21 Kasım 2015 Cumartesi

Popüler kültüre yenik düşen muhafazakar kültür


Türkiye'de muhafazakarlığın  en sade özetini Yahya Kemal Beyatlı'nın ünlü "Ne harabi ne harabatiyim/Kökü mazide olan atiyim" dizeleriyle dile getirdiği "mazi ile ati arasında bir muvasala olma" arzusu ve iştiyakında buluruz.  Sadece mazi ile atinin aynı  "öznel kerte"de birbirine vasıl olduğu, kavuştuğu bir "hâl"in beklentisi hakim değildir elbette bu dizelere; vaktini zevk ve sefa içinde, meyhanelerde geçirdiği, bir anlamda "sensualist" olduğu suçlamalarına cevap vermektedir esasen Yahya Kemal bu dizeleri yazarak.
Lakin, "harabilik" suçlamasına karşı ürettiği cevabın kendisinde de bir muğlaklık, sensüalizme kapı aralayan, bu ithamı sözel olarak reddederken bile ithamın içeriğinin büyük bir kısmını kabullenen bir yan var gibidir. Bu yanı en iyi mazi ile atinin hatt-ı muvasalası olma arzusunda görürüz.
Bu arzu açıktır ki "şimdi"yi işaretleyen yaşanmışlığı ön plana geçirir. Bu "yaşanmışlığın" tecrübe edildiği yegane mekandır "şimdi" belki de. "Kökü mazide olan ati" olmak kendi içinde bir çapraşıklık, bir çelişki barındırır öte yandan. Mazi ile atinin bu ibare üzerinde bir araya gelişi "şimdi"siz mümkün olamaz.
Bu şimdi, bir yandan mazinin kapanmamışlığı iken, diğer yandan atinin imkanları müphem ve muğlak açıklığıdır da. Mazinin kapanmamışlığı, atinin ona kök salışıdır. Bir yerde mazi, atinin rahmi, toprağıdır. "Kök" metaforu sayesinde mazi ile ati arasında sadece zamansal değil, mantıksal bir ardışıklık ve süreklilik de vaz etmektedir Yahya Kemal böylelikle. Zaman ağacının kökleri mazi ise dal ve yaprakları da ati olacaktır. Zikrettiğimiz mazinin kapanmamışlığı ile atinin imkan sahasına henüz  çıkmış olan açıklığı, birbirlerine zaman ağacının sağlam gövdesini teşkil eden şimdinin kıstağında kavuşur. Şimdi, bu arzuda böylelikle hep mazi ile atinin birlikte var olduğu, başka başka yerlerden gelerek birbirlerine kavuştukları, birbirlerinde sarmaş dolaş olarak yekdiğerinin varlığında "vuslat" arzusunu sükuna erdirdikleri bir zifaf yatağıdır handiyse. Zannedildiğinin aksine muhafazakar kültürü "sensualist" kılan şeydir  mazi ile ati arasında aranan muvasalanın vecd ve istiğrakı, hatta bizatihi muvasala arayışıdır sensüalist olan. Mazi ile atinin zamansal-mantıksal ardışıklık/sürekliliğini sağlayan, neredeyse "ebedileştirilmiş" bir şimdideki kavuşmanın gizli hazzı ve gururu egemendir Yahya Kemal'den sık sık aktarılan bu dizelere. (1) Muhafazakarlığın korumayı üstlendiği maziyi içine yerleştirdiği mahfazadır handiyse bu "ebedi şimdi."
Bir anlamda muhafazakar mazinin müzesidir modernlerin "zamanın mutlak bu"su saydığı yaşanan an. Harabatilik, zaman ile ebediyet (sonsuzluk) arasında koyutladığı bir karşıtlık üzerinden işlev kazanıp şimdiyi bu karşıtlık sayesinde deneyimlerken, Yahya Kemal'in dizelerinde de aynı karşıtlığın bu kez bir sonuç olarak tahsil edildiğini görürüz. Mazi ile atinin şimdi sayesinde edindiği sürekliliği deneyimler böylelikle Yahya Kemal. Harabiliğin öncülünü, Yahya Kemal'de çıkarım olarak bulgularız.  Oysa zaman ile ebediyet arasındaki karşıtlık her halükârda "yoksun bırakıcı bir karşıtlık"tır. Zaman, ebediyetin işaretini üzerinde taşımazken zamandır; aynı şekilde, ebediyet de "zamansız" bir ebediyettir. (2)
Muhafazakarlığın mazisi "henüz kapanmamış bir mazi"dir bu yüzden; bunun anlamı bu mazinin hâlâ yüzleşilebilir, ama henüz bütün veçheleriyle yüzleşilmemiş bir içerikle yüklü oluşudur. Bu içerik hâlâ hayata mütealliktir elbette, ancak kapanmamış mazinin süregelen etkileri bakımından yaşanan hayatın tecrübesi tamamen nihayete ermemiş ve bu yüzden de muhafazakar duyarlılık bakımından da nihai hesabı görülebilir değildir. Kullanım değeri olmayan, ancak sergilenebilir bir içeriktir bu bir bakıma. Kullanımı mümkün olmayan, ancak "sergilenebilir" nitelikleriyle etkisini sürdüren bir "mazi"dir.
Bu açıdan muhafazakarlığın "etkin" (hâlâ "faal") mazisi ilk anda hem estetik hem de politik bakımdan, bu fikriyatın sürekli geçmişi konu edindiğini düşünmemize bile yol açabilir; ancak, konu edinilen "geçmiş", etkin mazinin (yani yaşayan, bir süreklilik içinde "korunan" ve hatta belki "kullanım"da olan mazinin) bir anlamda ölü, yani münfail yanlarını da içerir. Bu "ölü" yanların can bulmasına dönük bütün çabaları akamete uğratan şey, onların herhangi bir "kullanım" içinde asli değerlerine ulaşamayacak ölçüde anlam ve değer yitimine maruz kalmış oluşudur. Bu "ölü" yanları umarsızca yaşatmaya dönük çabaların eni sonu bu yanlarda yaşattığı şey, bu sebeple onları en fazla sergilenebilir ve bu yüzden gösterişçi metalara çevirir; bunun ötesine geçmek mümkün değildir.
Mazi ile ati arasında "aranan" muvasala, bu ikisinin asla normal şartlar altında bir araya getirilemeyecek oluşunu değil, aksine Türk toplumuna modernleşme sürecinde hakim olan "gelenek-modernlik", "istibdat-hürriyet", "aşk-akıl", "doğu-batı", "ilericilik-gericilik" vb. kültürel antinomi ve çatışmalara bir çözüm imkânı olarak sunulur muhafazakarlık tarafından. Modernleşmeyle oluşan kültürel aralanma ve "yarık"a dair keskin bir düşünüm çabasıdır haddi zatında muhafazakarlık. Ne maziden kolayca vazgeçebilir, ne de atiyi bütün getirdikleriyle birlikte kucaklama yanlısıdır. Bir bakıma seçmecidir "muhafazakarlık." Yaşattığı "mazi", bütün boyutları ve unsurlarıyla "yaşayan" bir mazi değildir, bu imkansızdır. Maziden bir müze uzmanı dikkatiyle yaptığı "seçme"lerle tanınır gerçek bir muhafazakar. Atinin getirebileceklerine ilişkin yaklaşımı da bundan çok farklı olmayacaktır muhafazakarın. Ati, salt bir arzu nesnesidir haddi zatında.
Tanpınar, 1951'de yazdığı bir denemede Heinrich Heine'nın anlattığı bir "teoloji alimi"nin hikayesini görür Tanzimat'tan beri yetiştirilen nesillerin macerasında. Heine'nın teoloji alimi Allah'ın varlığını ispat için bir kitap yazmaya kendini adasa da kitabını sona erdirmek üzereyken Allah'ın varlığını ispat için topladığı deliller ve burhanların tersine dönmesi sebebiyle o ana kadar yazdığı her şeyi yakıp bu kez tam tersine Allah'ın yokluğunu ispat için başka bir kitap yazmaya başlarmış. Fakat bu kez de bu kitabı bitireceği zaman, inkarın sefil ve karanlık aletleri imanın nuruyla paramparça olur, adam tekrar Allah'ın varlığını ispat için delil ve burhan toplama işine geri dönermiş. Bir nevi Sisifos efsanesinin başka bir versiyonu elbette Heine'nın aliminin çabası.  Sisifos Yunan mitolojisinde, yeraltı dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Sisifos hedefe her yaklaştığında taş yine aşağıya düşer. Elbette mitolojideki Sisifos'a tanrılar tarafından verilen cezadan farklı olarak Heine'ın alimi, bizatihi namuslu bir adam olduğu için "fasit daire"yi sürekli, kendi tercihiyle adımlar.
Tanzimat sonrası medeniyet değiştirme çabası içindeki Türk toplumunun mazi ile ati kutupları arasındaki salınımlarının bu alegoriyle dile getirilmesinin kuşkusuz ilk hissettirdiği şey "devam ve bütünlük" duygusunun yitirilişidir.  Tanzimattan beri yetişen her kuşak aynı meseleleri tartışmak zorunda kalmış, aynı parçalanmaları deneyimlemiş, ancak meselelerin halli noktasında ise herhangi bir yol alınamamıştır. Tanzimat sonrası ortaya çıkan kültürel kopukluk "devam" fikrinin yitirilmesinin en önemli sebebiyken eski medeniyetimiz ile dahil olmaya çalıştığımız yeni medeniyet arasında beynamaz kalışımız modern kültürümüzdeki bütünlüğün kayboluşunu yansıtır.
Mazi ile ati arasında muvasala arayışı bu kültürel aralanma ve yarığın üstesinden gelme çabasını içerir bir bakıma. Her birinin muhafazakarlığı yekdiğerinden kısmen farklı da olsa, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa gibi estetlerin fikirleri, bu kültürel yarık ve aralanmayı hem temsil eden hem de onun içeriğini "sentez" arayışlarıyla flulaştıran bir işlev görürler. Maziden seçilen unsurlarla atinin getirmesi umulan olumluluklarını birbirine eklemeye uğraşır muhafazakar kültür, bu ekleme çabasının hayata geçirildiği kertedir muhafazakar şimdi. Bu arayışlarda mazi-gelenek-aşk-doğu ile ati-modernlik-akıl-batı 'yaşanan an'a içkin edebi-siyasi tecrübelerle imtizaç ettirilmeye çalışılır. Ancak yine de Türkiye'de muhafazakarlığın siyasi bakımdan değil, kültürel-edebi bakımdan söz edilebilir bir ağırlık ve hacme kavuştuğunu ileri sürebiliriz. Muhafazakarlık siyasi bakımdan sadece "yerli" sayılan kültürel-ahlaki değerlerin "evrensel" olduğu addedilen benzeri değerlere nazaran yeğlenebilir bulunduğu bir fikri kertedir eni sonu. Kendine "muhafazakar" diyen siyasi anlayış ve partilerin bunun ötesine her geçiş denemesinin "statüko karşıtı" görüldüğünü de söylemeli.
Bu açıdan kültürel muhafazakarlıktan siyasi muhafazakarlığa geçişte, muhafazakar düşüncenin Batı'daki serencamına nazaran Türkiye açısından önemli bir farklılık göründüğünü ifade etmek gerekir. AK Parti ile birlikte bu anlayışta önemli bir kırılma yaşandığı da ayrıca eklenmeli. Mazi ile ati arasında "muvasala" arayışı, köklerinde Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, MTTB, Akıncılar vb. oluşumlara atıfların sık sık yer aldığı AK Parti'nin siyasi söyleminde sürekli vurgulanır.
Diğer yandan Türkiye'de bütün sağ siyasal müktesebatı da temsil etmeye dönük emperyal bir söylem tutturmuştur AK Parti. Menderes, Özal, Erbakan vurguları Türkiye'nin demokratikleşme tarihinde temelde CHP karşıtlığı etrafında oluşmuş sağın "muhafazakar çimentosu"nun sahiplenilmesine dönüktür. Buna karşın, yine de bu tercih çizgisinin oluşumunda güncel politik değerlendirmelerin de önemli bir rolü bulunduğunu vurgulamak gerekir. Sözgelimi Türkiye'deki sağın diğer tarihsel liderleri, sözgelimi Türkeş, Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz bu söylem tarafından içerilmez. AK Parti kendi siyasal söylemine uygun bir şekilde Türkiye'de çok partili hayatta etkili olmuş sağ siyasi partilerin "muhafazakar" ve "demokrat" yanlarını, pek de eklektik sayılmayacak bir tarzda, özümsemeye gayret gösterir. Sağ siyasal gelenekte AK Parti'nin güncellediği bu sebeple demokrat tutum ve muhafazakar anlayışlardır.
Sözgelimi Cumhuriyet döneminde en fazla tarihi eser tahribinin yaşandığı 1950-1960 arası Demokrat Parti dönemi ile en fazla tarihi eser restorasyonunun yapıldığı 2005-2015 dönemini bu açıdan kıyaslamak ilginç sonuçlar çıkarabilir. DP'nin CHP'ye alternatif bir oluşum olarak ortaya çıkarak halkın teveccühüne mazhar olmasının akabinde iktidar oluşu, 10 yıllık iktidarın askeri darbeyle sona erdirilmesi AK Parti'nin kendi söyleminde DP lafzına yer vermesinin en önemli gerekçesidir- ama bu kadar. Menderes haricinde AK Partili sözcülerin övdükleri ya da yerdikleri tek bir DP'li siyasetçi yoktur. DP'nin takipçisi AP yerine MSP'ye ve kısmen CKMP-MHP söyleminden kalan unsurlara yer açan AK Parti'nin siyasi üslubunun "muhafazakar damarlar"dan zannedildiği kadar beslenmediği de ortaya konabilir. Sağ siyasi gelenekten tevarüs edilen motifler söylemin sadece süsü görünümü taşır. Bu bir yandan sağ siyasi dilin kendini yeniden üretmede karşılaştığı alışıldık sıkıntıların bir tezahürüyken diğer yandan başta Erdoğan olmak üzere AK Parti'nin yönetici kadrosunun 1975 sonrası sağ siyasal dile yönelik kapsamlı eleştiriler getiren bir kültür kuşağı içinde yetişmiş olmalarına bağlanabilir.
Bu belirlemeler, "muhafazakar kültür" olarak anılan hususlarla AK Parti'nin ekonomi-politik çizgisi içinde kendiliğinden bir ayrışma olduğunu da düşündürebilir. Doğrusunu söylemek gerekirse "yerel ve evrensel kültürel değerler"e aynı anda açıklık olarak tavsif edilebilir AK Parti'nin kültür politikalarının özü. AK Parti beyannamelerinde de bu formül bu şekilde yer almıştır. Yani bir nevi kültürel alanda politik bir tavrın yokluğu, en azından belirsizliktir yansıyan. AK Parti hükümetlerinde Kültür Bakanlığı yapmış Atilla Koç, Erkan Mumcu, Ertuğrul Günay, Ömer Çelik isimleri de bu belirsizliği ayrıca bize ihsas ettirirler. (3) Bu belirsizliğin neticede "popüler kültür"e kapı araladığı, AK Parti'nin Mevlana, Hacı Bektaş Veli gibi "gönül erleri"ni anmaya dönük programlara öncelik verdiği görülür.
Sözgelimi Nuri Pakdil'in tiyatro eserinin ancak 2014'te Devlet Tiyatroları'nda sahnelenmeye başlaması, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç gibi AK Parti'nin popüler kültürel söyleminde şiirleriyle sıkça yer almış müelliflere ait tiyatro eserlerinin DT'nin repertuarında yer alsa bile sahnelenmekten uzak duruluşu AK Parti'nin belirgin bir kültür politikası olduğundan kuşkulanmaya yetecek veriler arasında sayılabilir.
AK Parti'nin kültürel politikalarının belirsizliğine ilişkin başka bir karine de bu politikaların belediyeler eliyle yürütülme şeklinde görülür. Belediyeler, açtıkları meslek kurslarında geleneksel el sanatlarına genişçe yer ayırırken, halka yönelik düzenledikleri ve genelde pop müzik söyleyen şarkıcıları davet ettikleri konserler ile de bu bütçe kalemlerini harcamaya yönelmişlerdir.
Son dönemde TRT aracılığıyla "Diriliş Ertuğrul", "Yedi Güzel Adam" vb. diziler ile borçlu olduğu muhafazakar müfredata ilişkin bu borçlarını eda etmeye en azından niyetli olduğunu gösteren AK Parti'nin bu niyetini yerine getirme şekline ilişkin de zihnimizde birçok kuşku uyanması normal. Bu dizilerin Gezi eylemleri sonrası çekiliyor olmasının da gösterdiği üzere siyasi cephede kurduğu hegemonyanın asıl etkinlik sahası olan kültürel alanda zayıflatılma gayretlerinin önüne geçmede AK Parti'nin yeterli bir birikime sahip olmadığı da görülüyor. AK Parti'nin belli belirsiz kültür politikalarına bakarak muhafazakar kültürün popüler kültür karşısında yenilgiye uğradığını bile düşünebiliriz. Muhafazakar kültürün sınırları belirsiz bir "hayat" tasavvurunda köklenme çabasının bu neticeyi doğurması ise bir yerde kaçınılmazdır.

DİPNOTLAR:
1- Immanuel Kant'ın Was ist Aufklarung metnini okurken Michel Foucault'nun bulguladığı "şimdiki anın kahramansılaştırılma istenci"nden niteliksel olarak farklıdır Yahya Kemal'in dizelerinde dile gelen muvasala arayışının doğurduğu "ebedi şimdi" arzusu. Her şeyden önce, şimdi her ne kadar mazi ile atinin hatt-ı muvasalası olsa da parçalıdır. Bu yüzden bu parçalardan hangisinin kahramansılaştırılmak istendiği belirsizdir. Yahya Kemal Beyatlı'nın maziden devşirdiği kahramanlık imgeleri bu çerçevede şimdinin parçalı görünümüne iliştirilmiş, bu sebeple de şimdi içindeki tezatları daha çok görünür kılan birtakım arabesk motif ya da fresk ve rölyeflerden öteye geçmez. Geçmişin imgeleri, handiyse şimdinin kahramanlığıdır.
2- "Yoksun bırakan karşıtlık" kavramı Nikolay Tribeckoy'a aittir. Kavram hakkında eleştirel bir değini Giorgio Agamben'in Şeylerin İşareti: Yöntem Üzerine (çev. Betül Parlak, Monokl) adlı kitabında bulunabilir.
3- Sözgelimi Ertuğrul Günay, Şeb-i Arus törenlerinde "kesret içinde vahdet" yerine "şehvet içinde vahdet", Itri'yi anma törenlerinde "segah tekbir" yerine "seyyar tekbir" diyecek kadar muhafazakar kültürün değerlerine bigane bir Kültür Bakanı idi.

Fayrap 78, Kasım 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder