1 Haziran 2019 Cumartesi

'KELİME'NİN DİRİLİŞİ


Süreya folklora niye düşman?
Sezai Karakoç'la birlikte İkinci Yeni'nin iki merkez şairinden biri addettiğimiz Cemal Süreya, Ekim 1956'da A dergisinde yayınlanmış ünlü "Folklor Şiire Düşman" başlıklı yazısına "Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı" tespitiyle  başlar. Süreya, bu tespitine yol açan gelişmeleri ise Villon'dan 20. yüzyıldaki sürrealistlere kadar Fransız şiir tarihindeki "evrim" ile görebileceğimize kaildir. Modern şiirin entelektüel-tarihsel gelişiminin son aşamasında Süreya'ya göre çağdaş şairler kelimeleri bile sarsmakta, onları yerlerinden, anlamlarından çıkarmaktadırlar. Süreya'nın "çağdaş şiirin kelimeye gelip dayanması"na ilişkin tespitinin ana hedefi ise doğrudan Türk şiirinde "hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyla yer veren şairler"dir. Onları eleştirmeyi amaçlar Süreya, daha doğrusu onların benimsedikleri tutumun "kısır bir yol" olduğu kanaatini dile getirir. Çünkü Süreya'ya göre "folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır."

Peki Süreya'ya göre durum neden böyledir? Çünkü Süreya'nın deyişiyle kelimeler bu deyimlerde "anlam dizisinde kaynaşmışlardır. O kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler, ayrı güçler aramayın artık. Çünkü donmuşlardır. Tek yönlüdürler. İşlemleri, güçleri, bir bakıma uyandıracakları çağrışımlar bellidir. Ne olsa değişmeyecektir. Bu kelimelerin meydana getireceği şiirlerle, mısralarından meydana gelen şiirler arasında pek büyük bir ayrılık göremiyorum. Çünkü ikisinde de şairin işi kelimelerle değil, kelime bloklarıyla oluyor." Oysa Süreya için şiirin işi 'hikaye etmek' değildir; Süreya, kelimeler arasında kurulacak "şiirsel yük"ü önemser. Şiir, "anektodik" değil, "poetik"tir; Süreya'nın ünlü ressam Braque'ın resim üstüne söylediklerinden ödünç aldığı deyişlerle. Hatta Süreya'nın bu yazdıklarından onun 'kelime blokları' oluşturan şiirleri değil, kelimeler arası ilişkilere, yani bağlara dikkat eden şiirleri daha değerli bulduğunu bile çıkarabiliriz. Bu noktadan itibaren de pekala Süreya'nın "anlatımcı" addedilebilecek şiire doğrudan olmasa da dolaylı olarak belirgin bir mesafe koyduğunu söyleyebiliriz. Özellikle halk deyimleriyle oluşturulmuş dönemin anlatımcı şiirlerine karşı Süreya, kelimeler arasında yeni ve alışılmamış bağlar tesis eden, sonradan imgeci diyebileceğimiz bir şiiri amaçladığını belli eder; "şiirsel yük" dediği de böylesi bir poetik edimin bir neticesidir.

Halk deyimlerine yer açan şiirlerde kelimeler arasında yeni bir bağıntı kurmak, şiirsel yük oluşturmak mümkün değildir. Çünkü Süreya'ya göre bu deyimlerde kelimeler zaten yüklenebilecekleri tüm yükleri yüklenmiş, deyimdeki diğer kelimelerle "kıpırdamaz bir şekilde bağlanmışlar"dır. Neredeyse bu deyimlerde kelimeler yük bakımından istiab hadlerini bile aşacak bir şekildedirler. Bu durumda bu kelimeleri yeni bir yük, bu kez şiirsel bir yükle donatmanın imkanı kalmamıştır. Çağdaş şair için halk deyimlerindeki kelimeler bu sebeple donuk, çağrışımları önceden belli ve tek yönlüdür. Handiyse deyimin yöneldiği anlam, içerdiği kelimelerin her birinde potansiyel olarak bulunan 'anlam çoğulluğu'nu bastırır, siler, ortadan kaldırır ya da deyimdeki genel anlamsal yönelişe dahil olmaya zorlar. Artık bir deyimdeki bir kelime kendi başına bir dilbilimsel birim olmaktan çıkmıştır, taşıması muhtemel bütün anlam o deyimde yer almaya indirgenmiştir sanki. Bu tür kelimeleri deyimden bağımsız kullanmak mümkün değildir, o kelimeler böyle bir kullanıma her açılmaya çalışıldıklarında ister istemez deyimi hatırlatacak; şair amaçladığı şekilde yeni bir bağlantı ve anlam dizisi içinde o kelimeleri kullanmayı başaramayacaktır. Kullansa bile oluşturmaya çalıştığı yeni bağlar hep bir taraflarıyla 'eksik', 'güçsüz' ve 'zayıf' kalacaktır.

Şairin herhangi bir deyimdeki anlam dizisine müdahale edebilmesine, bu diziyi parçalayarak yeni anlamlar elde etmesine imkan tanıyan teknikler yok değildir elbette; lakin parodi, pastiş, ironi, başkasının dilinden konuşma vb. gibi bu teknikleri, özellikle halk deyimlerindeki anlam dizilerini dağıtmak, dönüştürmek üzere kullanmanın ne getireceği meçhuldür şimdilik. Ya da Cemal Süreya, bu yazısında böyle bir seçeneği görmezden gelir. O, çağdaş şiirin 'entelektüel niteliği'ni taşıyacak, onun 'kanat çırpmasına' imkan verecek geniş ve ferah havalar peşindedir.  Belki de bu yüzden Süreya, 'kelime blokları' olarak tarif ettiği halk deyimlerindeki anlam dizilerini parçalayacak, folklorun sert kabuklu çekirdeğinin nüvesine ulaşmamıza fırsat verebilecek işlemleri düşünmeye ne meyleder ne de böyle bir fırsat olabileceğini ima eder. Onun derdi, yeni bir şiir getirme iddiasındaki tüm genç şairlerden beklendiği gibi, daha çok bir önceki şiir kuşağının; yani Orhan Veli kuşağı şairleri, Oktay Rıfat, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi şairlerin dilin en görünür, en belirgin imkanları olan "halk deyimlerine, folklor temlerine" yönelmesidir. Bu kuşağın bu kolaycılığı seçmesi, yine Süreya'nın deyimiyle, "sanat endüstrisi pazarlarına bol sayıda çürük mal sürmek zorunda kalan" Oktay Rıfat neyse de, Bedri Rahmi için hiç iyi sonuçlar getirmemiştir. Cemal Süreya, Oktay Rıfat'ın yaptığını bile yapamayan Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun bütün şiir hasılasını, onun ressam olarak bilinişine de telmihle "iki üç kalın, iki üç sarı kırmızı çizgi çekti, durdu" diyerek tehzil etmekten imtina etmez.

Kelimeyi semantik yükünden niçin kurtarmalı?
Cemal Süreya'dan yaklaşık yarım yüzyıl önce, 1914'te yayınlanmış ünlü "Voskreseniye slova" (Kelimenin Yeniden Canlandırılışı) adlı yazısında Rus fütürizminin ve biçimciliğinin ünlü ismi Viktor Şklovski, neredeyse Fütürizm'in bir sözcüsü gibi yazarak, Süreya'dan farklı bir biçimde sadece konuşulan dildeki halk deyimlerinin değil, hemen hemen bütün kelimelerin ölü olduğunu belirtir, dili tamamen bir "mezarlığa" benzetir. Bu mezarlıktaki her kelimede elbette önceden bir anlam yaşıyordur, çarpıcı güzelliğiyle bizi büyüleyen bu anlamın da kaybedildiğini vurgular Şklovski. Onun görüşüne göre, eski sanat ölmüş, yenisi ise henüz doğmamıştır; böylesi bir durumda da nesnelerin de ölü olduğunu kabul etmek gerekir. Dünyaya ilişkin farklılığımızı yitirmişizdir çünkü. Sadece sanatın yeni formlarının icadı bizim dünya hissimizi yeniden onarabilir, nesneleri canlandırabilir ve kötümserliği öldürebilir. Şklovski, bu yeniliği fütüristlerin sözlerinde gözlemler. Yeni, canlı kelimeler tedavüldedir artık. Eskinin mücevherleri önceki parlaklıklarını fütüristlerin formuyla yenilemektedirler. Bu yeni dil, zor ve kavranılamazdır elbette; sözgelimi bu şiirleri herhangi bir gazete okurmuş gibi okuyamazsınız. Rus fütürizminin "kelimeyi yenilik" addeden genel yaklaşımıyla son derece uyumludur Şklovski'nin yorumu.

Ünlü İngiliz Marksist eleştirmen Raymond Williams ölümüyle birlikte geride bıraktığı notlar ve metinlerin içinden çıkarılarak oluşturulmuş bir kitabında, Modernizmin Siyaseti'nde, edebi modernizmi özetleyen tanımı Şklovski'nin "kelimenin yeniden dirilişi" nitelemesinde bulur. Williams'a göre,  bu fikir aynı zamanda 20. yüzyıldaki dilbilimsel tartışmalarda sık sık gündeme gelecek "gösterge" kavramıyla ilgili meselelere bir şekilde müdahil olacaktır. Şklovski'nin yakın arkadaşı ve belli bir dönem onunla birlikte Rus biçimcileri arasında da ismi sıkça geçen Eickenbaum'un bu fikir dolayısıyla yaptığı şu yorumu da zikretmeye değer bulur Williams: "...temel slogan, kelimeyi sembolistleri cezbeden felsefi ve dinsel eğilimlerin prangalarından özgürleştirmekti." Eickenbaum'un bu yorumuna yol açan gözleminin doğru ya da yanlış olmasından bağımsız olarak Williams, "şiirsel sözün içkin değerine yapılan vurguyu en açık dile getirenlerin sembolistler" olduğunu belirterek hakşinaslığını gösterir. Sembolistlerde de kelime kendi ötesindeki bir şeyin işareti olmaktan çoktan çıkmıştır, o kendi maddi nitelikleri içinde bir gösteren haline dönüşmüştür. Kelimelerin şiirdeki kullanımı bir şeyi ifade ya da temsil etmekle değil, bir değeri somutlaştırmakla ilgilidir. Bu tespitten yola çıkarak Williams, biçimcilerin, sembolistlere ait sözü "özgürleştirmeleri" ya da "yeniden diriltmeleri"ni "şiirsel söz"ü sekülerleştirme ve gizeminden arındırma çabası olarak değerlendirir. Biçimcilerin reddettiğinin sadece sembolistlere ait "şiirsel söz"ün özgül ideolojik yükü olmadığına da dikkat edilmelidir; Williams'a kalırsa, biçimciler bu sözü her türlü "genelgeçer semantik yük"ten arındırmak istemektedirler.

İkinci Yeni'yle hangi imkanlar yoklandı?
Süreya andığımız yazısında şiire uygun olmayan, hatta düşman addettiği folklora, halk deyimlerindeki kelimelere sinen o yükün ne olduğunu elbette açıklamaz. Sadece onlardaki havanın şiiri kısıtlayan bir hava olduğunu belirtmekle yetinir. Halk deyimleri, şiirin özgürce kanat çırpmasına imkan tanımayan, dar bir havayı taşır her nedense. Hatta bu hava, deyimdeki tüm kelimelere de sirayet eder; onların da anlamlarını darlaştırır, çağrışımlarını önceden belli ve tek yönlü kılar. Deyim yerindeyse, Süreya için, halk deyimlerindeki kelimeler, o deyimler içinde mahpustur. Özgürleşmeye de pek istidatları yoktur.

Süreya'nın halk deyimlerine yönelik eleştirisi muhtevadan çok formadır: O, "azalan verimler kanunu" uyarınca düşünür, dil bir açıdan işlendikçe o açıdan elde edilen verimlerin giderek azaldığını hatırlatır. Bu durumun yol açtığı bunalım neticede şiir için dilde yeni arayışların başlamasına sebeptir. Genç şairler dilde yoklanmamış alanları yoklamaya başlar; "değişik görüntü ya da izlenimler" eşliğinde "yeni imajlar, yeni mısralar" bulmaya bakar böylelikle. Süreya o dönem yazılan yeni şiir adına, gençler adına umutludur. Çünkü 1954'te ilk işaretlerini gördüğümüz yeni şiirle birlikte "Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yarı yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere" demekten kendini alamaz. Bu durum dilin daha iç, daha derin imkânlarına açılmayı da beraberinde getirir elbette. Folklor gibi daha kesin klişelere değil, daha hafif kalıplara bile dudak büken, sırt çeviren Turgut Uyar, İlhan Berk ve Edip Cansever'le (genç şairler olarak niteledikleri arasından bu üçünün ismini anar Süreya) birlikte şiirimizde önemli bir evrim yaşandığına kanidir Süreya. Bu evrimi de bütün evrimler gibi haklı ve zorunlu sayar.

Süreya'nın yazısını Rus biçimcilerinin, fütüristlerinin tutumundan ayırt etmek için yeterli mi peki bütün bunlar? Modern Türk şiirinin başlangıcını Ahmet Haşim-Yahya Kemal gibi iki sembolist şairde aramaya başladığımız andan itibaren, gerek Garip hareketi ve sonrası (Süreya'nın andığı Orhan Veli kuşağı şairleri, Oktay Rıfat, Bedri Rahmi Eyüboğlu) gerekse İkinci Yeni modernizmini Raymond Williams'ın önerdiği bakış açısıyla yeniden ele almamızı engelleyecek ne kalır ortada?

Muhayyel, sayı 13, Mayıs 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder