30 Eylül 2018 Pazar

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ-1


İki kitap, iki şair
Cevdet Karal'ın dördüncü şiir kitabı Uzun Sürdü Hazırlığım. Günlerdir elimde geziniyor. Kitaptaki ilk şiiri, Gece Gelen Mektuplar'ı okuduğumda hemence aklıma Nazım Hikmet'in 'Gece Gelen Telgraf'ı düşmüştü ve ardından elbette Cahit Koytak'ın son kitabı Alçak Sesle ve Divanece'deki 'İçindekiler' şiiri. Koytak'ın şiiri, besbelli, sosyal teori kitaplarının içindekiler kısmına bir pastiş; Koytak'ın kitabı oluşturan dua tadındaki şiirlerinin, yakarma ve yakınmalarının, en nihayetinde sanatının Rabb'in muhteşem ve müteal sanatının yanında "gezgin bir tiyatro çadırı'' olduğunu vurgulamak için edindiği bir fırsat. Ki zaten şiiri bitiren dizeler de bu durumu sarahaten vurguluyor: "Sen, sevgili Ustam,/Yüceler Yücesi Rabbim/Sen ilk ve son okurum, benim."
Gece Gelen Mektuplar şiiri de benzer bir biçimde Uzun Sürdü Hazırlığım'da yer alan şiirler için deyim yerindeyse bir önsöz. Ama teori (düşünce ve araştırma) kitaplarında içerilen klasik önsözler gibi kitabın oluşumu ve yazımı sürecinde karşılaşılan zorluklar, yazara yapılan yardımlar ve o yardımları yapanlara teşekkür babında sarf edilen sözleri çağrıştıran dizeler içermiyor elbette Karal'ın şiiri. Kitaptaki diğer şiirlerden farklı olarak italik dizilip okura hitaben kaleme alınmış; okura, yani modern şiirin kurucu ustalarından biri kabul edilen ve modern Türk şiiri üzerinde de önemli bir etkisi olan Charles Baudelaire'in ünlü dizelerinde "-İkiyüzlü okur, - benzerim, - kardeşim, sen!" diye hitap ettiği okura. Ancak, Karal, okurun, 'benzeri' olduğunu kabul etmekle birlikte kendisini anlayacağını pek düşünmüyor: "Ben kendimi anlamak için/Tez canlı, aceleci okurum/Az değil, bunca yılı harcadım/İnsanı benzeri anlar derler/Yalan ya da hiç karşılamadım."
Cahit Koytak, İçindekiler şiirinde Rabb'e hitaben kendi ruhunun kayalık yamaçlarını, uçurumlarını, keçiyollarını, tırmanma halatlarını, tünellerini, uzlet mağaralarını şiirlerine nakşettiğini anlatırken okura hitaben yazılmış Gece Gelen Mektuplar'da ise kitapta yer edinen şiirlerin yazılma sürecine işaret ediyor Cevdet Karal: "İşte bu duydukların/İçimden gelen çekiç sesleridir,/Beni uykumdan uyandıran/Bazen hiç uyutmayan." Koytak'ın dizeleri kendi ruhunu keşfetme ve bunu dışarı yansıtma sürecine değgin bir anlamda, yani içrek bir süreci izlenimci sayabileceğimiz bir perspektifle ele alıyor. Karal ise şiirlerinin yazılma ve okunma sürecine yöneliyor doğrudan, dışavurumcu bu anlamda. Bu şekliyle bile, yine de kitabı okuyacak olanlara yapılmış bir uyarı niteliği taşıdığını düşünebiliriz bu şiirin. Anlaşılmayı beklemeyen, çünkü öncelikle kendisini anlamaya çalışan bir şair Cevdet Karal. Sanatını nasıl icra ettiğine sürekli büyük bir titizlikle eğilen, bunu şiirinde açıklamaktan çekinmeyen bir şair. Bu yönüyle de Charles Baudelaire'i ya da Kandinski'yi, çağdaş şiirin ve resmin diğer ustalarını hatırlamamak imkansız. Bir şairin öncelikle kendisinin eleştirmeni olması gerektiğini vurguluyordu Baudelaire, Paul Verlaine'e yazdığı bir mektupta. Kandinski ise sanatçının öncelikle kendi sanatının ilkeleri üzerine teemmülünün, sanatı icra ve ifade etme şekillerine ilişkin eleştirel yargısının, sanatçının kendi sanatını icrasına dair eleştirilerinin önemine işaret ediyordu sanattaki manevi boyutları tartıştığı ünlü eserinde.
Yine de gerek Koytak'ın gerekse Karal'ın sosyal teori kitaplarının sunumlarını pastiş ederek şiir kitaplarına başlamaları üzerinde düşünülmeli. Belki de şairler ile filozoflar arasında Platon'dan beri süregeldiğini bildiğimiz çekişmeye şiirin imkanları içinde üretilmiş bir cevaptır bu tür pastişler, elbette bütün postmodern imalarıyla birlikte.
Son bir not: Aklımda hep Cevdet Karal'ın 1989'da Konya'da Murad Kapkıner'in çıkardığı Varide dergisinde yayınlanan 4 dizelik şiiri, "Gayet tıkız bir adam" dizesiyle biten... Murad abi bu şiiri kendisine hatırlattığım bir sıra, derginin bürosunun kapalı olduğunu, büroya döndüğünde kapının altında bir kağıt üzerinde bu dört dizenin yer aldığı şiiri gördüğünü söylemişti. Meğer Cevdet Karal, Konya'ya gelmiş, Varide bürosuna uğramış ama büro kapalı olunca geldiğini haber veren o dört dizelik notu kapının altından büronun içine bırakmış. Aslında benim şiir addettiğim o dört dizenin yazılış gayesi de böylelikle tebellür ediyor: Uğradığını bildirme... (20 Temmuz 2018)

Şiirin bahçesi
"Biz bir şiiri okurken bir bahçeye girmiş gibiyizdir sonra o şiiri okumayı bitiririz ama o bahçeye girdiğimiz zaman bir şey düşürdüğümüzü fark ederiz tekrar düşürdüğümüz şeyi bulmak için geri döneriz o bahçeye fakat ikinci arayışımızda yine başka bir şey düşürürüz" diyor İsmet Özel ve ekliyor: "ve böylece durmadan o bahçeyle bir bağımız ister istemez olur çünkü şiirle içli dışlı olduğumuz sırada kendimizle alakadar oluyoruz demektir. Kendimizle alakadar olduğumuz zaman mutlaka kendimizden bir şey orada kalır, onu tekrar ararız."
Bugün "Şiir şairin nesi olur?" başlıklı bir program vesilesiyle Osman Özbahçe ve Yunus Emre Altuntaş Konya'daydı. Özbahçe programdaki konuşmasında Cemal Süreya'nın konuyla ilgili söylediklerine yaslanarak "şiiri şairin tutamak noktası" saydığını söyledi. Yunus Emre Altuntaş ise Şuara suresinin meşhur son ayetlerine yaslanarak şairleri "nefsine uyanlar"la "hakkı haykıranlar" olarak ikiye ayırdı. Dil, dolayısıyla şiirle ilgimizi şairlerin dille, dolayısıyla şiirle ilgisiyle kısıtlamaya öteden beri soğuk bakarım. Şair ile okurun sağlam bir şiir karşısındaki tutumunun farklılaştırılmasını da yadırgarım. Şairin kendi şiiriyle ilgisi açısından belki gerek Cemal Süreya'nın, Osman Özbahçe'nin söyledikleri doğru olabilir. Ancak ben bu soruya bir cevap bulmaya çalışanların genel olarak dille, dolayısıyla şiirle insan teklerinin kurduğu ilişkinin hep varoluşsal, hayati niteliklerine dikkat kesilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yunus Emre'nin Kur'an ayetlerinden yola çıkarak yaptığı ayırımın elbette hakikate mensubiyetimiz bakımından anlamlı tarafları çok, ama şiir sanatının ilkeleri bakımından bu ayrımın ahlaki düzeyde kaldığını da unutmamalıyız. Modern zamanlar ethostaki ahlakilik ile yine ethosta köklenen varoluşu birbirinden koparmaya meyyal. Böyleyken bile salt ahlaki bir tutum alışın şiirle kurduğumuz ilişkiyi yorumlamaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Belki bu ahlaki tutum şiir bahçesindeki yasak ağaçtan meyve yemeye çalışmamızın yetersizliğini ortaya çıkarır, ama bizim o bahçede neyi kaybettiğimizi bulmamıza bir yardımı olacak mıdır bu tutumun? Bundan biraz kuşkuluyum. Çünkü ethos sırf ahlak değildir. Bu sebeple şairle şiiri arasındaki ilişkiyi hep pathos düzeyinde yorumlamaya alışanlara karşı şiirin ethostaki köklerini vurgulamak önemli, ama unutmamalı ki pathos da etik tavrın derinliğini iskandil etmeye yarar.
Üstelik "Buruk/Bürünerek kemiğe ve ete/Şimdi nereye gitmeliyim/Şiire ve lanete" diyen de benim. Şiirin çoğu kez bir 'lanet' niteliği taşıdığını fark ediyorum zira. "Yaşamak suçu" diyor ya İsmet Özel, şiir bu suçu sonuna dek üstlenmiş bir sanat. Şairler bu sanata bel bağlayarak her ne kadar kendilerini aklamaya çalışsalar da başı boş bırakılmadıklarını unutmamalılar. Elbette her şeyin iyisini Allah bilir. (21 Temmuz 2018)

İki teorisyen
Ahmet Çiğdem, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir sosyal teorisyen. Onu Aydınlanma Felsefesi, modernlik, İslamcılık, siyaset, Weber, Habermas vb. konulara ilişkin yazdıklarıyla tanıyor kültür kamuoyu.
1992'de bir dost evinde okumuştum ilkin Ahmet Çiğdem'e ait "Kepenkler Kapalı, Kamu Karartılmış" şiirini. Ebabil yayınlarından çıkan Moğol Lekesi adıyla yayınlanan şiir kitabının açılış şiiri bu. "Ben o sessiz görkemi yakalamaktan/artık vazgeçtim" de bu şiirin açılış dizeleri. İki bölüme ayırmış kitabındaki şiirleri Çiğdem: 1986'da başlayıp 2017'de sona eren Yeni Defterler kitapta yer alan ilk bölüm ve 34 şiir içeriyor. 1980-1986 arasını kapsayan Eski Defterler'de ise sadece 4 şiir yer alıyor. 1986'nın önemi ne ki diye düşündüğümde üç aylık İlim ve Sanat dergisinin "Bilgi, Bilim ve İslam" başlıklı dosyasında Ahmet Çiğdem imzasıyla yer alan (ki Çiğdem, 24 yaşındadır bu tarihte) "Bilime Karşı Toplum" yazısı geliyor aklıma. Yönteme Karşı kitabıyla bilinen Protogorasçı, "anything goes"cu Paul K. Feyerabend'in bilim felsefesinden yola çıkarak bilimsel bilgi üretimiyle uğraşanların topluma karşı mütehakkim dilini eleştiren bir yazı olduğunu hatırlıyorum o yazının. Bir de 12 Eylül darbesinin ardından yayınlanan Ütopya dergisini. Sanırım Eski Defterler'i oluşturan dört şiir de bu dergide yayınlanmış. Sevgili İlhami Atmaca'dan, Alp Çakaloz'dan, Nihat Genç'ten dinlediğim kadarıyla biliyorum bu dergiyi ve bu dergiyle birlikte Ankara'da açılmış ve çok kısa süre faaliyet göstermiş Yeni Sanat Kitabevi'ni.
Şaban H. Çalış ise Uluslararası İlişkiler profesörü ve eski YÖK Başkan vekili. Vakti Geldi adıyla geçtiğimiz aylarda ikinci baskısını yaptı Şaban hocanın şiir kitabı da. Kitapta yer alan "Üç Çağdaş Üfürük" şiirini; 1986'da yayınlanmaya başlayan ve ilk 12 sayısı Konya'da, sonraki 4 sayısı Bursa'da yayınlanan Kelime dergisinde okuduğumu hatırlıyorum.
Her iki kitap da genel olarak söylersek Türk şiirinin tarihsel akışı içinde önemli bir yer tutmayacak şiirler içeriyor elbette. Öyle olmasına öyle ama, insanın aklına da bir şüphe düşmüyor değil: Ya bu şiirleri yazanlar, asıl uğraş alanı olarak sosyal teoriyi değil de sanatkarlığı tercih etselerdi; o zaman olay nasıl gelişirdi acaba? Cevabı belli aslında bu sorunun: Sosyal teori seçimi, zaten meselenin aslı astarını yeterince açığa çıkartmıyor mu? (23 Temmuz 2018)

(Muhayyel, sayı: 5, Eylül 2018)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder