Bu yazıda geliştirmeye çalışacağımız sav kısaca şu şekilde
dile getirilebilir: Temsil sorunu; dilsel, siyasal, dini, tarihsel ve felsefi içeriğe
sahip olduğu kadar ve için estetik bir sorundur; etik ile siyaset, etik ile
estetik, estetik ve siyaset alanlarının dilsel kesişme noktası
"temsil" kavramıyla ifade edilebilir; modern zamanlarda her üç
alanda da temsili gereken şey "yüce"dir. "Yüce"nin içeriklendirilme
tarzı, üslubu ve formu değişik alanlarda değişik perspektifler altında gelişebilir.
Biz savımızı ileri sürerken "yüce"nin
birbirine zıt iki içeriklendirilme tarzını ayırt etmeye çalışacağız:
"eksiklik" olarak yüce ve "fazlalık" olarak yüce. Bu iki içeriklendirme
tarzı "aynı" içerisindeki bir bölünmeye delalet eder. Bunlar,
birbirine yapışıktır ve aralarındaki fark belki de bir dışbükey ayna ile içbükey
aynanın sırlanmış kısımlarından bitiştirilmesiyle ortayaçıkan düzenek karşısındaki
konumumuza bağlı olarak tespit edilebilir. İçbükey taraftan baktığımızda kendi üzerine
büzülen görüntümüze karşın dışbükey taraftan baktığımızda görüntümüzün
hiperbolik bir bozunumuna tanıklık edebileceğimiz bir düzenek.
Soruna yaklaşım tarzımız ise Kant'tan
postmodern(ist) estetik anlayışlara kadar "yücenin temsili" izleğinin
bazı önemli düğüm noktalarında eleştirel bir takibi ve yorumu olacaktır. Bu
takip ve yorum tarihyazımsal olmaktan çok izleksel olarak kalacaktır. Bu yüzden,
Kant'ın felsefede gerçekleştirdiğini ileri sürdüğü Kopernikçi devrim takip
edeceğimiz izleklerin tarihsel ardalanını çerçeveleyecek, bu devrimin öncesi ve
sonrası "estetik aklın" oluşumsal tarihini incelerken göz önünde
tutulacaktır.
SORUNSALIN TOPOĞRAFYASI
Bilindiği gibi Baumgarten'in 1750 yılında yayımlanan
Aestetica isimli eseri ile birlikte Batı modernizmi yeni bir felsefi disiplin
ve bilim ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Bu bilimin 'ilk hedefi' Baumgarten'in sözleriyle
zihinsel bilginin yetkinliğini araştıran mantığa benzer bir tarzda
"duyusal bilginin yetkinliği olarak güzel"i soruşturmaktır. Bu
anlamda estetik "güzel üzerine düşünme bilimi" olarak tanımlanır.
Fakat Batı modernizminin "güzellik kavramını toplumsal bir proje ve
kamusal bir uzlaşım" haline getirdiğini savlayan Zeynep Sayın, Güzellik
kavramını duyu-ötesi beğeniye bağlı genel bir kavrama dönüştürmede Aydınlanmacılığın
ve Romantisizmin ortaklığını vurgular. O'na göre, "güzellik buyruğu, nihai
olarak ahlaki bir buyruktur" (Sayın, 2000: 164).
Bu yazıda ileri süreceğimiz sava göre de Estetik Akıl,
Yüce'ye dair, onun neliğini ve niteliğini sorgulayıcı bir tarzda örgütlenmiş
bir akıldır ve bu yapılanmasıyla kesinlikle sadece sanat eserlerinin alımlanmasına
dayalı bir estetik alanın içinde değerlendirilemez. Söz konusu akıl türüne pür
estetik bir bakış "eksik" bir bakıştır ve dolayısıyla bu bakış tarzının
sorgulanması da yazımızın merkezi sorunsalının içinde yer alır. Çünkü estetik
akıl, güzelin biçimsel değerlendirmelerinde analitik yargılara varabilecek,
fakat Yüce'yi alımlama ve temsil etmede yeterince güvenilir olmayan bir hamule
ve donanıma sahiptir. Aşağıda bizzat temsil sorununa dair yapacağımız bazı gözlemler
bu noktayı açıklığa kavuşturacaktır.
TEMSİLİN
YAPIBOZUMU
Temsil, bir şeyi o şeyin yokluğunda ikame etme, o
yokluğu giderme girişimidir. Bu içeriğiyle temsil kavramı Ricoeur'un önerdiği
"representance" kelimesinin Türkçe'deki bir karşılığıdır aynı
zamanda. Ricoeur, representance kelimesi ile hem 'betimsellik'i hem de
'temsil'i kasteder. Politik ve estetik alanların kesişim noktasında bu kavram
bir şeyi o şeyin yokluğunda, onun yerine geçerek, onu betimleyip ona vekalet
ederek temsil etmek anlamına gelir (Ricoeur, 2000).
Temsil ilişkisinde dikkat etmemiz gereken en önemli şey,
böylelikle, bir "yokluk", belki de bir "eksiklik" olarak
belirir; temsil, doğrudan bu yokluğu kapatan, bu eksikliği gideren bir ilişki
ve iktidar kurma tarzıdır gerçi; ama, bizzat temsile ihtiyaç duyuluyor olması,
bu yokluğun, bu eksikliğin daha da baskın bir biçimde hissedilmesine yol açar.
Daha kısa bir biçimde ifade etmek gerekirse temsil, temsil ettiği "şey"e
bir yokluk atfeden bir ilişki tarzıdır. Temsilde bize hatırlatılan şey sürekli
şudur: burada bir "mevcut-olmama" hali mevcuttur. (*) Temsil, belki de burada olmayanın olma
tarzlarından biridir bu yüzden. Sorun eğer "yücenin temsili" ise,
temsile muhtaç bir şey olarak "yüce" burada-olmayan olarak buradadır.
Yüce böylelikle hem bir eksikliktir, hem de bir fazlalık. Eksikliktir, çünkü
eksikliği burada ve şimdi olmayışta sürekli hissedilir. Fazlalıktır, çünkü
burada ve şimdi olmayan bir şey olarak hem onu düşünmemizde hem de kendi yokluğunda
sürekli korunur, mevcut hale getirilir. Temsil "yok-nesne"nin varlık
hallerinden biri olarak tasvir edilebilir bundan dolayı.
Öyleyse mümessil, temsil ettiği şeyin yerini o
olmaksızın alabilen bir "fazlalık"tır aynı zamanda. Böylelikle mümessilde,
bir anlam artışı ya da yoğuşması, dolayısıyla iktidar/güç birikimi gerçekleşir.
Mümessil, ex hypothesi, temsil ettiği
belli bir "x"in yokluğunda, "x" olmaksızın "x"in işlevlerini yerine
getiren; fakat aynı zamanda, üstlendiği bu "ikame" işlemi yüzünden
bu "x"in yokluğunu tebarüz ettiren (onun yokluğunu görünürleştirip
var kılan), bundan dolayı varlığıyla belli bir yokluğu gözümüze sokan bir ek,
belki de bu yüzden yokluğun varlıktaki bir uzantısı, bir izidir.
Derrida'nın "ek/eklenti" (supplement)
kavramı bu bakımdan epey işlevsel kılınabilir. Derrida, ek/eklenti (supplement)
kavramının iki anlamı olduğundan bahseder. Birinci anlamda 'ek', bir katkıdır;
toplamı zenginleştiren bir tamamlama, bir ilavedir (Derrida, 1976: 144). Bu
anlama göre, yazı söze bir ek ve sözün varlığını/huzurunu (presence) garanti
altına alan şey olarak anlaşılır. Derrida'ya göre, yazıyı bir ek olarak gören
mantık, böylelikle dile, düşünceyi en tabii halde temsil ve ifade eden bir araç
olma imtiyazını bahşeder. Bu anlayışta yazı, konuşmada eksik kalanı tamamlamayı
sağlayan bir araçtır. Dil düşüncenin temsil ve ifade formu olarak, yazı ise
konuşmada söyleneni tespit ve temsil etme aracı olarak görülür.
'Ek'in ikinci anlamı ise tamamlama değil başka bir şeyin
yerine geçme, yani temsildir. Ek, bu anlamda da namevcut olanın yerine geçerek,
onun namevcudiyetinden kaynaklanan bir eksikliği, bir boşluğu telafi eder.
Derrida'nın bu anlam için verdiği örnek göstergedir. Gösterge şeyin yerine geçen,
şeyi yokluğunda temsil eden/betimleyendir. Bu ekonomi içerisinde, 'ek', gerek 'tamamlama'
gerekse 'yerine geçme' anlamında kullanılsın, önemli olan tamamlayanın tamamladığı
şeyin dışında, ona yabancı bir şey oluşudur (Derrida, 1976: 145). 'Ek'in, her
iki anlamda da ortak olan işlevi, varlığın bütünselliğini yeniden kurmak,
huzuru yeniden tesis etmektir. Bu ekonomi içerisinde, onun kendi başına bir
mevcudiyetinden bu anlamda bahsedilemez. Yani o, tercihe bağlı bir fazlalık, zaten
tamam olan bir şeye yapılmış bir katkı olarak görülür. Ancak, diğer taraftan,
'tabii', 'asıl', 'orijinal' olanı onun eksikliğini telafi ederek mümkün kılan
da odur. Ekleme mantığı bu yüzden 'iç' ve 'dış' arasında bir ayırım tesis eden
bir dıştalama sürecini de önceden gerekli kılar. Derrida'ya göre “Metafizik,
mevcut olmayanı, tamamlayanı basit bir dışsallık, saf bir ekleme ya da yokluk
olarak belirleyerek dıştalama sürecini gerektirir. Dıştalama süreci tamamlama
mantığının yapısında mevcuttur. Buradaki paradoks, eklemeyi saf bir ekleme
olarak görerek bir tarafa itmektir. Ek(lenen), kendini dışarıda bırakan kamil
bir varlığa eklendiğinden, hiçbir şeydir. Konuşma sezilen mevcudiyete/huzura
(presence), yazma yaşayan ve varlığı kendinden menkul konuşmaya, mastürbasyon
normal cinsellik deneyimi denen şeye, kültür doğaya, şeytan masumiyete, tarih
kökene, vb. eklenmektedir.” (Derrida, 1976: 167).
Temsilde izini sürdüğümüz şey bu yüzden hep bir
yokluk ve "burada-ve-şimdi-olmayış"tır. Mümessil, hep
"burada-ve-şimdi-olmayan" bir şeyleri burada ve şimdi mevcut kılmaya çalışır,
"burada-ve-şimdi-olmayan" olarak mevcudiyetlerini sürdürenlere atıfta
bulunur, sürekli onlar adına konuşur, onlar adına hareket eder. Politik
ve/veya hukuki açıdan mümessil adına konuştuğu kimseler tarafından
yetkilendirilmişken estetik açıdan bu yetkilendirmeyi dil/özne kendisi üstlenir.
Nesnenin konuşmadığı yerde nesneyi konuşturma, daha doğrusu nesne adına konuşma
yetkisi insanoğluna bahşedilen "mülklerin en tehlikelisi"ne aittir.
Temsilci, böylelikle, kendisinde belli bir iktidar/güç yoğuşmasının yaşandığı
bir dilsel üst merci konumuna gelir.
Bu yüzden imgenin nesneyi/duyguları, yazının sözü, kültürün
doğayı, tarihin kökeni temsil edişi bir zamanlar varolmuş olduğu söylenen bir şeylerin
"anı"sını muhafaza etme çabalarından ibaret sayılmasa da -bunun niçin
sadece böyle olmadığını aşağıdaki bölümlerde daha ayrıntılı bir biçimde ele
almaya çalışacağız- mümessili hep asli varlığa, aslında o asli varlığın yokluğuna
yapılmış bir katkı, onun organik bir uzantısı kılar. Bu bağlamda, temsilcinin
yoğunlaştırdığı iktidar ve güç istenci kararsızlaşır. Bu kararsızlaşma/belirsizleşme,
en iyi temsil eden ile edilen arasında varsayılan tekabüliyet nazariyesi
irdelenerek gözlemlenebilir.
Temsil teorileri hep bir tekabüliyet varsayımına
yaslanarak işler. Sözgelimi kavram, nesnenin korelatıdır; bir karşılığı, bir mütekabilidir.
Temsil yetisinde bu karşılıklılık, bu mütekabiliyet sürekli korunmaya çalışılır.
Temsil eden temsil ettiği kişiler ve şeyler adına konuşmaya mezun olandır;
bilhassa onların konuşamadığı, onların konuşma yetisinden mahrum oldukları
yerde, bu mahrumiyeti gideren, onlara bir dil bahşeden, onlar adına konuşandır.
Burada açığa çıkan sorun, temsilcinin nereye kadar temsil ettiği şeyleri/kimseleri
ifadelendirdiği, nereye kadar doğrudan onların olası ifade biçimlerini kurduğu,
biçimlendirdiği, etkilediği, bozduğu ve hatta değiştirdiğidir. Bu sorun,
analojik (kıyasi) düşünce ile temsili düşünce arasındaki farklar irdelenerek
ortaya konabilir.
ANALOJİDEN
TEMSİLE KELİMELER VE ŞEYLER
Foucault (1994: 43), 16. yüzyılın sonlarına kadar
analojik düşünme biçiminin Batı kültüründe yapıcı bir rol oynadığını iddia
eder. O'na göre metinlerin çözümlenme ve yorumlanmalarına büyük ölçüde bu düşünme
biçimi egemen olmuştur; simgeler oyununu bu düşünme biçimi düzenlemiş, görünen
ve görünmeyen şeylerin bilgisine erişme biçimlerine o yol göstermiştir.
Foucault, onaltıncı yüzyıl Batı kültüründen şu çok önemli
dört benzerlik biçimini ayırt eder: convenientia, aemulatio, kıyas ve sempati.
(**) Conveinentia, doğanın iki şeyi yerleştirmiş olduğu yerin, konunun
benzerliğini konu edinir. Yerlerin benzerliği, özelliklerin benzerliğidir; çünkü,
"komşuluk şeyler arasındaki dış bir ilişki değil de, en azından karanlık
bir akrabalığın işaretidir" (s. 44). Aemulatio (rekabet) de bir yakınlık türüdür;
fakat convenientiada olduğu gibi bu yakınlık "yersel" değildir; ondan
bağımsızlaşmış ve yansımaya ilişkin bir şeyler taşımaya başlamıştır: "şeyler
bu rekabet ilişkisiyle, evrenin bir ucundan diğerine, aralarında bağlantı ve
yakınlık olmadan birbirlerini taklid edebilirler: dünya, aynada yeniden ikili
hale gelmesiyle, kendine özgü olan mesafeyi ilga etmektedir" (s. 46).
Fakat rekabet olarak benzerlik ilişkisinde tarafların biri daha zayıf ve
edilgindir. Aynanın diğer tarafındaki rakibin güçlü etkisini kabul etmiştir.
Convenientia bağlanmalar ve eklemlenmeleri işaret
ederken aemulatio benzerliklerin mekan içerisindeki çarpışmalarını,çatışmalarını
ve ikizlenmelerini dile getirmede yardımcı olur. Kıyas, convenientia ile
aemulationun birbiri üzerinde çakışması olarak ele alınabilir. Kıyas benzerliğe
konu olan taraflar arasındaki benzerlik ilişkisine de dikkat etmemizi
gerektirir. Bu yüzden bir kıyas kolayca kendi üzerinden tersine dönebilir. Bu tersine
dönebilirlilik beraberinde bir “çokdeğerliliği” de gündeme getirir. Sözgelimi
bitki ile hayvan arasında yapılan eski tür kıyas (bitki, başını aşağıda tutan,
ağzı-veya kökleri- toprağa gömülü olan bir hayvandır) tersine döndüğünde, yani
bitkinin beslenme ilkeleri bakımından bir vücut gibi uzayan ve bir başla sona
eren, ayakta duran hayvan olduğu ileri sürüldüğünde ilk kıyas çürütülmekten çok
güçlendirilmiş olur (s. 49).
Dördüncü benzerlik biçimi olan sempati "Aynı'nın
güçlü ve ısrarlı bir hali"dir (s. 51). Sempati, özümleme ve şeyleri
birbiriyle özdeşleştirme, onlara kendi tikelliklerini kaybettirme gücüne sahip
bir yetidir. Sempati benzeri özdeşin yönüne doğru dönüştürür, bozar. Eğer
sempati ikiz çehresi olan, rakibi antipati tarafından dengelenmemiş olsaydı dünya
türdeş bir kütleye, "Aynı'nın asık suratına indirgenmiş olurdu" (s.
51-52).
Bu bağlamda on altıncı yüzyıl Batı kültüründe egemen
olan episteme için şeylerin özdeşliği, onların başkalarına benzeyebilmeleri ve
yakınlaşabilmeleri hususu, sempati ile onun karşıtı olan antipati arasındaki sürekli
dengelenmeden neş'et eder (s. 52). Sempati-antipati ikilisi, ilk üç benzerliği
yeniden ele alır ve açıklar:
"Dünyanın bütün hacmi, yakınlıktan kaynaklanan
bütün komşuluklar, rekabetin bütün yankıları, kıyasın bütün zincirlemeleri; şeyleri
yaklaştırmaya ve birbirlerinden uzakta tutmaya hiç ara vermeyen bu sempati ve
antipati mekanı tarafından desteklenmekte, beslenmekte ve ikiye katlanmaktadırlar.
Dünya bu oyun sayesinde özdeş olarak kalmaktadır; benzerlikler neyse o olarak
kalmaya ve benzeşmeye devam etmektedirler. Aynı, aynı olarak ve kendi üzerine
kilitlenmiş olarak kalmaktadır" (s. 53).
Foucault'nun tasvirine göre on altıncı yüzyıl Batı kültürünün
epistemesi benzerlik içinde çalışan bir hermenötik ve semiyolojiye sahiptir.
Buna göre anlamı araştırmak benzeşenleri açığa çıkartmak anlamına gelir. İşaretleri
yöneten temel yasa soruşturması benzeyen şeylerin keşfine dayalıdır. Doğa bu
semiyoloji ve hermenötiği bir arada tutan kalınlıkça içerilir. Fakat söz konusu
semiyoloji ile hermenötik asla birbiriyle çakışmazlar; bu yüzden, on altıncı yüzyıla
ait bilgi ve düşüncenin çabası benzerden ona benzeyene sonsuz bir zigzag çizerek
yakınlaşmak zorunda kalacaktır.
Bu tabloyu kıracak ve on altıncı yüzyıl epistemesini
bozacak olan gelişme elbette modernlik ve onun şeyler ve işaretler arasında
yeni ilişkiler üretmeye bizi muktedir kılan sözel ekonomi-politiğidir. Bu sözel
ekonomi-politiğin oluşumuna en büyük katkı Kant'ın eleştirel felsefesinden
gelmiştir. Çünkü, "Kant, imgesel temsil denen şeyi, zihinsel eylemin öznel
temsil düzeyine indirgemiş ve aisthesis alanında eyleyen öznenin ideyi asla
temsil edemeyeceğini söylemiş olan kişidir" (Sayın, 2000: 178). Bu yüzden
imgeler, gönderme yaptıkları şeyi temsil edeceklerine onu yeniden biçimlendirir,
inşa ederler. İmge, temsil ettiği şeyden farklılaşır ve özgürleşir. Aynının içkin
düzleminde farklılığın/başkalığın görünmeye başladığı moment, imgeyi de özgürleştiren
bir momenttir. Gelgelelim, imge imgesi olduğu şeyden farklılığının hüznünü de
beraberinde getirir. İmge için psikanalitik açıdan iki seçenek ya da imkan
belirir: matem ve melankoli.
Kant'ın eleştirel felsefesinde Yargıgücünün Eleştirisi'nin
eğreti konumunu değerlendirmeye geçmeden önce Descartes, Cervantes, Bacon gibi
isimlerin analoji ve Aristotelesçi kıyası tiye almamıza olanak tanıyan yaklaşımlarını
irdelemek; şeylerin, işaretlerin ve yazının analojisinden temsil düşüncesine
giden yolu, bu imkan ve seçenekleri görmek gerekmektedir.
Yazdığı Don Quijote romanı ile birlikte Cervantes
benzerliklere dayalı bir dünya tasavvurunun güçlü bir parodisini üretir.
Foucault (1994: 81)'ya göre Don Quijote "Rönesans dünyasının negatifini
resmetmektedir; benzerlikler ve işaretler eski antlaşmalarını bozmuşlardır;
benzerlikler yanıltmakta, hayal görmeye ve hezeyana dönüşmektedirler; şeyler
alaycı özdeşlikleri içinde kalmayı sürdürmektedirler: artık oldukları şey değillerdir..."
Don Quijote, okuduğu şövalye romanslarının etkisi altında kalmış, bu romansların
kahramanlarına öykünen birisidir. O, etkisi altında kaldığı bu kahramanların
tavırlarını taklit eder, bu yüzden olmadık gülünç durumlara düşer.
Don Quijote, hayranı olduğu şövalyelerin davranışlarını
taklit ederken, onlara benzemeye çalışırken Aynı'yı tekrar ederken bu tekrarın
zincirlerini gülünçleştirir, onları gülünçleştirerek kırar ve farklılığın doğuşuna
imkan tanır. Aynı'nın Başka üzerinden kendine dönüşünün parodisidir
Cervantes'in Don Quijote'si. Sempatiktir, ancak bu sempatikliği onu gülünç
bulmamızı engellemez. Acırız benzerlik denizindeki çırpınışına, merhametimizi
celbeder belki; bir daha şövalye romansları okuyabilmesine imkan yoktur çünkü
modern dünyada benzerliğin kendini ifade edeceği kanallar tıkanmıştır.
Benzerlik tekrar edilemezlikte istikrar kazanır.
KANT:
YÜCE ESTETİĞİNİN ANALİTİĞİ
Genel olarak "yüce" bize fiziksel doğamızın sınırlarını
hissettirirken aklımıza kendi üstünlüğünü ve bütün sınırlardan bağımsızlığını
duyumsatan şey olarak tanımlanabilir. Yücelik taşıyan nesnenin karşısında
fiziksel güçsüzlüğümüzü, buna karşın ruhen büyüklüğümüzü hissederiz.
Kant iki tip yüceyi birbirinden ayırt eder:
matematiksel yüce ve dinamik yüce. Buna göre, matematiksel yüce "diğer her
şeyin karşısında küçük kaldığı şeylerdir". Bu durumda, bir yandan hoşnutsuzluk
hissederiz, çünkü muhayyilemiz yüce nesnenin ölçülemez niteliklerini kavramakta
güçlük çeker; diğer yandan ise haz alırız, çünkü aklımızın gücü sınırsızlık
ideasına dek yayılır. Tahayyüle ait endişe aklın hazzına dönüşür; çünkü düzensiz,
fakat sınırlı şeyler, sözgelimi sıradağlar, buzullar, gökyüzü, zihnimizde
sonsuzluk idesini uyandıran he rşey dokunulabir gerçeklikten ve muhayyileden
daha üstün sayılır. Doğaya olan özsel üstünlüğümüzü tasdikleyen sonsuzluk
fikrinin taşıyıcıları olduğumuzu göstererek fiziksel küçüklük ve çaresizliğe
ilişkin ilk hissiyatımızı sonuçta ruhi büyüklüğümüzün bir farkındalığına dönüştürürüz.
Diğer bir deyişle, yücenin karşımızda duran gerçeklikte ikamet etmediğini, ama
bizde var olduğunu fark etmekle nesneye atfettiğimiz ilksel değer nihai olarak
kendimize ilişkin bir takdir duygusuna dönüşür.
Dinamik yüce ise son derece şiddetli doğa güçlerinin
varlığından sıçrar. Tehdit edici sarp uçurumlar, gökyüzünü şimşek ve yıldırımlarla
dolduran fırtına bulutları, yanardağ patlamaları, geride yıkım bırakan yer sarsıntıları
bu güçlere örnektir. Bütün bu durumlarda biz doğadan önce kendi maddi güçsüzlüğümüzü
hissederiz. Daha sonra, bunun yerine, hayat dolu ideal büyüklüğü, düşünen varlıklar
oluşumuzun kıymetini kavramaya başlarız; çünkü, Kant'a göre, insan olmak aynı
zamanda akıl ve ahlak yasasıyla donatılmış olmak demektir.
Yücenin her iki tipi de endişe-haz, güçsüzlük-güç
akışının diyalektiği tarafından karakterize edilmiştir. Muhayyile sayesinde,
onlar "büyük" olmadan önce kendimizi küçük hissetmemizi sağlayan
birer tecrübeye dönüşürler. Bu büyüklük hissiyatı, akıl ve sonsuzluk ile ahlaki
varlık ideaları sayesinde bizim kendi varlığımızın yüceliğinin bilincine
varmamıza yol ararlar. Bu yüzden yüce "güzel"den farklıdır; çünkü, yüce,
şekilsizliğin temsillerinden sıçrayışlarla ve tahayyül ile akıl arasındaki zıtlığı
besleyerek bize giderek yükselen bir lerze ve uyarım kazandırır. Yüce ve güzel,
diğer taraftan, özne ya da zihni önceden varsaymakla benzeşirler; ki bu zihin
ya da özne aşkın bir karakter taşıyan estetik tecrübede kendi imkanlarını ve temellerini
serimler.
Kant, estetik tecrübeyi estetik yargıdan ayırt
ederek onu bu yargının oluşması için gerekli bir şart olarak tanımlar; beğeni
yargısını belirleyen hoşlanmadır estetik tecrübe. Güzellik deneyimi, deneyime
sunulan nesnedeki amaçlılığın özdeşliği iken yüce olarak adlandırdığımız
nesnenin ham sunumu, korku verici ve dehşetli olmaktan çok amaçsız ve
irrasyonel olarak görünür. Yüce, tahayyülün içinde kendisini kaybetmekten
korktuğu bir boşluk ya da sistir (abyss). Eğer biz, yüce nesnesini estetik
olmayan bir açıdan, kavramlarla belirlemeye çalışmış olsaydık onu bir canavar
olarak adlandırmamız gerekirdi.
Muhayyilemizin bu başarısızlığı, duyular-üstü (supersensual)
bir veçheye sahip bir şeyle karşı karşıya kaldığımızı, bu veçhenin bize başka
bir şeyleri, diyeceğim sınır-ın-ötesini belli belirsiz bir biçimde duyumsattığını
gösterir- Kant'ın "matematiksel yüce" dediği şey tam da budur. Benzer
bir biçimde, depremler, yanardağlar, fırtınalar gibi doğa görüntülerinde fark ettiğimiz
şey, doğanın ardında yatan bir idenin varlığıdır. Bu tür doğa görüntülerinin şekilsizliği onları
tahayyül gücümüzün organik ve bütüncül birer formu haline getirmemizi engeller
(Sayın, 2000: 178). Dinamik yücenin görünümleri diyebileceğimiz bu tür fenomenleri
akıl ve tahayyül gücümüzün işbirliğine girerek temsil etmesi, bize dehşet salan
doğa güçlerini bir imge bütünlüğü içerisinde somutlaması handiyse mümkün değildir.
Kant, yücede deneyimlediğimiz hazzın iğrençlik ile
cazibe arasındaki sendelememizden beslendiğini ileri sürerken esasen "yüce
nesnesi"nden çok bu nesneye ilişkin uygunsuzluğumuzdan dolayı hissettiğimiz
hoşnutsuzluk ile onun karşısındaki heyecanımızda kökenlenen hazzın
gerilimini/ikilemini söz konusu eder.
Yine de sınırın ardındaki şey temsil edilemez olarak
kalır: "yücenin temsili"
neresinden bakılırsa bakılsın aporetik bir ibaredir. Sayın’ın da
vurguladığı gibi Kant 18. yüzyıl düşünürlerini bir suskunluk maksimiyle başbaşa
bırakır: hakkında konuşamayacağımız şeyler vardır ve bu şeylerle karşılaşınca
susmamız gerekir. Yüce, bir bedene sahip olmadığı ve idenin gizlenmesinden
kaynaklandığı için temsil edilemiyor ise bütün bir modern sanatın ve modern
estetiğin gizlenmekte olan şeyi açma, peçesini indirme arzusu ve teşebbüsü
paradoksallaşır (Sayın, 2000: 179). Sanat, gerçekliğin peçesini indirmekten çok,
bu yüzden gerçekliğin kabul edilemezliğinden bizi koruyan fantezi üretimlerine
dönüşür. Fanteziler gerçeklikle "uzlaşma" tarzlarımızdır; gerçeklik
sanrısından bilincimizi muaf tutmaya yararlar (Zizek, 2000).
Sanatçıların gerçekliği kıskandıklarını savlayan
Nietzsche onların sanat aracılığıyla gerçeklikten daha üstün bir 'gerçeklik'
yaratma çabalarındaki umarsızlığı işaretler. Nietzsche'nin 'trajik deneyimi'
fenomenolojik ve işlevsel açıdan Kant'ın 'yüce deneyimi' olarak adlandırdığı şeyle
bir çok ortaklığa sahiptir. Her iki deneyim de duyusal temsilin sınırlarını göstermede
ve benliğin daha yüksek bir hakikatini açımlamada benzeşirler. Fakat Nietzsche,
Kant'ın benliğin daha yüksek hakikati olarak akıl yetimizin sunulan üzerindeki önceliği
ve baskınlığı iddiasına şüpheyle yaklaşır. Nietzsche, büyüsel bir güzellik keşfettiğimiz
yüce deneyiminde kendi gücümüzü fark ettiğimizi söylerken Kant'la aynı görüştedir;
ancak hiç bir zaman bu gücün bizim akıl yetimizde kökenlendiğini kabule yanaşmayacak,
hatta bu iddiayı metafizik sayacaktır. Nietzsche, Kant'ın aksine, trajik ya da
yüce deneyimindeki hazzın kaynağı olarak akıl yetimize hiç bir özel öncelik tanımaz;
hatta o bu tür bir öncelik ve üstünlük arayışını gücün çöküşünün bir semptomu
olarak yorumlamaya meyillidir.
ROMANTİSİZM:
İMGENİN MELANKOLİSİ
İmgeyi özgürleştirmekle Kant romantisizmin yolunu açan
filozof konumuna erişir (Deleuze, 1997; Sayın, 2000). Romantikler, modern
zamanların en önemli siyasal hadisesi olan Fransız Devrimi'ne karşı kimileyin
coşkulu kimileyin ikircikli tutumlar benimsemişlerdir. Bu tutumsal farklılıkların
oluşumu romantiklerin insanoğlunun özgür tabiatına ve sınırsız yeteneklerine
duydukları inancın kuvvet ve derecesine bağlıdır.
Bu inanç, kimileyin insanoğlunun faniliği ve
acziyetinin fark edilmesiyle beraber melankolik bir halet-i ruhiyeye dönüşür.
Romantik enerji patlamalarının kendi kendisinin üstesinden geldiği bu tür
hallerde fark edilen şey imgenin sessizliğidir. Doğa ve dil duyulur olanın ötesine
bizi taşımakta zorluk çekerler. Melankolik ruhsal harcama düzeninde imge kendi üzerine
kapanır, neredeyse kendinden intikam almaya çalışır.
Romantiklerin lirik formlar içerisinde sürekli bir
muhatap kitlesi arayışları, sanatın kamusal bir dil olarak cemaatçi istemi
doyuracak niteliklerine yaptıkları vurgular, bu muhatap kitlenin "düşman
kardeşleri" oluşlarının trajedisini de yaşamak zorunda kalır. Modernist
edebiyat ve sanatın, muhatap kitle ve "audience"den vazgeçişinin
temel sebeplerinden biri belki de romantiklerin melankoli ve intihara varan
yalnızlıklarını kabullenmeme jestine karşılık neo-klasiklerin bu varoluşsal
yalnızlığa ve parçalanmışlığa karşın hala direngen ve korumacı bir sanatsal
fanteziyi yaşatabilmiş olmalarıdır.
Sonuçta, Octavio Paz’ın 1960'larda 'modern sanatın
sonu'na gelindiğini acıyla farkedişi (Habermas, 1992) soyut sanatın yücesine
romantik olmayan bir alternatif üretme çabasındaki Lyotard vb.
postmodernistlerin ekmeğine elbette yağ sürecektir.
İmge koruyucu kalkanını kaybetmişse bunun suçu yine
kendisindedir.
DİPNOTLAR
*Kendi mevcudiyeti kavrayış tarzı içerisinde
Heidegger şu cümlelere yer verir: "bizim mevcut anlamındaki mevcut
olagelmeyi bildiğimiz tarzda artık burada olmayan bir şey fazlasıyla vardır. Ve
yine hatta artık mevcut olmayan kendi mevcut olmama'sında -önceden olmuş olduğu
tarzda- mevcut olur ve yine de bizi ilgilendirir." (Heidegger, 2001: 25).
** Dante'nin Kitab-ı Mukaddes iÇin ayırt ettiği dört
anlam düzeyi ile bu dört benzerlik türünün yakın bir ilişkisi olduğu görülebilir:
lafzi, alegorik, ahlaki ve esoterik anlam. Bu durumda bu dört benzerlik türü
her anlam düzeyinde yeniden üretilebilir. Dante'nin yaklaşımının ayrıntıları için
bkn. Eco, 1992.
REFERANSLAR
Deleuze, Gilles, 1997, Kant'ın Eleştirel Felsefesi
(Çev. Taylan Altuğ), İstanbul: Payel.
Derrida, Jacques, 1976, Of Grammatology (trans.
Gayatri C. Spivak), London: John Hopkins University.
Eco, Umberto, 1991, Açık Yapıt (Çev. Yakup Şahan), İstanbul
: Kabalcı
Foucault, Michel, 1994, Kelimeler ve Şeyler (Çev.
Mehmet Ali Kılıçbay), Ankara: İmge.
Habermas, Jurgen, 1991, "Modernlik: Tamamlanmamış
Bir Proje", Postmodernizm (der. Necmi Zeka) içinde, İstanbul: Kıyı.
Heidegger, Martin, 2001, Zaman ve Varlık Üstüne (Çev.
Deniz Kanıt), Ankara: A yayınları.
Ricoeur, Paul, 2000, "Tarihi Yazmak, Geçmişi
Betimlemek/Temsil Etmek" (Çev. T. Ilgaz), Cogito, No: 24.
Sayın, Zeynep, 2000, "Batı'da ve Doğu'da
Bedenin Temsilinde Haysiyet ve Zillet", Defter, No: 39.
Zizek, Slavoj, 2000, Kayıp Otoban: Gülünç Yücenin
Estetiği (Çev. Savaş Kılıç), İstanbul: Om.
t e z k i r e, düşünce, siyaset, sosyal bilim
dergisi, yıl 10, sayı 21, haziran/temmuz, 2001, s. 27-36
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder