26 Şubat 2019 Salı

TÜRKİYE'NİN ANLAMI


Düşünmenin konjonktürü
İşaretleri 2008'de başlayan ve 2009'da önce ABD'de patlak veren büyük ekonomik kriz, yani mortgage krizi ve ardından tüm dünyaya yayılan finansal ekonomik bunalım, beraberinde içinde bulunduğumuz coğrafyayı da derinden etkileyecek gelişmelere yol açtı. 2003'te ABD tarafından işgal edilen Irak'tan Arap Baharı'nın durdurulması olarak niteleyeceğimiz Suriye iç savaşına kadar yakın coğrafyamızda yaşanan sıcak çatışmalar Türkiye'yi de yakından etkileyecek boyutlara ulaştı. 2002 sonundan 2010 referandumuna kadar TÜBİTAK mühendislerine suikastler, Hrant Dink ve papaz cinayetleri, e-muhtıra, Ergenekon gibi çeşitli gaileler yaşansa da AK Parti'yle billurlaşan demokratik gelişmeler siyasal sahneyi Türkiye'de bazı anut zihniyetler haricinde herkes için çekilebilir bir duruma getirmişti.
Elbette bu süreçte yine de bazı şüpheli durumlar yok değildi. FETÖ'nün etkinlik sahasını giderek artırdığına da şahit oluyorduk sözgelimi bu dönemde. Bu etkinlik artışında kimileri AK Parti'nin bir payı olduğunu söylese de sonuçta bu örgütün Türkiye'nin belki de son 40-50 yılında bir şekilde var olduğu ortadaydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, 1980'lerin sonundan itibaren Türkiye'deki siyasal-toplumsal sahnede yer alan figürlerden biriydi FETÖ. Bu rolü kendi öz çabaları ve yeterliliğiyle edindiğinden şüphe etmemizi gerektirecek çok şey o dönemde de zihnimizin bir kenarında olmasına rağmen, çoğu İslamcı'ya hakim olan duygu bana da hakimdi: Kime yakın olursa olsun, benden uzak kalsın da. Bu duyguda elbette yersiz ve gereksiz hüsnüzanlarımızın payı olduğu kadar, yaşadığımız hayatları tüm Müslümanlara çekilmez kılmaya ahdetmiş katı laikçi-Kemalist çevrelerin payı da büyüktü. FETÖ'nün gerek diğer İslami grup ve cemaatleri, gerekse kendisinden uzak duran tüm Müslümanları, kurduğunu farz ettiği 'gökkubbe'nin altından peşin peşin dışlamasının etkilerini bilfiil tecrübe etmiştik çünkü. Buna rağmen, katı laikçi bakışın her türlü toplumsal, fikri, kültürel, sınıfsal ayrımı belirsizleştiren, fikri ve hayati farklılıkları ortadan kaldırmaya çabalayan bakış açısı; itikadımız gereği kamuya açık bir şekilde dinden imandan edici bir yanlışını o ana kadar görmediğimiz, siyasi ve kültürel bakımdan diğer İslami cemaatlerin tutum ve davranışlarından sadece derece olarak farklı, nitelik olarak ise çok farklı olmayan, kendi içine kapalı, sır ve sınırlarını titizlikle korumaya çalışan, sağcı ve muhafazakar bir yapılanmanın nihai hedeflerine dair aşırı kuşkulardan azade bir şekilde davranmamıza imkan tanıyordu.
Böyle düşünerek hata ettik elbette. Bu satırların yazarının bu hatada pek payı bulunmasa da (çünkü 17 Mayıs 1988'den, yani 17 yaşından beri gerek bu yapılanmayla, gerekse ona benzer diğer cemaatlerle  birebir ilişkilerden -bu tür bir ilişkiye girmek zorunlu olmadıkça- kaçınmıştım. Hiçbir grup ve cemaate dahil olmamaya da özen göstermiştim ki, bu da ayrıca tartışılması gerekli bir tutum alış, çünkü bu tutum da akranım birçok İslamcı'da yaygındı) hatanın boyutları basit bir özürle geçiştirilemeyecek kadar büyüktü.
Yine de söylemek gerekli: Son 10 senede yaşadığımız gelişmeler FETÖ'nün "bizden uzak, Allah'a yakın" olması şeklinde ifade ettiğimiz temennimizin bile tamamen içi boş ve yetersiz olduğunu göstermeye yetti. FETÖ, bilhassa "biz"e yakın olmak görevine memur edilmiş uluslararası bir maskeydi sadece. Piyonu olduğu güçlerin bütün istek ve arzularına boyun eğmeleri ise zannedildiği gibi stratejik ve taktik bir tercih değil, bir zaruretti neredeyse. Mensubu oldukları millete ve vatana ihanetleri bile kendi öz iradeleriyle yaptıkları bir tercih değildi yani; beslendikleri kanalların onlara dayattığı bir zorunluluktu. Zorunluluktu derken kasdımız bu zorunluluğun mutlak bir zorunluluk olduğu şeklinde okunmalı, tarihsel konjonktürden kaynaklanan bir zorunluluk şeklinde değil. Yani bir şekilde bu ihanet vuku bulacaktı, ama bu ihanetin vuku bulmasının tarihsel şartlarının şu yada bu şekilde oluşması bekleniyordu sadece.

Ne geçmişe gittik, ne geleceğe vardık
Bugünden geriye bakınca yaşanmış bir dizi olayı, olası bir komplo teorisini güçlendirecek şekilde yeniden yorumlamak, FETÖ'nün faaliyetlerinin muhtemel amaç ve hedeflerinin bu olaylar silsilesi içinde nasıl şekillendiğini göstermeye çalışmak büsbütün yanlış değildir. Yine de ben böyle bir bakış açısının, ancak bundan böyle izleyeceğimiz fikri, siyasi ve kültürel güzergaha dair yapacağı katkılar haricinde, nihai anlamda doğru bir tutum olacağına inanmıyorum. Çünkü hayat geriye doğru bakarak değil, ileriye doğru bakarak yaşanır. Bazılarımız elbette Walter Benjamin'in meleği gibi gelecekten gelen rüzgara yüzleri geçmişe dönük olarak kapılabilir; geçmişin enkazından kurtaracakları incik boncukla tatmin olabilirler. Ama böylesi bir tutumu en azından benim benimsemem mümkün değil. Ardımızda bıraktıklarımızın önümüzde bizi beklemediğine emin olduğumuz her an, dönüp ardımıza bakmanın bir anlamı olmayacaktır. Madem ardımızda bıraktıklarımız önümüze yine bir şekilde  çıkacak, onların bu çıkışlarına sadece ardımıza bakarak hazırlıklı olmamız mümkün müdür? Üstelik artlarına bakanların zihinlerinin işlekliğini yitirdiğine yeterince tanık olduk, handiyse Yunan mitolojisindeki ünlü meselde olduğu gibi ardına dönüp bakanların taşlaştıklarını yeterince müşahade ettik bu süreçte. Geçmiş bizim için bir ölüm ülkesiyken geçmişten yükselen iniltilere kulak kabartmak gelecekte vuku bulacağı hepimize haber verilmiş ölüme nasıl hazırlayacaktır ki hem bizi?
Türkiye'yi özellikle 2012'den itibaren siyasi düzeyde etkilemeye başlayan kriz sürecinde halkın seçtiği AK Parti iktidarını alaşağı etmeye dönük gerek FETÖ'den gerekse uluslararası ve bazı tamamıyla şahıs olarak düşünülemeyecek 'özne'lerden (AK Partili siyasetçilerin dile getirmeyi tercih ettiği şekliyle "üst akıl"dan) gelen birçok çabaya tanıklık ettik. Bu çabaların sadece dış müdahaleler yoluyla olmadığı da aşikardı. AB ve ABD'nin Türkiye'deki kaçıncı oldukları belirsiz kolları ya da küresel finans-kapital çetelerin FETÖ, PKK vb. yerel hempalarının işbirliğiyle AK Parti iktidarına, dahası artık ismi partisinden de ötede bir öneme kavuşmuş bulunduğunu rahatça ileri sürebileceğimiz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a, dolayısıyla bu isimle özdeşleştirdikleri Türkiye'ye yönelik saldırıları yoğunlaştı. PKK'nın hendek terörü, Sincar, Kandil ve Kuzey Suriye'de oluşturmaya çalıştığı terör koridoru, dahası Türkiye içinde de yıllara sari azalıp artan silahlı eylemleri, 2012'de MİT Başkanı Hakan Fidan'a yönelik gerçekleştirilmeye çalışılan operasyon, 2013 Mayıs-Haziran aylarında birçok büyük şehirde vuku bulan Gezi olayları, 2013 sonunda 17/25 Aralık Polis-Yargı darbesi ve 15 Temmuz 2016'da vuku bulan, ancak dirayetli Türk milletinin keskin ve kahramanca karşı koyuşuyla püskürtülen işgal girişimi bu süreçte yaşanan olaylar silsilesi içinde ilk elden sayabileceklerimiz arasındadır.
Hep 12 Eylül darbesi öncesi yaşanan sağ-sol çatışmasının efsaneleştirilmiş figürlerinin, ülkenin kıtlık günlerinin, karaborsaların, kardeş kavgalarının, kurtarılmış bölgelerin, bir cent dolara muhtaç oluşunun anlatılarıyla büyümüş kuşağımın geride bıraktığı yaklaşık 40 yıllık süreçte, özellikle 1990'lı yıllarda ülkenin içine girdiği ekonomik-siyasal kriz ve terör sarmalı dolayısıyla, hem bu ülkeye, hem de ısrarla bu ülkede hayat sürmeye inanan duyarlılığı, elbette epey yıprandı. Bir şeylerin yanlış olduğunu, bu yanlış giden şeylerin hayatlarımızı doğrultmamıza imkan tanımadığını belli belirsiz keşfediyorduk. Çocuktuk belki, zamanımızın da bir şekilde olumlu-olumsuz bütün etkilerini üzerimizde ve düşüncelerimizde taşıyorduk; ama, nihai itibariyle "Bu Ülke"nin çocuklarından olduğumuzu, zor bela, ülkenin içinde bulunduğu durum itibariyle içimiz acısa da, kendimize hatırlatmaktan, başkalarına ısrarla söylemekten çekinmiyorduk. Bir anlamı olmalıydı bütün bu yaşadığımız sancıların; bir anlamı olmalıydı çekilen bunca acının; bir anlamı olmalıydı dökülen terin, kanların ve gözyaşlarının.
Bu anlamın sadece coğrafyadan ya da toplum ve tarihten kaynaklanmadığı, kaynaklanmayacağı da açıktı. Yine de, bir anlam olacaksa, bu anlam hem coğrafyadan, hem tarihten, hem mevcut durumdan, hem de bütün bunların fevkinde bizden, bizim içinde bulunduğumuz mücadeleden, sahip olduğumuz inanç ve kültürden bir şeyleri içermeliydi. Biz kimdik, inancımız, kültürümüz, coğrafyamız, tarihimiz, mücadelemiz neleri içeriyordu? Bu sorulara bir cevap bulabildiğimiz an Türkiye'nin de varolduğunu peşinen kabullendiğimiz anlamına ilişkin bir bilinci de türetebilecektik handiyse. Öyle düşünüyorduk hep, öyle eyliyorduk.

Sahi biz kimdik?
Biz kimdik? Bu soru önemliydi hakikaten. Sadece yetiştiğimiz tarihsel-toplumsal süreçte, yani Bildungs'umuzun temel çekirdeğinin kültür toprağına atıldığı 1980'lerin ortalarından bugüne, ülkedeki fikri-siyasi-kültürel kamuoyunun en önemli tartışma konularının başında siyasal, toplumsal ya da kültürel kimlik sorunlarının gelmesinden kaynaklanmıyordu bu sorunun yegane önemi. Solcu muyduk, sağcı mı; ilerici miydik, gerici mi; Kürt mü, Türk müydük; Müslüman mı, gavur muyduk; modernist mi gelenekçi miydik? Neydik biz ve ne olduk? Neredeydik ve nereye geldik? Hangi yollardan, hangi dağlar ve ovalardan geçtik?
Bu soruların sadece bana, sadece 1980'lerin ortalarında ilk gençlik yaşlarını sürenlere, yada bir önceki veya bir sonraki kuşağa ait olmadığı öylesine ortadaki. Ayrıca sorular çoğaldıkça cevaplarımızın azaldığını seziyor olsak da sormaktan vazgeçmenin ölüm demek olduğunu da ayırt edebiliyorduk. Hep söylendiği gibi, 12 Eylül öncesinde ülkeyi uçurumun kıyısına getiren kanlı kavgaların sorgusuz sualsiz bir kesin inançlılıktan neşet ettiğini hasbelkader okumuş, dinlemiş ve çözmüştük. Bizden önceki kuşağın taşıdığı umut ve yeislerin toplumsal, siyasal, iktisadi ve hatta kültürel sebeplerini anlayabiliyor olsak da bu umut ve yeis girdabına kapılmamaya yazgılı olduğumuzu da seziyorduk öte yandan. Esasen bizim kim olduğumuzdan çok, nasıl ve niçin eylediğimiz, belli bazı tutumlara niçin arka çıkıp başka bazı tutumlara karşı ne tür tavırlar geliştirdiğimiz sorusunu daha çok önemsiyorduk bu yüzden.  Peşinen gelenekçi ya da modernist, sağcı ya da solcu, ilerici ya da gerici olmanın/sayılmanın herhangi bir anlamı yoktu; böyle bir anlam varsa bile bu anlam tercih ettiğimiz ya da ulaşmayı hedeflediğimiz Türkiye idealine katkı sunmayan bir anlamdı. Ne tamamen gelenekçi, ne de gelecekçiydik anlayacağınız. Araf diyor ya Cemil Meriç, bizim arafımız ne geçmişte ne de gelecekte, sınırları katı bir şekilde belirlenmiş "cennet" ve "cehennem"ler arayan bir araf değildi. Yani sözlükteki manasıyla bir araf değildi. Demem  o ki, cennet ile cehennemin arasında, ne cennete layık ne de cehenneme müstahak sayılmayan kimselerden değildik. Tam tersine hem cennet hem cehennemi hep içimizde hissettik. Hem geçmişte hem gelecekte hem de bizatihi şimdimizde, cennetin ve cehennemin gölgeleri yaşadığımız hayatlara ayrı ayrı yol ve yordamlarla biteviye sirayet ediyordu çünkü.
Ahmet Çiğdem'in bir kitabının ismine de konu olduğu üzere 1980'lerden bu yana bu ülkede sürdürülen bütün tartışmaları D harfi ile başlayan şu üç kavramın, Demokrasi, Darbe ve Din'in ekseni etrafında düşünmek mümkün. İslamcılığı, liberalizmi, muhafazakarlığı, milliyetçiliği ya da solculuğu; siyasal iktidarların şekillenmesini, insan hak ve söylemlerini, toplumsal ve kültürel kimlikleri, hayat tarzlarının farklılaşmasını; ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel çelişki ve çatışmaları; dahası ideoloji ve anlayışları şekillendiren temel tarihsel-toplumsal örüntülerin tamamını bir şekilde belirleyen bir bağlamdı bu. Bütün tartışmaların bu üçlünün işaret ettiği siyasal çıkmaza ilişkin oluşu da bunu gösteriyordu. Darbe ile Demokrasi siyasal alanın temel gerilim hattını oluştururken Din bir kurum, anlayış ve toplumsal süreçler bütünü, dolayısıyla kimliklenme tarzları olarak siyasetin temel nesnesi konumundaydı. Yine de Din ile Demokrasi kadar Din ile Darbe ilişkisinin sorgulanmayışı belki bu tartışmaların en önemli eksiğiydi. Türk modernleşme tarihine koşut bir darbeler tarihi de olduğu muhakkaktı. Modernleşme tarihinin içerdiği kopuş ve tekrarların hemen hepsini darbeler tarihinde de gözlemlemek mümkündü. Buna karşın, modernleşme tarihinde dine ve dini anlayışlara ne olduğunu sorgulayan bakış açılarının darbeler karşısında dini anlayışlarda oluşan değişimleri yeterince hesaba katmaması ise ilgi çekiciydi. Oysa her darbeden sonra sözümona yenilenen fikri-kültürel ortamlarla birlikte dini anlayışlarda da köklü değişikliklerin yaşandığı ortadaydı. Ki, hayatın temel örüntüleri değişirken hayat ile din arasındaki irtibatı kuran anlayışların değişmediğini düşünmek de mümkün değildi.
Din dendiğinde hemen akla gelen bir hususa da geçerken mutlaka değinilmeli: Türk modernleşmesinin temelde Batıcılık (Kemalizm, laiklik, milliyetçilik, solculuk, liberalizm vb.) ile İslamcılık arasındaki bir fikri, kültürel, siyasi farklılaşmanın ekseninde geliştiğini düşünmek mümkün. Batıcılık dediğimizde Batı'yı ve batılı değerleri medeni başarılardan tutun teknolojik gelişmelere, kültürel başarılardan tutun hayat tarzlarına birebir, 'akıl', 'yarar', 'düzen', 'ilerleme' vb. evrensel ve beşeri olduğu addedilen kıstaslar haricinde herhangi başka bir  kıstasa başvurmaksızın kabullenmeyi yeğleyen bakış açılarını kastediyoruz. Buna karşın, yine modernleşme sürecinin ortaya çıkardığı bir fenomen addedilmesine rağmen, Batı'dan nelerin nasıl alınabileceğine ilişkin bir prospektüs de içeren İslamcılık, sadece Batıcıların Batı'dan alınması muhakkak addettiği bir çok fikir, kurum ve değere geniş muhalefet şerhleri yazmakla kalmıyor, bunların toplumda oluşturması muhtemel yan etkilerine de çözümler bulmaya çabalıyor. Neredeyse tamamı II. Meşrutiyet döneminde tartışılmış konuları, baştan sona bizden önceki İslamcı kuşaklar kadar bir kez de bizim kuşağımızın da tartışmak zorunda kalışı sırf tarihsel bir ironi olarak addedilemez bu sebeple.

Ne modernite ne gelenek!  
1980 sonrasında bu ülkede oluşturulmuş tarihsel-toplumsal matris, farklılıkları düzleyici şekilde geliştirilmiş bir nevi 'baskıcı eşitlik'ti; hem sağdan hem soldan adam asmakla övünen bir rejimdi 12 Eylül. Bu 'baskıcı eşitlik' en fazla devlet ve milleti karşı karşıya getiren bir baskıcı eşitlikti handiyse. Bu devletin sahipleri vardı ve bu sahipler arasında millet yoktu, ancak  milletten devşirilen kimileri -özellikle omuzlarında pırpır taşıyan 'our boys'- elbette devlete sahip çıkıyor görünebilirdi. Bireysel özgürlük arayışlarıyla toplumsal özgürleşim imkanlarını yoklayan yaklaşımların buluştuğu bir kıstaktı bu sebeple 1980'ler ve devamı. Böylesi bir kültürel-siyasal vasatta hayata dair bakış açılarını ve dünya görüşlerini oluşturmaya çalışan  kuşağımın, İslamcılıklarıyla maruf diğer fertlerine olduğu kadar bana da hakim olan duygu açıktır: Ne modernite ne de gelenek!
Hem modernite hem gelenek demenin başka bir biçimiydi bu elbette. Kendi fikri krizlerimizle bir ülke olarak Türkiye'nin, bu ülkenin 'halk'ı olarak Türk toplumunun siyasi-kültürel-ekonomik krizleriyle eşlenik düşünmenin sebebi buydu: Hemen her şeye, kendimizi inşa etmeye bile yeniden başlama... Eğer bu soruyu, yani "biz kimdik?" sorusunu hâlâ anlamlı kılan şeyler varsa bu, en 'kesin inançlı'mıza bile sinmiş olan hep 'kriz hali' idi.  O yüzden "biz kimdik?" sorusuna bir cevap arama çabasının bizatihi kendisi bu sorunun muhtemel bir cevabı olarak evrilmişse, Türkiye'nin anlamının zihinlerimizde giderek sarihleşmesine yol açan toplumsal-tarihsel süreç de aynı cevabın müştemilatı arasında sayılmalı.
Kimimiz belki az düşünüp çok eyledi, bu sebeple kendisini çok çabuk tükenmenin eşiğinde buldu; kimimiz ise tam tersi çok düşünüp hiçbir verim sağlayamadan düşünme çabasından vazgeçmek zorunda kaldı. Her iki seçenekte de birçoklarımız ya direksiyon kırıp yön değiştirdi ya da duvara tosladı. 1980'li yıllarda etkin olan 'bilim' tartışmalarından 1990'lı yıllarda ve devamında kamusal anlamda sürekli tartışılmak zorunda kalınan 'din ve demokrasi'ye kadar son 40 yılda hayatlarımıza dair değişen onca şey arasında Türkiye'de bir 'Türkiye olabilen' ile 'Türkiye ol(a)mayanlar' ayrımı yapmanın zamanı geldi. Bu ayrımın "Türkiye olan" olarak nitelediğimiz kısmında hep bütün bu tartışmalar esnasında hesaba alınmayan, düşünülmeyen, tartışma nesnesi bile addedilmesi muhal anlayış, çevre ve kişiler, kısaca 'halk' yer alırken ayrımın diğer yanında kendini ısrarla bu halktan ayıran, bu halk içinde olmaktan dolayı utanç hissettiğini beyan etmekten çekinmeyen, halkı hesaba katmaya uğraşan her türlü siyasi çabaya ve analiz biçimine peşin peşin "popülist" damgasını vuran, seçkinci desek bile bu seçkinlikleri halk içre olmaktan uzak olduğu için herhangi bir anlamı bu ülke için taşımayan çevreler, anlayışlar ve zümreler yer alır. Türkiye sürekli kendi içinde Türkiye olabilen ile olamayanları doğuran bir ülke pozisyonunda kaldıkça,  bu ikilemler yumağı içinde zihnimizde sarihleştiğini düşündüğümüz Türkiye imgesinin de bulandığını hissetmekten uzak değiliz.

Varlık çabası 
Türkiye'nin anlamını düşünmenin önemi  tam da bu imgenin  bulanıklaştığı kertede yeniden belirecek. Türkiye'nin anlamı, bu ülkenin, bu ülkede yaşananların anlamı katiyen hiçbirimizden bağımsız değil; bu anlam elbette ortaklaşa paylaştığımız bir şey; bin yıldır üzerinde şu veya bu şekilde yaşadığımız bu toprakların bizim için ifade ettiklerini ortaya dökme çabası gündelik hayatlarımızdan büsbütün uzak, onların büsbütün berisinde ya da ötesinde değil. Bu anlam, yaşadığımız hayatlardan uç bulan, o hayatlara bir şekilde kök salan bir anlam. Kendini cahil zannettiği halktan ayrı gören, ısrarla onlardan farklı olduğunu tahayyül eden her türlü düşünce, zihinlerimizde Türkiye imgesinin de bulanmasının en önemli sebebi. İster sağcı ister solcu, ister muhafazakar ister liberal, ister gerici ister ilerici, ister laik ister dindar sayılsınlar; aydınlarımızın arasındaki tüm tartışmalar özünde Türkiye üzerine, Türkiye'deki gelecek tahayyülleri  üzerine, geçmişi ve geleceği bu ülkede yaşıyor olmamızın anlamı üzerine gelişmiyorsa, zihinlerimizde Türkiye imgesinin bulanıklaşmasını normal addetmek de yerinde olacaktır. Türkiye'yi düşünmek, Türkiye'nin taşıdığı anlamı düşünmek bu topraklar üzerinde süregelen varlık çabamızın niteliklerini düşünmek anlamına gelecektir her seferinde. Bu düşünme çabasını varlık çabasından farklı saymak bulanıklaşmanın en asli sebebidir. Türkiye, Türkiye olduğu kadarıyla bir imgeleştirilmeye ihtiyaç duymayan, ya da başka bir deyişle, geçmişi ve geleceğiyle zihnimizde hep belirgin bir anlama sahip bir ülkeyse o anlamı bir giz olmaktan çıkarmaya çalışmak da bizim yaşadığımız ülkeye olan borcumuzu ödeme irademizin bir göstergesidir.
Türkiye imgesinin bulanıklaşması, yani bu kriz hali, herşeyden önce, Türk aydınlarının düşünme çabalarındaki eksikliğin, yetmezliğin bir işaretinden başka bir şey değildir. Cahil ya da değil, halk, kendi nesnel şartlarının bilincine sözümona aydınlardan daha kolay ve daha rahat, demem o ki daha incelikli ve güvenilir, pratik ve pragmatik, çıkarcı yahut fedakârane yollarla varıyorsa; halkı aydınlatan, ona yol gösteren aydın tasavvurlarından çok aydınları bile peşine  takarak yepyeni ufuklar keşfeden halk tasavvuru daha muteber bir hale gelmişse düşünmenin ve eylemenin bu merhalesinde yaşadığımız ülkenin anlamı, hayatlarımızın toplam anlamının fevkine çıkmıştır. Yaşadığımız hayatlara da anlam bahşeden bu ülkenin anlamıdır. Bu anlamı tartışmak, bu anlamı düşünmek hemen her zaman kendi hayatlarımızı, çaba ve gayretlerimizi, kendi düşünmemizi, bilgilenmemizi, bilgi edinme yollarımızı da tartışılır kılmaya razı olmamızı gerektirecektir. "Türkiye nedir?" sorusuna aranacak cevapların verilme usullerine ilişkin birer örüntü olan siyasi ve kültürel yaklaşımlar, fikirler ve ideolojileri de bu çerçeveden yeniden değerlendirmek gerekecektir.

tezkire, 65

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder