4 Mart 2016 Cuma

İnanç bilge tuğrul tekin şair filozof komutan KEMALEDDİN KAMYAR



Uluğ Sultan Alaeddin Keykubat'ın en güvendiği komutanlardan olan ve onun tarafından emir-ül umeralık makamına kadar yükseltilmiş Kemaleddin Kamyar'ın hayat hikayesini her okuyuşumda aklıma Ernst Bloch'un anlattığı o eski Arap hikayesinin gelmemesi imkansızdır. Hikâyenin hülasası Ulus Baker'in aktarımıyla şudur: "Halifenin veziri, akşam saati, sarayın muhteşem bahçesinin bir ucundaki havuz başında, geçmiş olan günün olaylarını, giderek geçmiş olan hayatını suların oynayışında gözden geçirirken, bir anda, en sevdiği yüzüğünün elinden kurtulup suya doğru düşmekte olduğunu fark eder... Ve içinde, yüzük suya daha değmeden, delice bir dilek uyanır: Ne olur düşmesin, düşerse de suların akıntısına karışıp gitmesin! O anda, önceden fark edemeyeceği, aklına getiremeyeceği bir mucize. Bir nilüfer yaprağı, ya da başka bir şeye takılıp suyun yüzeyinde kalan yüzük. Vezir, çok sevdiği yüzüğünü alıp parmağına takarken, bu kez, yine çok aniden, içinde büyük bir umutsuzluk belirir: Bu kadarı da fazla! Talih bir insana bu kadar da yardım edemez. Mutlaka ters dönecek, ters dönmesi gereken bir talih bu. Bu böyle gidemez. Bu düşüncenin uyandırdığı güçsüzlük ve bitkinlikle, omuzları çökmüş halde saraya dönen vezirin üstüne saraylı görevliler atlayıverir ve ızbandut gibi adamlar onu kıskıvrak yakalarlar: Saray entrikaları içindeki rakipleri başarı kazanmış, Halife nezdinde suçlamalarını kabul ettirmiş ve işte, Halife'nin emriyle zindana kapatılmıştır. Eski vezir, zindanda, umudunu gittikçe yitirerek, dış dünyaya bağladığı hiç bir arzu kalmayıncaya dek, on yıl yaşlanır. Sonuçta, artık, hiçbir umudu kalmamış, yalnızca, belki de biraz delice, ama bir o kadar da biriken umutsuzluğunun, hayatı konusundaki derin hayal kırıklığının ruhunda gevşek bıraktığı tek bir noktadan kaynaklanıyormuşçasına, hafiften bir saplantı halinde bir arzusu, bir dileği kalmıştır geride: Ölmeden önce mısır yiyebilsem. Bu imkansız dileğini, sert ve aldırışsız gardiyana, sonunda bir gün iletmeye karar verir: Kaybedecek bir şey kalmamıştır ki? Ve sonra, hayret! Gardiyan yaşlı adama acır ve dışarıdan bir kase haşlanmış mısır getirtir. Ama... O anda nereden geldikleri belli olmayan bir ya da birkaç fare demir parmaklıklardan içeri atlayarak kaseyi devirirler ve artık dokunulamaz, kurtarılamaz taneleri silip süpürüverirler. Derin hayal kırıklığı içindeki zavallı adamın kafasında, o anda, inanılmaz bir umut ışığı, yakıcı bir düşünceyle birlikte beliriverir: Bu kadarı da fazla! Talih bir insana bu kadar yüz çeviremez... Mutlaka ters dönecek, ters dönmesi gereken bir talih bu... Bu böyle gidemez... Bu düşüncenin uyandırdığı kıvanç ve tekinsiz neşe hali içinde hücresinde beklerken, işte, demir kapıların şakırtıları içinden Halife'nin bizzat kendisi maiyetinden birkaç kişiyle çıkagelir: Entrikacıların maskesi sonunda düşürülmüş, aklanmış, onuru kurtulmuş ve vezirlik makamı kendisine iade edilmiştir."
Tepeden dibe vuruş, dipten tekrar tepeye çıkış... Ümid ile yeis arasında hayatın salınışı... Hikayenin bize duyurduğu temelde budur elbette. Peki, bu hikaye bir Selçuklu emirinin hayatında 13. yüzyılda nasıl gerçekliğe kavuşur? Osman Turan'ın aktarımıyla kendisine "inanç bilge, tuğrul-tekin, uluğ subaşı, hass-beg" gibi Türkçe unvanlarla hitap edilen Kemaleddin Kamyar'ın "gulam" kökenli olduğu iddiaları varsa da babası İshak'ın Erzincan kadısı olması dolayısıyla bu iddiaları yanlış sayabiliriz.
Alaaddin Keykubad, abisi İzzeddin Keykavus zamanında nüfuz ve kudreti artmış emirlerle arasında başlayan gerginlik dolayısıyla bunları bertaraf eder. Aslında abisinin veremden ölmesi sonrası sultanlığa getirildiğinde de Keykubad'ın aklında 1211 yılı vardır. Bu emirlerin birçoğu onun değil, abisinin yanında yer almışlardır çünkü, aralarındaki saltanat kavgasında. Yine de beş yıl sonra, 1223'te gerçekleşir tasfiye. Zira Keykubad'ın hem devletin işleyişine tamamen hakim olması gerekir hem de bütün emir ve vezirlerin güçlerini aşındırması. İlk kez bu tasfiye esnasında rastlarız Kemaleddin Kamyar'ın ismine. Sultan, tasfiye ettiği emir ve vezirlerle münasebeti olan, ancak rütbesi düşük Kamyar'ı da sürgüne gönderir ve mallarını müsadere eder. Kemaleddin aynı akıbete uğrayan iki arkadaşıyla birlikte Harput'a gider. Fakat Harput meliki, Keykubad'ın şerrinden ürktüğü için Kemaleddin burada barınamaz ve Ahlat'a geçmeye mecbur kalır. Ahlat'ta 2 yıl yaşar Kemaleddin. Melik Eşref'in, Keykubad nezdindeki tavassutuyla Selçuklu topraklarına yeniden döner. Alaaddin Keykubat, Kemaleddin'in dönmesine müsaade etmesine rağmen Kemaleddin'in nekbet hali sürer. Sözgelimi sultandan korkan emirler onunla temasa bile geçmez. Kemaleddin bu döneminde sahibi olduğu her şeyi sarf etmiş, muhtaç bir duruma düşmüştür. Bu süreçte bütün mal varlığını kaybetmiş, sadece bir binek atı kalmıştır. Sultan, Alaiye'de kaleden inip ovada inşa ettirdiği Şekerhane'ye giderken Kemaleddin'in de gelmesini emreder. O da atına binerek gitmiş ve kaleden dönerken atı kale burcundan düşünce, eyerini sırtına alıp ikametgahına dönmüştür. Sahip olduğu binek atını da kaybetmiş yani. Sultan, geri dönerken yolda bu düşmüş atın kime ait olduğunu sorar. Hassa nedimlerinden Nureddin, gülerek, "Kemaleddin Kamyar'ın dünyada tek bir atı kalmıştı; o da bu hale geldi" der. Buna üzülen Alaaddin, Kemaleddin'i çağırtır. Ona türlü iltifatta bulunarak teşrif-i hass, bin kızıl dinar altın, beş yük katırı, on at, beş köle ihsan ettikten başka 100 bin dirhem iradı ve 60 neferi bulunan Zara vilayetinin de ikta edilmesini emreder. Böylelikle Kemaleddin'in yıldızı yeniden parlamaya başlar. Yine de onun hangi devlet işlerini gördüğü yeterince açık değildir. Kemaleddin'e tayin edilen iktanın sadece gelir anlamına geldiğini, Zara'da komutan olarak bulunmadığını, sürekli Alaeddin Keykubad'ın yanında, merkezde kaldığını belirtelim. Nitekim Erzincan'ın ilhakını hazırlamak amacıyla gelen emirlere iktalar verilmesi için Kemaleddin Kamyar, Sultan'ın emrini Pervane divanına götürdüğü gibi Celaleddin Harezmşah'ın elçilerini kabulde de Keykubad'ın yanında bulunmuştur.
Kemaleddin Kamyar, Celalettin Harezmşah'la yapılan Yassıçemen Savaşı'ndan Gürcistan fatihliğine, Ahlat'ın fethinden Eyyubilerin bozguna uğratılmasına kadar birçok başarıda katkı sahibidir. Arapça'yı şiir yazacak kadar mükemmel bilmektedir, Alaeddin Keykubad ile Şam meliki Malik Eşref'in görüşmelerinde tercümanlık yapmıştır. Hem Grek felsefesini, hem de Şihabüddin Suhreverdi el-Maktul'ün işraki felsefesini ihata etmiştir. Fıkıhta da üstad sayılır. Ahi Evren'le dosttur, öyle ki Ahi Evren birkaç eserini Kemaleddin Kamyar'a ithafen yazmıştır. Kalemi fasih ve beliğ, divanda ve meydanda hitabeti ateş gibidir. Nüktedandır, meclislerde nüktedanlığıyla da ünlenmiştir. Savaşlarda kazandığı büyük zaferler sebebiyle kendisine "pehlivan" da denilmektedir.
Sadettin Köpek'in Konya’daki Gevele kalesinin zindanında şehit ettiği hem kılıç hem kalem sahibi bu büyük komutan Türkiye Selçuklularının ihtişamlı döneminin beylerbeyi, başkomutanı olması hasebiyle de hürmetle anılması gereken şahsiyetlerindendir.

MÜSTAKİL GAZETE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder