30 Eylül 2018 Pazar

Toplum, siyaset ve medeniyette idrak açan eser: MUKADDİME

14. yüzyılda yaşamış İbn Haldun'un Kitabu'l İber adını verdiği eserine kapsamlı bir giriş olarak tasarladığı Mukaddime hakkında epey söz edilmesine, sürekli yeniden yorumlanmasına rağmen içinde barındırdığı hazineler halen tüketilememiş ve tüketilmesi handiyse mümkün olmayan bir eser olarak görünür hep. İbn Haldun'un eserinde geliştirmeye çalıştığı metodoloji ve analitik bakışın, kullandığı kavramların, olguların, açıklama modellerinin nitelikli bir dökümünü yapmadan Mukaddime'yi tam anlamıyla kavramış sayılamayacağımız da ortadadır. Kendisi yazılamamış bir esere giriş olması dolayısıyla belki de Mukaddime, ele aldığı konular itibariyle, kendisinden sonra yazılan, yazılabilecek olan hemen bütün eserlere de bir mukaddimedir.
Kuvvetli bir hafızaya, işlek bir zihne, parlak bir zekaya, sağlam bir muhakemeye, iyi bir istidlal ve kıyas yapma gücüne ve isabetli teşhis, tespitler yapma kabiliyetine sahip İbn Haldun'un hayatının hem siyasi hem de ilmi boyutları vardır elbette. Daima galiplerden yana tavırlar sergilemiş olsa da siyasi bakımdan pek başarılı bir kariyer sürmemiş olduğunu söyleyebiliriz İbn Haldun'un. Birçok kez Mağrip ve Endülüs arasında gidip geldiğini bildiğimiz İbn Haldun'un bir ara Kastilya Kralı Za­lim Ped­ro’yla si­ya­si iliş­ki­le­ri dü­zelt­mek üze­re el­çi ola­rak gön­de­ril­diği bilgisi de mevcut. Zalim Pedro'yla görüşmesi kadar Timur'la Şam'daki çadırında yaptığı görüşme de meşhurdur İbn Haldun'un. Ama siyasi faaliyetleri ve kariyeri değildir Tunuslu bu zatın bugüne dek isminin kalmasını sağlayan, ilim hayatı ve geride bıraktığı eserlerdir.
Her şeyden önce İbn Haldun'un Mukaddime'de modern sosyolojik bakıştan, sözgelimi Durkheim'dan yüzyıllarca önce toplumsal olgu (social fait) denebilecek birçok fikri nesneyi ayırt ettiği, birbiriyle ilişkilendirdiği, toplumsal alanı ontolojik olarak belirlediği, insanın böylesi bir toplumsal bütün içerisinde oluşunun ve bu oluş halinin dış şartlarla ilişkilerini çözümlediğini gözlemleriz. Toplumsal bağı anlatmada "asabiye" kavramını kullanan İbn Haldun, iki tip insan topluluğu belirler. Genelde Türkçe'ye 'göçerlik' olarak tercüme ettiğimiz, ama salt bu şekilde kavranamayacak bedevilik ve yine Türkçe'ye 'yerleşiklik' diye tercüme ettiğimiz, ama İbn Haldun'un terminolojisinde sırf yerleşikliğe indirgenemeyecek hadarilik arasındaki diyalektikle oluşan güç kavgasıdır İbn Haldun'un çözümlemesinin özü. Ümit Hassan'ın doktora tezinde belirttiği üzere bedeviliği barbarlık, hadariliği ise medeniyet olarak kavradığımızda bu iki halin devletin olmasıyla birbirinden ayrıştığını da görürüz. Asabiye'yi sadece duygudaşlık ve dayanışma olarak kavramamak gerekli. Elbette asabiye kavramında muhtemel bir siyasal duygu sosyolojisine gidecek iz ve emarelerin bir çoğunu bulgularız, ama bunun ötesinde asabiye, sayesinde devletlerin kurulduğu ya da yıkıldığı bir bağdır. İbn Haldun, Mukaddime'de defalarca asabiyeyi farklı şekillerde niteler. Ona göre asabiye zaman zaman sayı çokluğu iken zaman zaman da dini davetin kendisiyle tamamlandığı bir unsura dönüşür İbn Haldun açısından. Asabiyeyi nesep ve aile şerefiyle eşler zaman zaman da. Ancak, İbn Haldun, asabiyenin mücadele ve karşı koymanın sadece kendisinin mevcudiyeti ile gerçekleştiği ve mensuplarının birbirleri için gönüllü olarak canlarını feda etmelerini sağlayan bir unsur olduğunun da altını çizmeyi ihmal etmez.
Bir devletin kurulmasını da yıkılmasını da açıklarken bu kavrama başvuran İbn Haldun, asabiye bağı ile kuvvetli bir yapıya sahip olan bedevi toplulukların zamanla yerleşik hayata geçeceklerini ve bu bağ sayesinde devlet kuracaklarını ileri sürer. Toplumların ve devletlerin iç dinamiği olan asabiyetin zayıflaması devletin de zayıflaması sonucunu doğurur. Bu etkinin devlet tarafından doğrudan önlenmesi ise mümkün değildir. Çünkü bu, insanın doğup büyüyüp ölmesi gibi doğal bir sonuçtur İbn Haldun'un gözünde. Toplumsal ilişkilerin temellerinde asabiye kadar ekonomik gelişimi de hesaba katan bakış açısına karşın Marksist anlamıyla ekonomiyi altyapı olarak görmediğini de söylemeliyiz.
İbn Haldun'un devlet, otorite, mülk, medeniyet, tarihyazıcılığı ve tarih, toplumsal ve siyasal değişimler ve tarih felsefeleri hakkında yaşadığı 14. yüzyılın gerek siyasi gerekse toplumsal karışıklıklarına karşın son derece tutarlı ve özgün görüşler oluşturmayı başardığını söyleyebiliriz. Kendisinden önceki Müslüman tarihçilerin rivayete dayalı aktarım modellerini ve şifahi yanlarını eleştiren, tarihsel olaylardaki neden-sonuç ilişkilerini belirgin bir metodolojik çerçevede tartışan ve toplumsal birlikteliği mümkün kılan süreçleri araştıran bakış açısıyla, Platon, Aristoteles ve Galen'den başlayıp  Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd ile devam eden bir entelektüel geleneği modern çağda ünlenen Montesquieu, Machiavelli, Hume, Adam Smith ve Durkheim gibi isimlere bağlayan zincirin önemli bir halkası olarak görünen İbn Haldun'u ve eseri Mukaddime'yi modern beşeri bilimlerin muştucusu kılan sadece bu bakış açısı değildir elbette. Bu bakışa eklediği ve toplumsal olgunun da en az diğer felsefi meseleler kadar ontik bir bakışı hak eden konumdur. (Cins, Eylül 2018)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder