel, toplumsal, siyasal, kültürel, psikolojik vb. birtakım sorunların
etkisi büyüktür- ama sormak gerekmez mi, bu sorunların yüzde kaçı bu süreç
zarfında gerçek anlamlarıyla tartışılabildi? Deyim yerindeyse, AB üyeliği için
bu kadar ısrar, bütün bu sorunları kendi aramızda “adam gibi” tartışmanın
korkutucu sorumluluk ve yükünden “kaçış”ın dolaysız bir yansıması ve ifadesi
değil midir?
7- Kopenhag zirvesi öncesinde ve esnasında Avrupa anayasasını hazırlayan
komisyonun başkanı Gerard D’estaing’in bu minvalde yaptığı açıklamalar
Avrupa’nın nasıl ve niçin sınırlandırılacağına ilişkin sorunlu tartışmanın
önemini yeterince vuzuha kavuşturmuştur. Ahmet Çiğdem’in bu konudaki
tartışmalara yaptığı özgün bir katkı için bkn. Çiğdem, 2002.
8- Kopenhag zirvesinden Türkiye hakkında çıkan kararın “hukuki” olmayıp
bütünüyle “siyasal” olduğunu tartışan bir yazı için bkn. Aktar, 2002.
9- Heinrich Böll’ün her türlü gülüşü taklit eden ve fakat kendi gülüşünü
kaybeden öykü kahramanı burada bir örnek olarak aklımıza gelebilir. Söz konusu
kahramanın artık taklit edemediği tek bir gülüş kalmıştır, o da kendi gülüşü.
Taklit edebildiği o binlerce gülüş arasında kendi gülüşünü kaybetmiş ya da
unutmuştur çünkü. Bkn. Böll, 1987.
10- Weber Avrupa kültürünün sui
generis’ini onun rasyonalite biçimlerinin diğer kültürlerin rasyonalite biçimlerinden farkında arayıp
bulurken, Weber’in analizini genişletip kısmen gevşeten Habermas’ta bu nitelik,
kendi yapısal çatışmalarının içinden geçip üstesinden gelebilme becerisini
ifade eder. Bu konuda daha detaylı bir okuma için bkn. Güzel, 2002.
11- Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında verdiği birçok
demeç ve beyanatta genç Cumhuriyet’in amacının Batılılaşma değil
modernleşme/medenileşme olduğunu vurgular. Taklit bu demeç ve beyanatlarda
şiddetle eleştirilir. Buna karşın, Cumhuriyet deneyiminde Batı’yı taklit
etmeksizin nasıl modernleşileceği/medenileşileceği sorusu hep cevapsız kalmış,
böyle bir imkan teoride kabul edilse de pratikte reddedilmiştir. Bkn. Atatürk,
1989.
12- “Medeniyet” kavramının taşıdığı bazı muğlaklıkları tartışma konusu
etmeksizin şunu iddia edebiliriz: “Muasır medeniyetler seviyesi” dendiğinde, bu
ibarenin taşıdığı aşikar çoğullaşmaya karşın, paradoksal olarak aslında hep tek
bir medeniyetin, Batı medeniyetinin seviyesi kastedilmektedir. Medeniyet, bu
noktadan itibaren sadece Batı’ya hasredilir. Çin, Hint, İslam vb. medeniyetler
bu söylemlerde ya “muasır” değillerdir ya da “medeniyet.”
13- Bu üveylik konumuna bizatihi
Somay’ın yazısı dolayısıyla bile karar verebiliriz. Somay’ın yazısında diğer
iki figürün oynadığı başrollere nazaran “Yobaz” tam anlamıyla hikayenin
selameti açısından gerekli bir figüran konumundadır.
Yine ilk iki figürü analizinde psikanalize sık sık başvuran Somay söz “Yobaz”a
gelince psikanaliz yerine termodinamik metaforları –üstelik hata yaparak-
kullanır. Yobaz, ona göre, termodinamiğin ikinci yasasının hilafına hareket
eden biridir. Oysa toplumsal ve kültürel sistemleri termodinamik sistemlere
benzetmenin uygunsuzluğu bir yana, termodinamiğin “ikinci yasası” sadece ve
sadece evrensel sistemin entropisinin arttığını söyler- yani a priori evrensel bir sistem varsayar.
Diğer bağıl sistemlerde entropi her hal ve şartta artacak değildir. Cumhuriyet
dönemi Türk kültürü haiz olduğu bazı nitemler (“Cumhuriyet dönemi”, “Türklük”,
“kültür”) dolayısıyla, açıktır ki, bağıl ve belirli bir sistemdir. (Zaten, bu
sebeple, psikanalize konu ediliyor değil midir?) Öte yandan termodinamikte
“evrensel sistem” termodinamik analizi kolaylaştıran mutlak bir soyutlamadır ve
analize konu edilen herhangi bir bağıl sistemin “mutlak dışarısı”nı işaret
eder. Bu sebeple bağıl bir sistemde entropinin sürekli artacağı varsayımı,
sosyal teoriyle uğraşanların fiziki bilimlerden edinilen metaforların aldatıcı
ikna gücüne ilişkin taşıdıkları hayranlığa hamledilebilecek düzeyde
olgusal/maddi bir hatadır.
14- Somay, bu satırlara yazısının sonunda italik olarak yer verir. Bir nevi
bir post scriptumdur söz konusu
satırlar. Yazının sonunda, yazıdan bağımsız bir e(r)k (supplement-power) olarak yer alırlar ve yazıda ileri sürülen
iddialar ile ilgili bütün yorumlama faaliyetini kontrol etmeye yönelirler. Öyle
ki okurun “yazının içinde yazarı bulabilmesi, kendisini de bulabildiği ölçüde
mümkün olabilecektir ancak.” Tabii, okurun kendini bulabilmesi için öncelikle
–yazı içinde- kendisini kaybetmiş
veya kendisinden geçmiş olduğunu
kabul etmesi gerekir. Somay, yazının gerçekliği ile okurun gerçekliğini kopmaz
bir şekilde birbirine raptetmeye çalışır böylelikle. Bu kabul ve raptediş,
Hıristiyani itiraf yoluyla mı, alla turca mı, yoksa sadece Somay’ın yazar
(“analist”) performansıyla mı gerçekleşecektir? Bu pek bilinmez, ne sonda ne
önde bu soruya bir yanıt verilmez; çünkü tartışılan konu budur: bir özne, bir
kendilik olma sürecinde, bu performansı sergilerken karşılaştığımız sorunlar
nelerdir? Tam da bu noktada, Somay’ın yazısının giriş cümlelerinde bahsi geçen
karşıtlık, yani Doğu’nun despotizmi (“işkence”, korkutma, baskı yoluyla ifade
alma) ile Batı’nın özgürlükçü özne teknolojileri (“itiraf” mekanizmaları)
arasındaki hiyerarşi tersine çevrilebilir. Bilindiği gibi “itiraf”, mu’terifin
üzerindeki iktidar ve tahakkümü içselleştirmesinin bir neticesidir; itiraf eden
özne “suçluluğunun farkında olan” bir öznedir; buna karşın, “işkence”ye maruz
kalan öznenin üzerinde iktidar ancak dışsal olarak işleyebilir; işkenceye maruz
kalan özne, özgürlüğünün bedelini işkenceye uğrayarak ödemektedir; ama,
söylemek bile gereksiz, bu şekilde özgürlüğünü de koruyabilmektedir. Somay’ın
yazısında “itiraf”a (Batı’ya) tanınan bu hiyerarşik kayra tam da psikanalitik
iktidar ve disiplin pratiğinin kamil bir örneği olarak yeniden okunabilir.
Yazının sonundaki satırlar, böylelikle okurun anlama ve yorumlama sürecine
yönelmiş dostça bir “uyarı”dan düşmanca bir “tehdid”e kadar farklı bir skala
içinde yeniden yorumlanabilir. Elbette Somay’ın yazısında kendimizi kaybetmemiz
ya da bulmamız bu yazıyla ne tür bir ilişki kurduğumuzla bağlantılıdır. Bizim
klasik okuma tarzını, yani “eleştirel” bir tarzı yeğlediğimiz fark edilecektir
(umarım!)
15- Somay’ın yazısına yönelik “politik” bir okumanın ilk fark edeceği şey
kamusal ile özel arasındaki ayrımın, yazıda ayrımlaşmamış ve bulanık bir
biçimde kalışıdır. O, “kültürel”den bahsederken bile aslında “siyasal”dan
bahsediyordur ya da vice versa. Bu
yüzden Somay’ın kendi “özel” ikilemini bizimle “içten” bir biçimde paylaşması
en azından sahip olduğunu zımnen savladığı politik doğruluğun toplumsal
anlamını gizemlileştirmeye yarar- Somay ne saf arzuya sahip baldırıçıplaktır ne
de sahip olduğu arzuyu onurlu bir şekilde inkar eden bir romantik. Züppedir ve
züppeliği içinde transvestitdir. Yine
de söyleminde dile gelen kinizm egemenlere, iktidarının bilincine vakıf
kimselere has bir kinizmdir. Bir anlamda, Somay’ın yazısı boyunca “müstehcen
efendi” (Zizek, 1995) bize bıyık burmaktadır. Politik psikolojide kamusal ile
özel arasındaki ayırımın bulanıklaştırılmasının anlamına dair güzel bir analiz
için bkn. Zizek, 2001: 56-57.
16- Bu konuda daha ayrıntılı sosyolojik analizler için bkn. Aktay, 1999.
17- AB’nin Türkiye’yi “Müslüman kimliği” dolayısıyla üye olarak almayı
kabul etmediği sanısı, sadece AB’yi bir Hıristiyan kulübü olarak değerlendiren
kesimlere değil, aynı zamanda Muhayyel Kemalist Özne’lere de hakimdir.
18- Bu noktadan itibaren, Türkiye’de bir düşünce geleneğinin
yerleşememesinin temel sebeplerinden biri olarak Türk (ve İslam) düşüncesinde “daemonik
öge”nin yokluğunu gözlemleyen Şerif Mardin’in değerlendirmelerine başvurabiliriz.
Mardin’e göre Türkiye’deki aydın sınıfı klasik literati (okuryazar) konumundan
öteye pek geçememiştir, çünkü bunun için gerekli içsel motivasyonlara (“daemonik
öge”) ve toplumsal statüye sahip değillerdir. Bkn. Mardin, 1997.
19. Bu kavramların daha ayırntılı bir analizi için bkn. Vattimo, 1991.
REFERANSLAR
Ahmed, Celal Al-i (1988), Batıdan
Gelen Veba, çev. Bekir Tuna, İstanbul: Nehir.
Aktar, Cengiz (2002), “AB’nin Yeni Türkiye Politikası”, Radikal, 19 Aralık.
Aktay, Yasin (1999), Türk Dininin
Sosyolojik İmkanı, İstanbul: İletişim.
Aktay, Yasin (2002), “Türk Sosyolojisinin Öz-düşünümselliğine Katkı:
Siyaset ve Sosyolojinin Eklemlenmesi Üzerine”, tezkire, No: 25.
Aktay, Yasin (1998), “Kültürel Sahihlik Söylemleri ve İslamcılık “, tezkire,
No:14-15.
Atatürk, Mustafa Kemal (1989), Bütün
Söylev ve Demeçleri, cilt:I, Ankara: TTK Basımevi.
Berkes, Niyazi (1975), Türk Düşününde
Batı Sorunu, Ankara: Bilgi.
Bhabha, Homi (1994), “Of Mimicry and Man: The Ambivalence of Colonial
Desire”, Location of Culture içinde,
London: Routledge.
Böll, Heinrich (1987), Cüce ile Bebek,
çev. Kamuran Şipal, İstanbul: Cem.
Butler, Judith (1998), “Salt Kültürel Bir Şey” çev. Yurdanur Salman, cogito, No: 18.
Caputo, John D. (1989), Radical Hermeneutics: Repetition,
Deconstruction and The Hermeneutic Project, Bloomington: Indiana University
Press.
Connolly, William E. (1995), Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Acmazlarına
Demokratik Çözüm Önerileri, çev. F. Lekesizalın, İstanbul: Ayrıntı.
Çalış, Şaban H. (2001), Hayaletbilimi
ve Hayali Kimlikler, Konya: Çizgi Kitabevi.
Çiğdem, Ahmet (1992), “Türkiye’nin Sonderwegi”,
tezkire, No: 3.
Çiğdem, Ahmet (1998), “Siyasal vs. Kültürel İslam”, tezkire, No: 14-15.
Çiğdem, Ahmet (2002), “’Yer’ ile ‘Yasa’ arasında Arupa”, Avrupa Günlüğü, No: 2.
Derrida, Jacques (1976), Of Grammatology, çev. Gayatri C. Spivak,
Baltimore ve Londra: John Hopkins University Press.
Foucault, Michel (1994), Kelimeler ve Şeyler, çev. M. A.
Kılıçbay, Ankara: İmge.
Girard, Rene (2002), Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, çev.
Arzu Etensel-İldem, İstanbul: Metis.
Güngör, Erol (1991), Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul:
Ötüken.
Güzel, Murat (2002), “Avrupa
Birliği Tartışmaları, Oryantalizm, Habermas ve vesaire”, tezkire, No: 27-28.
Küçükömer, İdris (1984), Düzenin Yabancılaşması, İstanbul: Alan.
Laroui, Abdullah (1993), Tarihselcilik ve Gelenek, çev. Hasan
Bacanlı, Ankara: Vadi.
Mardin, Şerif (1997), Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İstanbul:
İletişim.
Pamuk, Orhan (1999), Kara Kitap, İstanbul: İletişim.
Safa, Peyami (1994), Türk İnkılabına Bakışlar, İstanbul:
Ötüken.
Safa, Peyami (1992), Fatih-Harbiye, İstanbul: Ötüken
Sayyid, Bobby S. (1995),
“Savaşan Kafirler ve Zındıklar”, Siyasal
Kimliklerin Oluşumu, (ed. E. Laclau, çev. A. Fethi) içinde, İstanbul:
Sarmal.
Sayyid, Bobby S. (2000), Fundemantalizm Korkusu: Avrupamerkezcilik ve
İslamcılığın Doğuşu, çev. E. Kurban, N. Yılmaz, Ankara: Vadi.
Shayegan, Daryush (1991), Yaralı
Bilinç, çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis
Somay, Bülent (2001), “Bir Garb Mukallidi Züppenin İtirafları”, Defter, No: 43.
Ülgener, Sabri F. (1984), Zihniyet,
Aydınlar ve İzmler, Ankara: Mayaş.
Yılmaz, Nuh (2002), “AB ve Batılılaşma: Bir Lügatçenin İnfazı”, tezkire, No: 27-28.
Vattimo, Gianni (1991), End of
Modernity, trans. John R. Synder, Baltimore.
Zizek, Slavoj (2002), Kırılgan Temas,
çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis.
Zizek, Slavoj (2002), İdeolojinin
Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis.
Zizek, Slavoj (2001), Gülünç Yücenin
Sanatı: David Lynch’in Kayıp Otoban’ı Üzerine, çev. Savaş Kılıç, İstanbul:
Om.
Zizek, Slavoj (1995), “Müstehcen Efendi”, çev. Mustafa Yılmazer, Toplum ve Bilim, No: 65.
Tezkire, sayı: 29, Kasım/Aralık 2002
Tezkire, sayı: 29, Kasım/Aralık 2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder