Herhangi
bir edebi metnin “biçim” ve “öz” (yahut “anlam” ve “içerik”) adı verilen iki
unsurdan mürekkep olduğu edebiyat teorisinin muhkem kaziyeleri arasında yer
alır. Edebi metinler bazen biçimin bazen de özün yekdiğerine ağırlık ve
üstünlüğünü hissettirdiği metinler olabilir. Buna rağmen edebiyat
eleştirmenleri biçim ve özü, edebi metnin birbiriyle ilişkili iki temel unsuru
olarak düşünmeye devam ederler. Özü ya da biçimi, diğerine öncelikli ve üstün
tutsa da bir eleştirmen, edebi eserin başarısı açısından ikincil kıldığı
unsurun bu başarıdaki katkısını hiç bir zaman yadsımaya cüret edemez. Bir edebi
metnin özünü ya da biçimini araştırmayı ve o eserin değerini bunlardan birine
bağlı kalarak açıklamayı seçmiş eleştiri anlayışlarında bile bu iki unsurdan
her birinin diğeriyle ilişkisi mutlaka göz önüne alınır, en azından edebi
metnin değeri, açıklayıcı unsurun diğer unsurun şekillenişine yaptığı katkıya atıfla
yorumlanır.
Bu
yüzden edebi metinlerin oluşumunda biçim ve öz unsurlarının işlev ve
mahiyetleri (işlevsel-gönderimsel boyut) ile birbirlerine karşı öncelik ve
üstünlüklerinin (yapısal-ayrımsal boyut) nasıl değerlendirileceği konusunda
önemli bir muğlaklık bulunsa da; herhangi bir edebi metnin başarısını ya da
başarısızlığını, eleştirmenler genelde bu unsurların birbirlerine “uygunluğu”
olarak adlandırabileceğimiz bir ölçüt sayesinde belirlerler. Bir edebi metnin
biçimsel özellikleriyle içeriğine ilişkin özelliklerinin o edebi metnin
başarısı için birbirlerine mukayyet olmaları gerektiği sözünü ettiğimiz muhkem
kaziyenin belki de en önemli sonuçlarından biridir.
Bu
kaziyeye şimdilik kaydıyla karşı çıkmayacağız. Hatta birazdan üzerinde
ayrıntılı bir biçimde duracağımız görüşler açısından bu kaziyenin muhafaza
edilişi handiyse gerekli. Her ne kadar biz bu gerekliliğe tam anlamıyla ikna
olmamışsak da, biçimi öze üstün tutan (biçimci) ya da özü biçime nazaran
yeğlenebilir kılan (özcü) yaklaşımların her ikisini birden, birbirlerine karşı
ve birlikte ele alıp eleştirmemizde bu kaziyenin ve edebiyat eleştirisinin en
temel ölçütünün (yani biçim ile özün birbirine uygunluğunun) korunması bize
epey yardımcı olacak.
Öyleyse
öncelikle bu yazı boyunca ironi sanatı hakkındaki görüşlerimizi üzerinde
temellendirmeye çalışacağımız kendi kabullerimizi ifade edelim: Her edebi
metnin, kendisini oluşturan unsurların ifade ettikleri ve böylelikle
oluşturdukları metin bağlamlarının fevkinde bir metin olduğunu öne sürüyoruz.
Bu açıdan özün ürettiği metin ile biçimin ürettiği metnin birbirlerinden ayrı
ve fakat birbirleriyle alakalı iki ayrı metin olduğunu kabul ediyoruz. Asıl
edebi metni teşkil eden metnin bu öz ve biçime ait metinsel parçacıkların özgül
bir bileşkesi olduğunu ileri sürüyoruz. Bu temel kabullerden yola çıkarak
ironik olduğu düşünülebilecek herhangi bir edebi metnin başarısının da çoğu kez
mezkûr metnin içerdiği ironik öğelerin öze ve biçime ait metin parçacıklarına
dağılımının asıl edebi metnin var oluşunu tehdit etmesiyle mümkün olduğunu bu
tezin mütemmim cüzü olarak ekliyoruz. İronik metinler öyle düzenlenmişlerdir
ki, içerdikleri ironi o metinlerin bütünlüklü algılanmasına yönelik bir tehdidi
potansiyel olarak barındırır. Bu tehdidi barındırmaları ölçüsünde de o metnin
bütünselliği tesis edilmiş olur.
İmdi,
hem bu kabullerimize yol açan muhakemeyi ayrıntılandırmak hem de bu kabullerin
ve bu kabuller eşliğinde ileri sürdüğümüz tezlerin doğuracağı sonuçları
görebilmek için, şiirselliğin ne olduğunu örneklemek üzere şiir eleştirmenlerinin
sık sık başvurduğu bir mısraya biz de başvuralım.
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz
Yahya
Kemal'in bu mısraında 'hatıra geldikçe' ibaresinin 'anıldıkça' ibaresiyle yer
değiştirmesinin, anlamı (yani “özü” ve anlamı, yani işlevsel-gönderimsel
unsuru) zedelemese de biçimi zedelediği için şiirselliği ortadan kaldırdığı sık
sık söylenir. Hatta bu örnek şiirin anlam ve özden çok biçime dayalı bir “dil
oyunu” olduğuna ilişkin akıl yürütmeleri haklılaştırıcı bir tarzda da istihdam
edilir: Anlamın korunmasına karşın biçim üzerindeki tasarruf şiirsel ifadeyi
bozmuştur. Peki, öyle midir?
Biçim
ile öz ya da içerik arasında, yukarıda hemen bütün edebiyat eleştirmenlerinin
kabul ettiği o ayrım doğrultusunda yeniden düşünürsek, Yahya Kemal'in
mısraındaki kelime değişikliğiyle şiiriyetin ortadan kalktığı şeklindeki
tespitin, şiirsel ifadelerde ibarelerin ve doğru kelime seçimlerinin
(Benveniste'in ifade ettiği metaforik-metonimik hiyerarşiye bağlı kalmanın)
belirleyiciliği ön kabulüne dayalı bir çıkarım olduğunu da görebiliriz. Hâlbuki
klasik ayırımın öngördüğü gibi biçim metnin dış sınırı, o metnin yüzeyi ve
böylelikle ilk iki boyutu iken, öz ya da içerik ise -bakış açısına göre- o
metnin derinliği, üçüncü boyutu, içi ya da anlamsal ufkudur. Yani o metnin
gerçekte var olmasını sağlayan şeydir bu üç boyutun birlikte var olması. Edebi
metnin oluşumu bu iç ile dışın, derinlik ile yüzeyin birbirlerini karşılıklı
belirlemesine dayanır. Tıpkı bir soğan gibi metnin biçimini ne kadar metinden
ayırt etmeye kalkışırsanız kalkışın, geride kalanın bir “dış”ı, yani biçimi
muhakkak olacaktır. Ya da soğanı kabuklarından soyma, soyutlama çabanızın
sonucunda elinizde en iyi ihtimalle bir cücük bulacaksınız. Öz ile biçim, iç
ile dış arasında bir ayırım yapmanın yersizleştiğini fark edeceğimiz nokta da
budur. Herhangi bir edebi metinden biçimi soyutlarsanız elde edeceğiniz şey o
edebi metnin özü olmayacak, aksine başka bir metin olacaktır. Yani yine üç
boyutlu başka bir metin! Eğer metnin var olmasını sağlayan biçimi o metinden
bütünüyle ayırt etmeye kalkacak olursanız geride öz ya da başka bir şey de
kalmayacaktır.
Tersine
bir edebi metni, özünü bir yana bırakarak biçimsel özellikleriyle
değerlendirmeye çalıştığınızda da bu değerlendirme çabanız o metinle ilgili
olmaktan çıkacak, özün işaret ettiği başka bir metin üzerine konuşmuş
olacaksınız. (Sözgelimi bu yüzden bir şiirin başka bir dildeki tercümesi yeni
bir şiir olarak anlaşılır ya da tam tersine bir dildeki şiirin asla başka bir
dile çevrilemeyeceği ileri sürülür. Çünkü herhangi bir şiir çevirisinde anlam
korunmuş ve öteki dilde yeniden ifade edilmiştir. Ama biçimsel özelliklerinin
büyük bir kısmı da değişmiştir.) Her iki halde de konuşma konumuzun, ilk edebi
metin olmaktan çıktığını kabul etmek zorunda kalacağız. Fakat boyut sayısını
ikiye ya da bire indirdiğimizi asla iddia edemeyeceğiz.
Estetik
idrakimizin sınırları içinde elde ettiğimiz bu ikincil metni edebi saymak ya da
saymamak da böylelikle bizim estetik anlayışımıza ve idrakimize terk edilmiş
bir şey olarak kalacak. Tıpkı ilk, başlangıçtaki metni edebi sayıp saymamamızla
alakalı sorunların aynısı, üretilmiş metinde de aynen korunacaktır. (Her iki
durumda da hem özün hem de biçimin iki ayrı metni üretmemize imkan tanıyacağını
söylemek bile gereksizdir.) Sözgelimi bu yüzden Yahya Kemal'in 'Ağlarım hatıra
geldikçe gülüştüklerimiz' mısraı ile 'Ağlarım anıldıkça gülüştüklerimiz'
cümlesi arasındaki fark bizim şiiriyet olarak algıladığımız özellikler
silsilesiyle, şairane bulmadığımız bir cümle arasındaki farktan, yani estetik
beğenimizin sınırlarına hapsolduğumuzun ifşasından öteye gitmeyen bir tespit
olarak değerlendirilebilecektir böylelikle.
Buraya
kadar dile getirdiğimiz düşünceleri daha teknik terimlerle yeniden ifade ederek
yazımızın bu mukaddime kısmını sonlandıralım: Bir edebi metnin biçimi (biçim
derken başta türsel özellikler olmak üzere teknik vb. bütün, anlamsal olarak
metnin temel mesajını doğrudan belirlemeyen, ama bu mesajın sunuluşuna katkıda
bulunan bütün nitelikleri kastediyoruz) o edebi metni diğer edebi metinlerden
ayırt etmemize katkı yapan yapısal-ayrımsal unsurdur, fakat o edebi metnin özü
de yine o edebi metnin diğer edebi metinler arasındaki işlevini gösteren
işlevsel-gönderimsel unsur olarak korunur. Burada kafaları karıştıran nokta
şudur: Yapısal-ayrımsal unsurun bu özellikleriyle birlikte bir edebi metinde
hemen her zaman işlevsel-gönderimsel bir mahiyeti vardır ve tersine
işlevsel-gönderimsel unsur da hemen her zaman o edebi metni diğer edebi
metinlere nazaran biricik kılan bir yapısal-ayrımsal mahiyete sahiptir.
Yapısal-ayrımsal unsur ile işlevsel-gönderimsel unsur arasındaki yapısal
ayrılıklar ya da işlevsel farklılıklar bu durumda rahatlıkla birbirlerinin
yerine ikame edilebilirler. Biçimin metni ya da özün metni gibi deyişlerimize
anlamlı, işlevsel, yapısal ve ayrımsal bir nitelik katan husus da doğrudan
budur.
Bu
noktadan itibaren bir metnin metinselliğini salt biçimsel ya da özsel unsurlara
istinat ederek, biçimsel unsurdaki metinselliği ya da özsel unsurdaki
metinselliği sorgulayarak kavrayamayacağımız açığa çıkmış olmalıdır. Özsel ya da
biçimsel metinlerin kendilerine özgü bir imtizacını bulgulayarak da herhangi
bir metnin metinselliğini her halükarda garanti altına almış olmayız. Sözgelimi
edebiyat teorisinde şimdiye dek sadece edebi bir sanat olarak değerlendirilmiş “ironi”yi
daha geniş bir metin teorisi bakımından tartışmak, bu noktayı görmemizi
sağlayabilir.
Edebi sanatlar ve anlamın katmanları
Edebi
sanatlar genellikle 'lafzi anlam' ile 'gerçek anlam' olarak
nitelendirilebilecek iki ayrı anlamsal öğenin edebi metnin oluşturduğu söylemsel
mekanda tuttukları yerler ve mesafeler arasında zihnin iş görmesini sağlayan
bir niteliğe sahiptir. Çoğu kez edebi açıdan lâfzî anlam deyişini bile fuzuli
kılan bir miktarda atıl hammadde gündelik dilde yer alsa bile, edebi dil ile
gündelik dil arasında önemli bir farkın var olmasını sağlayan asıl unsur, edebi
sanatların ve edebi anlatım tarz ve tekniklerinin lâfzî anlam ile gerçek anlam
arasındaki söylemsel mekânı kullanma tarzları, o mekânı kendilerine has bir
şekilde doldurmalarıdır. Bu kendine has özellikler bir metnin morfolojik,
tektonik yapısından tutun da inşa edilirken kullanılan iskeletlere, metnin
gövdesindeki sıva, badana ve boya işlerine, o mekânın farklı kullanım
amaçlarına kadar hemen her unsuru kapsayabilir. Ama buna rağmen, sonuçta o
metin binasının varlığı bu tür unsurların süsleyiciliğinden bağımsız bir anlama
sahiptir. Bu tür unsurlar sözü edilen anlamın sunuluş teknikleri olarak tavsif
edilebilse de doğrudan sunulan şeyin ontolojisine müdahil değillerdir. Onların
bu öze müdahaleleri çoğu kez dolaylıdır.
Edebi
sanatların elbette sadece edebi sunumun daha etkili, daha göze ve zihne hoş
gelen, ifade edilemez olduğu düşünülmüş hususları ifade edilebilir kılan
meziyetleri var olabilir. Sözgelimi 'tevriye' ile bir şair aynı anda iki ya da
üç anlamı birden tek bir lafza sığdırabilir ya da kinaye ile ifadenin yakın
anlamı ile uzak anlamı arasındaki farktan yararlanarak asıl iletisini daha
kuvvetli bir biçimde dile getirmiş olabilir. Metafor ve mecaz kullanarak uzun
uzadıya anlatabileceği hususları çok daha kısa, daha kesif bir tarzda okura
sunabilir. Yine de bu söz sanatlarında lafzi anlamla gerçek anlamın birbirinden
ayrı tutulması gerektiği, aradaki sınırın öyle kolayca çiğnenemeyeceği izahtan
varestedir. Sözgelimi yorumlayıcı bakış açısından kinayedeki ister yakın anlamı
ister uzak anlamı tercih edin, ne kadar eksik olursa olsun o metnin ifade etmek
istediğine uygun bir anlam elde etme ihtimaliniz vardır.
İroni, öz ve biçim
Diğer
edebi sanatlara nazaran ironinin, anlamı teksif edici, pekiştirici ya da daha
kuvvetli bir tarzda sunulmasını sağlayıcı bir nitelik arz etmediğini ileri
sürebiliriz. Elbette diğer edebi sanatlarda da lâfzî anlam ile gerçek anlam
arasında önemli bir fark vardır. Fakat bu fark, lafzi anlam ile gerçek anlam
denen iki ayrı semantik zatiyet arasındaki 'mekansallığın' oluşumunu, ortaya
çıkışını ya da şekillenişini ifade etmekte başvurduğumuz bir farktır. Metafor
kelimesinin gündelik Yunanca'da 'taşıt' anlamına da gelecek şekilde
kullanılması ne demek istediğimizi biraz olsun açıklar. Tevriye de dahil olmak
üzere kinaye ve mecaz gibi edebi sanatlarda lafzi anlam ile edebi anlam
arasındaki fark bu anlamların edebi söylemsel mekana yerleşimleri arasındaki
farktır. Bu sanatlarda lafız ile anlam arasında koyutlanan fark bütünüyle
olmasa bile baskın olarak biçimsel bir farktır. İfadenin anlaşılması istenen
kavramsal/biçimsel bağlamını, düzeyini ya da düzlemini değiştirerek özü de
değiştirebilirsiniz. Mecazi anlamın katmanlarını bu anlamı keşfetmekte
başvurduğumuz biçimsel kalıpları değiştirerek keşfedebiliriz pekâlâ. Oysa
ironide lafzi anlam ile gerçek anlam ikiliği arasındaki fark, bu iki anlamın
tamamen aynı bağlam, düzey ve düzlemde birbirlerine dönüşmelerinin oluşturduğu
gerilimle belirlenir.
İroni, uygunluğun iptali ve asimetrik
diyaloji
İroni,
biçimin metni ile özün metninin hep aynı semantik katmanda kalarak çatışmasının
bir ürünü olarak tezahür eder hemen her zaman. İroni sanatında lâfzî anlam ile
gerçek anlam arasındaki fark asla bağlamlar ya da katmanlar arasındaki bir
farktan neşet etmez bu yüzden. Lâfzî anlam ile gerçek anlamın aynı bağlamda
birbirlerini itelemelerinin, reddetmelerinin bir neticesidir handiyse ironi.
İroninin vuku bulduğu bağlam, hemen her zaman diyalojik bir bağlamdır bu
sebeple. İronide lâfzî anlam ve gerçek anlam arasında yaptığınız ayrım her
zaman itibari bir ayrımdır ve bu yüzden asimetriktir. Diyalojik konumlara bağlı
olarak her iki anlam da kolaylıkla karşılıklı yer değiştirebilirler. Bu ayrımın
metinsel bir dayanağı yoktur, bu yüzden sözgelimi ironize edilmiş bir sözü lâfzî
anlamıyla kavramayı yeğlemeniz, anlamazlıktan gelmeniz bile mümkündür. Hatta bu
tercihiniz, ironinin kudretini, dolayısıyla -birazdan bahsedeceğimiz-
ihanetinin doğurduğu tehlikeleri savuşturabilmeniz için gerekli bile
sayılabilir. İroni için öznel, nesnel, epik, dramatik vb. sıfatları
kullanabilmemize imkân tanıyan husus bu diyalojikliktir tamamen. İroniyi
anlamazlıktan gelmeniz sizin bu diyalogu sürdürmenizin yeter şartıdır; öteki
halde, ironinin kudretine teslim olmak ve susmaktan başka bir çareniz
kalmayacaktır.
Zaman
zaman lâfzî anlamı 'yüzeysel' anlam, gerçek anlamı 'derin anlam' olarak
niteleyen yaklaşımların ironi sanatındaki bu incelikli noktayı kaçırmaları
gayet muhtemeldir, çünkü çatışma ne derindeki anlamla yüzeydeki anlam
arasındadır ne de görünür ile gerçek arasında. İronideki çatışma aynı mantıki
geçerlilik düzlemindeki iki anlam arasındadır. 'İki anlam' deyişi bile bu
açıdan sözün gelişidir, çünkü tek bir metinsel düzeyde, yüzeyde yahut derinde,
ama tamamen asimetriye dayalı diyalojik bir düzeyde vuku bulan tek bir anlama,
ironik anlama içkin bir gerilimden bahsetmekteyiz! Tam da burada ironinin
‘paradoks’la arasındaki farkı da ön plana çıkarabiliriz. Paradoks, hemen her
zaman iki anlam ya da iki tercih arasındaki çelişkinin giderilemezliği olarak
vardır. Ancak, bu iki anlam ya da tercihi ortaya koymamızı sağlayan lafızlar da
birbirinden ayrıdır.
Lâfzî
anlamı basitçe biçimin işaret ettiği metinsellik, gerçek anlamı da özün işaret
ettiği metinsellik olarak tanımlayarak ilerlemeyi murat edecek olsak da
ulaşılacak sonuç değişmez: Biçimin metni ile özün metni arasındaki çatışmanın
derecesi, ironinin keskinlik derecesini ortaya koyar sadece, bu ironideki
niteliksel (anlamsal) bir değişimi vazetmez. İronik anlam belki de bu yüzden
özün metni ile biçimin metninin birbirleri üzerine göçüştükleri, neyin biçime
neyin öze ait olduğunun ayırt edilemediği, derinlik ile yüzey arasındaki
ayrımın açıklayıcı anlamını yitirdiği bir kertede vuku bulur. İronik ifadenin lâfzî
anlamı ile gerçek anlamı arasında tasnif edici, böylelikle zihnî konforu
yeniden tedarik eden ayırımların yapılamadığı bir kertedir bu. İronide lafzın
işaret ettiği anlam ile gerçek anlam arasındaki çatışma hiyerarşi dışı bir
çatışmadır. Ne yatay ne de dikey hiyerarşilerle açıklanamayacak bir çatışma.
Bizzat bu iki anlamı birbirinden ayrıymışçasına ele almamıza imkân veren,
onları kuran, oluşturan bir çatışma; belki de ironinin kâmilen ortaya
konabilmesi için bu halin bir çatışmama hali olarak anlaşılması elzemdir.
Klasik eleştirmenlerin metnin başarısı açısından biçim ile öz arasında
varsaydıkları uygunluk ölçütü, ironik metnin başarısını değerlendirmede
geçerliliğini yitirir böylece.
İroni ve kinizm
Bu
kertede ironi ile kiniklik arasında bir ayrım daha yaparak, sık sık
karşılaşılan bir kafa bulanıklığını gidermeye uğraşalım. İroni kişinin
karşısında bulduğuna karşı mesafeli tavrıdır. Hakikat ile ironi arasındaki
ilişki bu yüzden hakikatin keşfedilebilir oluşunun bir inkârına varmaz. İroni,
hakikat söz konusu olduğunda gözden kaçanları, hakikatin öteki yüzünü işaret
etmeye yarar. Herhangi bir sözün önerme içeriğini reddeden ironi, bu önerme
içeriğini külliyen kabul edilemez buluyor değildir. Sadece onun ifade
edilişinde kaçırılanları, kör noktaları yeniden göz önüne almayı sağlayan bir
ufka gerisin geri çekiliyordur. Kinizm ise ironinin tam tersine, hakikatin
keşfedilebilir bir içeriğe sahip olduğunun inkârıyla mümkün olabilir. Bir kinik
hemen her şeyden şüphe eder, kendi varlığından bile. Sözgelimi ‘hakikatin
varlığı’na en büyük delilin ‘varlığın hakikati’ olduğunu söylerse bir filozofun
tavrını biraz polemikçi ve ironist bir tavır olarak görebilirsiniz; lakin bir
kinik hemen her zaman ne varlığa atfedilebilecek bir hakikat ne de hakikate
atfedilebilecek bir varlık durumunun olmadığını ileri sürecektir.
İroninin ihaneti
Bu
noktada bir adım daha atarak şunu söyleyebiliriz: İronik çatışmanın döngüselliğinde
sözün var olma şart ve bağlamına bile pekâlâ kolayca ihanet edilebilir. Bu
ironik ihanet hareketine en güzel örnek belki de dramatik ironide
karşılaştığımız sahnedir. Bir anlamda Hegel'in 'aklın hilesi' dediği ihanet
türüdür bu: Bir şeyin gerçekleşmemesi için harcadığınız bütün çabalar o şeyin
gerçekleşmesine sebeptir. İngilizlerin 'irony of fate', bizimse inançlarımızdan
dolayı daha sevecen bir ifadeyle 'kaderin bir cilvesi' dediğimiz bu durumsal
ironiyi semantik bağlama yapılmış bir ihanet olarak ya da semantik bağlamı
mümkün kılan bir ihanet olarak görmekte ise muhayyeriz. Çünkü ironi, öyle bir
biçimde gerçekleşmiştir ki, neredeyse var oluşu bile 'kader' kelimesinin de
zımnen vurguladığı gibi zorunludur. Metin teorileri bakımından bu zorunluluk hem
metinsel (itibari, metni üretenin seçimlerine bağlı olarak gelişen metin içi)
olumsallıklar tercih edildiğinde metnin yapısal var oluşuna müteallik
olumsallıkları devre dışı bırakan; hem de metnin yapısına ilişkin
addedebileceğimiz ve bu yüzden yapısal olarak niteleyebileceğimiz olumsallıklar
yeğlendiğinde metin içi olumsallıklara kapıyı kapatan bir zorunluluk tarzıdır.
Her iki halde de hem metin, hem metni üreten, hem de metni tüketen ironinin
azizliğine uğrar. Her iki halde de olumsallık, zorunludur. Nihayetinde ironi
sayesinde uğradığımız bu azizliğe ironinin ihaneti dememek için en az ironi
kadar aziz olmamız beklenir.
Kaynak: Fayrap, sayı: 10, Ağustos 2008
Kaynak: Fayrap, sayı: 10, Ağustos 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder