20 Mayıs 2017 Cumartesi

İSLAMCILIĞI TANIMLAMAK

İslamcılık bizim kendimizi tanımlamak için kullanmadığımız bir kelime genelde. Kendimizi daha çok "Müslüman" olarak niteleriz. Aslında Müslüman kelimesi de Arapça bir kelime değil, Farsça ve Farsça'dan Türkçe'ye geçmiş bir kelime. Kur'ani kelime "müslim"dir bildiğiniz gibi. Kur'ani anlamda "Biz müslimlerdeniz" deriz, kendimizi müslimlerden biliriz.
İslamcılık ya da İslamizm, Batılıların, Batılılaşma devrinde kendilerine direnen ve İslam için çalışan Müslümanlar için kullandıkları bir kelime olarak ortaya çıkıyor. 1800'lerin sonundan 2000'li yıllara dek İslamistler tabiri bu anlamda kullanıldı. 1911'de de böyle kullanıldı, 1990'da da böyle kullanıldı. Batılıların kullanımı bu.
Müslümanlar kendilerini hiçbir zaman böyle nitelemediler. Ne Namık Kemal, ne Ali Suavi, ne Tunuslu Hayrettin Paşa, ne Sait Halim Paşa, ne de Mehmed Akif "Ben İslamcı'yım" diyerek çıktı. Ama özellikle 1910'lu yıllardan bu zamanlara gelen bir fikir akımı olarak İslamcılık'tan bahsetmek mümkün. Bu saydığımız isimler bu fikir akımının başlangıçtaki temsilcilerinden bazılarıydı. Yine 1911'deki Mehmed Akif ile 1991'deki İsmet Özel'in ikisine birden İslamcı denildi. Bu iki isim her konuda aynı düşünceleri, aynı görüşleri paylaşmıyorlar elbette. Belki bazı konularda tamamen zıt düşünüyorlar. Sözgelimi Mehmed Akif "Batı'nın ilmini, teknolojisini alalım, kültürünü bırakalım" diyen biriydi, İsmet Özel ise "Teknikleri de onların olsun, bize biz yeteriz" diyen bir adam. İslamcılık dediğimizde böyle bir çapraşık alana işaret ediyoruz.
1910'larda Mehmed Akif ile birlikte hareket eden Şemseddin Günaltay 1935'lerde Cumhuriyet'in başbakanı. 1910'lu yıllarda İslamcı iken, 1935'te ise İslamcılara zulmeden biri. Şemseddin Günaltay'a İslamcı mı diyeceğiz şimdi? Hayır. Yine 1990'lı yıllarda Binnaz Toprak tarafından "İki Müslüman Aydın" başlıklı bir yazıda kendisinden bahsedilen Ali Bulaç, 2015'lerde diyor ki "İttihad-ı İslam İslamcılığa vurulmuş en büyük darbelerden biridir." Şimdi 2015'teki Ali Bulaç İslamcı mı? Değil. Kafalar karışık. Bütün bu kafaların karışıklığını tanımlama çabalarıyla çözmenin nasıl bir şey getireceğini kavramak gerekiyor. Tanımlamak, kavrama çabasının en asli niteliklerini içerir; kavramanın başlangıcıdır bu sebeple. Şundan dolayı bunu söylüyorum: Biz genelde suri (biçimsel) bir mantık görmüşüzdür. Biçimsel mantık bilenlerimiz önermeler arası ilişkileri irdeler. Fakat asli olarak mantık, adlandırıcı mantık, metafizik-mantıktır, içerik ile yapı arasındaki bağları kuran mantıktır.
Benim burada ilkin önereceğim şey, 2012'deki "meşhur" tartışmada da yazdığım tanımdır: İslamcılık, modern Müslüman öznelliğin ifade formlarından biridir, ancak tamamı değildir. Çünkü İslamcılığı "modern Müslüman öznellik"in yegane ifade formu olmaktan çıkaran başka bazı tecrübelere de bu yüzyıllık süreçte rastlamıştık, sözgelimi 28 Şubat sürecinde bazı kişiler "Elhamdülillah Müslüman'ız ama İslamcı değiliz" de demişlerdi. Yani İslamcılığı modern Müslüman öznelliğinin ifade formları arasında görüyoruz, elbette bu öznelliğin başka ifade formları olabilir ve bu ifade formlarının da kendilerine özgü geçerlilik zeminleri ya da yargılanma, meşrulaştırılma şekilleri bulunabilir. İslamcılığı bu sebeple ben akidevi düzeyde bir kavram olarak algılamıyorum. Akidevi düzeyde elhamdülillah hepimiz Müslüman'ız!
Ama bir de siyasi düzey var. Akidevi düzeydeki bir veriyi doğrudan doğruya siyasi düzeye tahvil etmenin ya da tersine siyasi düzeydeki bir veriyi aynı şekilde akidevi düzeye taşımanın bir işlevi olduğunu düşünmüyorum. O yüzden siyasi düzeyde "Sen İslamcı'sın/değilsin" sözlerinin akidevi düzeyde "Sen Müslüman'sın/değilsin"e dönüştürülmemesi önemlidir. Bunlar benim bu konuşmadaki ihtiraz kayıtlarım. Yani siyasi düzeyde mi, kültürel düzeyde mi, hangi düzeyde ne tür bir tartışma yapacağımızı iyi bilmemiz gerekiyor. Hangi düzeyde ne tür bir tartışma yürüteceğiniz evvelen o düzeyin kendi  işleyişi ve iç mantığı tarafından koşullandırılır. Demem şu ki, itikadi/kelami düzeyde kullandığınız bir söz, evvel emirde, itikadi/kelami düzeyin içerdiği mantıkla tutarlı olmak zorundadır. Ya da bu mantıkça ifade edilir, bu mantığı kaçırırsanız söylediklerinizin yanlış anlaşılma ihtimali hem yüksek olur, hem de meselenin özünü ıskalamış olursunuz. Bir tanımı basit dilsel düzeyde dile getirirseniz farklı olur, toplumsal düzeyde dile getirirseniz farklı olur. Bütün bu farklılıkları da gözardı etmemelisinizdir.
Bu noktada zaman içerisindeki fikri değişimi de gözönüne alarak şunu da söylemek istiyorum: İslamcılığın kendisi ile İslamcı argümanları, İslamcı tezleri birbiriyle tamamen örtüştürmemek gerekir. Bu anlamı gayet açık ve çok basit ve "kısmen alegorik" bir tespittir: Osmanlı devletinin Estergon kalesini ele geçirmek için saldırırken benimsediği yıkıcı tavırla, o kaleyi ele geçirdikten sonra onu korumak üzere yaptığı tahkimatı birbirine zıt değil, birbirinin devamı süreçler olarak ele almak gerekir. Ele geçirmeden önce topa tuttuğunuz surları ele geçirdikten sonra da topa tutmanız manasız ve hatta "ele geçirme" mantığınıza aykırıdır. Siyasi-söylemsel-fikri mücadelelerdeki kavramsal mevziler ve statüler için de aynı şey geçerlidir. Bir mekanı ele geçirmek üzere bir argüman geliştirmişsinizdir, orayı ele geçirirsiniz ve ancak orayı ele geçirmenizde size faydalı olan argüman, orayı elde tutmak için gerekli argüman olmayabilir. O kavramsal mevziyi koruyabilmek için başka argümanlar geliştirmeyi başarmalısınızdır. Ve hatta belki bu maksatla o mevkiyi ele geçirmek için kullandığınız argümanları bile reddetmeniz gerekebilir ve zaten reddetmişsinizdir de. Siyasi-söylemsel mücadele tamamen böyledir. Bu arada siyaseti, mücadele biçimlerinin en yetkin formu olarak kavradığımı ifade etmeliyim. Dilsel-söylemsel mücadele dahi siyasi mücadelenin bir şeklidir.

Burada duralım ve size verdiğim tanıma dönelim. Neden İslamcılığı modern Müslüman öznelliğin ifade formlarından biri olarak niteledim? İslamcılık, bildiğiniz üzere, Batılılaşma serüvenimizle birlikte ortaya çıkmış bir olgu, bir tarihsel-toplumsal söylem biçimi. Bu konuda, Türk modernleşmesi konusunda ilk yapılmış sosyolojik çalışmalardan biri, 1921'de Ahmed Muhiddin'in Almanya'da yaptığı doktora çalışması yani. Modern Türklükte Kültür Hareketleri başlıklı bu çalışmasında Ahmed Muhiddin, Tevfik Fikret ile Mehmed Akif'i birbirleriyle ilişkili olarak ele alır. Bugünkü anlamıyla söylemek gerekirse Mehmed Akif İslamcılığın, Tevfik Fikret ise Batıcılığın önemli bir temsilcisi. İkisinin de ortaklaştığı noktalar var, farklılaştıkları noktalar da var. Cemil Meriç sözgelimi onları "düşman kardeşler" olarak niteler. Yine İdris Küçükömer, Tevfik Fikret'i "ilerici" olarak değerlendiren sol-sosyalist anlayışlardaki garabeti vurgulayıp aslında Tevfik Fikret'in "sağcı", halkçılığıyla temeyyüz etmiş Mehmed Akif'in ise "solcu" olarak değerlendirilmesi gerektiğine işaret eder. Esasen batılılaşma dönemi fikriyatının temelde iki zıt kutbu olduğunu düşünüyorum: Batıcılık ve İslamcılık. Türkçülük dediğiniz, İslamcılık'tan ayrışmıştır. İslamcılık içinden türemiş, ama sonunda İslamcılık harici bir kerteye evrilmiştir. Bu tür yaklaşımlar farklı fikri kerteler olarak ele alınabilir ve bazen baskın hale de gelebilmişlerdir- sözgelimi Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türkçü-Batıcı bir fikri hegemonya üstünlüğünü tesis etmiştir. Bu hegemonya tarihsel geçmişi de buna göre yeniden düzenlemiştir. Yusuf Akçura'nın Üç Tarzı Siyasetinde geçtiği şekliyle Türkçülük, İslamcılığın içerisinden türemiş, sonra bağımsızlaşmış ve hatta İslamcılığı da tahakkümü altına alabilmiştir.
Burada şunu da eklememiz gerekir: Batılılaşma devri ya da çağdaş Türk düşüncesi dediğimiz bütünlüğün geleneksel toplumsal düzenle "uyuşmaz", hatta ona karşıt bir yönelimi vardır. Genelde Batılılaşma dönemi/çağdaş Türk düşüncesi, çökmekte olan geleneksel toplumsal nizamın, yani Osmanlı'nın nasıl kurtarılacağı sorusunun aşikar ettiği bir tartışma seviyesinde belirlenmiştir. Çoğu kez bu tartışmalarla koşullanmıştır. Çağdaş Türk düşüncesi bu noktada sözkonusu tartışmanın koşullamalarıyla da mukayyeddir: Batı'nın ilmini alıp ahlakını bırakma ya da batıyı her şeyiyle kabullenme gibi farklı seçenekler bu tartışmanın etrafında dolandığı meselelerdendir. Özünde Batı'nın ne kadar alınıp ne kadarıyla alınmayacağına ilişkin bir tartışma öteden beri yürürlüktedir. Meşrutiyet dönemi tartışmalarının kökeninde bu meselelerin yattığını rahatça söyleyebiliriz.
Meşrutiyet dönemi İslamcıları, ellerindeki toplumsal sermayeyi kaybetmemenin bir yolu olarak, dahası Batı'nın tasallutundan korunmanın bir yolu olarak şöyle bir "teorik-operasyonel" formül geliştirmişlerdir: Batı'nın ilmi ve tekniğini alıp ahlak ve kültürünü dışarda tutmak. Bu formüle "teorik-operasyonel" diyorum, çünkü bu formülün içerdiği unsurlar baştan sona tartışılmamıştır. Medeniyet nedir, kültür nedir ya da ne anlamlara getirilmelidir? Bu formülde bunlar detaylıca ele alınmış görünmemektedir. Esasen "medeniyet" ile " kültür" arasında varsayılan ayrımın Alman modernleşmecilerin İngiliz ve Fransız'lara nazaran geliştirdikleri bir icat olduğu da söylenebilir. İngilizler ve Fransızlarda medeniyet ile kültür arasında bu düzeyde vazedilmiş böyle bir ayrımın olmadığını biliyoruz. 1910'lu yılların Osmanlı devleti ile Almanların çok yakından ilişkili bir döneme denk geldiğini de bu arada vurgulayalım. Biz de Almanlara özgü bu ayrımı benimseyerek "kültürümüz ayrı, ama medeniyetimiz ortak, hatta medeniyet evrensel" diyebilmişiz.
Medeniyetin ve medeni ürünlerin kültürden bağımsız, kültürel açıdan farklı bütün toplumların paylaşabileceği bir ortak zemin sunabileceği kabulü, Meşrutiyet dönemi İslamcılığının savunmacı nitelikleri açık, ancak o dönem için makul görebileceğimiz "teorik-operasyonel" bir ayrım olarak mevcuttur. Aslında böylelikle bir elek de oluşturmuştur İslamcılık. Batı'dan neyin alınıp neyin alınamayacağına ilişkin bir elek. Batıcılar ile İslamcılar arasında Meşrutiyet devri tartışmalarındaki en önemli noktalardan biri budur: Batıcılar böyle bir eleğe ihtiyaç duyulmadığı kanaatindedir. İslamcılık ise alınanların İslam'a uygun olup olmadığını sürekli tartışma konusu edinmiştir. Gerçi Batıcılar da, bir nebze de olsa, kendi yorumlama şekilleriyle, alınanların İslam'a uygun olduğunu ispatlama gayretine girmişlerdir. Sözgelimi Abdullah Cevdet'in 1922'de yayınlanmış Fünun ve Felsefe kitabında İslam ile modern bilimi uzlaştırmaya dönük -bizim İslami bakış açımızla örtüşmeyeceği gayet açık, eğip bükmelerle yüklü bir bakış açısıyla- böyle bir gayreti sergilediğini görürüz.
İslamcılık, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarından 1960'lara dek kamusal alandaki tartışmalara girmesine izin verilmeyen, yasak, "var ama yok" sayılagelmiş bir varoluş tarzını yaşamaya mecbur bırakılmıştır. İslamcılığın bu dönemdeki varlığı fikri düzeyde değil toplumsal düzeydedir, hatta bu düzeydeki varlığına bile pek tahammül edilmemektedir. Cemaat, tarikat vb. gizli saklı varlıklarını sürdürmektedir. Bu döneme bakınca İslamcılığın toplumsal tüm görünürlüğünün silindiğini, bastırıldığını söyleyebiliriz. 1960'lı yıllardan itibaren gerek tercümelerle gerekse edebi-fikri dergilerle İslamcılığın toplumsal görünürlüğünde bir artışın yaşandığını gözlemliyoruz. Ancak kamusal ortamlarda asıl olarak görünmeye başlamamızın 1980'lerden  sonra kuvvetlendiğini de müşahede ediyoruz. Günümüzde İslamcılık denerek tartışılan, üzerine fikir yürütülen şeylerin hemen hepsinin 1980 sonrasına dönük olduğunu ileri sürebiliriz bu yüzden.

Manzarayı böyle resmediyoruz, çünkü bu manzara içinde bir "yol tarifi" lazım bize, bir "tarif" lazım. Bilinenleri göstererek, yani "örf"ten yola çıkarak bilinmeyenlere ulaşacak yolun "tarif"ine erişmeye çabalıyoruz. Yol tarifi dediğimiz böyle bir şey değil midir? Bilinen ya da bilindiği varsayılan yerlere istinat ederek bilinmeyen bir adrese ulaşmanın yolunu göstermek değil midir? Şu anda elimizde olan bir geçmiş, bu geçmişin yorumu, bu geçmişi yorumlama usullerimiz, bu geçmişte neyi İslamcı sayıp neyi İslamcı saymayacağımıza ilişkin kriterler temelde aradıklarımız. İlk kriterimiz buraya kadar ortaya çıkmış olmalı: Batı ile münasebetlerde benimsenen tutumlar. Yani Batı kültürü, Batı medeniyeti ile Müslüman toplumların münasebetlerinde bizim tuttuğumuz konum. "Hangi tutum İslamcı'dır, hangi tutum İslamcı değildir" sorusuna cevap ararken benimsenecek ilk kriterimiz budur. Tabii bunu böyle bir kriter haline getirmek evla mı sorusu da bir yanda durmaya devam ediyor. Çünkü geçmişimizde Mehmed Akif'lerin yaptığı o ayrım yer alıyor: Batı'nın bir kısmını alıp, başka bir kısmını almamak. Onlar bunu böyle kavramaya mecburdular, çünkü Batı'yı tamamen reddetmeye güç yetiremiyorlardı. Çünkü adamlar üstündü, silahları üstündü, kültürleri üstündü, medeniyetleri üstündü. O dönemki İslamcıların gözleri epey bir büyülenmişti. Ki, bunun etkilerini toplumumuzda şimdi bile görmek mümkündür. Cumhuriyet öncesi aydınlarının tamamı belki Avrupa'yı bu gözle görmüş adamlardı. Avrupa'daki o şaşaanın, bizim "virane"lerimize karşı yükselen "kaşane"lerin farkındalardı. Böyle bir ikilem içinde kalmışlardı. Hatta Milli Görüş hareketi içinde 1970'li yıllardan itibaren ortaya çıkan "Ağır Sanayi Hamlesi" tasavvuru ile Batı reddiyesini de bu perspektiften ele alabiliriz. "Ağır sanayi hamlesi ile asıl elde etmek istediğimizi ele geçirirsek, yani modernleşmenin bu seviyesini yakalarsak zaten Batı'ya ihtiyacımız kalmayacaktır" şeklinde düşünebiliriz bu perspektifin özünü. Deyim yerindeyse "aşırı" Batıcılık yapanlara karşı Batı'yı tamamen reddetme "lüks"üne sahip olabilmişiz böylelikle. Bu lüksü mümkün kılan ise aradaki o tarihsel süreç.

Tekrar, "tanımlama" hususuna dönelim. "Tan" biliyorsunuz Türkçe'de günün ilk ışıklarının görülmeye başladığı vakittir. "Tanı" ise "teşhis" anlamındadır. Tanımak, tanışmak önceden kim olduğunu bilmediğimiz biri ile karşılıklı birbirimiz bilmek anlamına geliyor.  Tanışmak genelde "yüz yüze", "görerek" yapılan bir eylem. Tanımlamayı bu açılardan kişileştirmeye, "teşhis" etmeye yakın bir dilsel edim olarak niteleyebiliriz. Tanımla kastedilen genelde tanımlayacağımız nesneyi ya da kavramı  "efradını cami, ağyarını mani" bir içerikle donatmak anlamına geliyor. Peki İslamcılık konusunda böyle bir tanıma ulaşmamız mümkün mü? Efradını cami, yani bütün fertlerini içerecek şekilde dışarıda hiçbir fert kalmayacak ki biz o ferde İslamcı demeyelim. Ağyarını mani, İslamcı olmayan kim varsa da bu tanım onu asla kuşatmayacak, onu dışarıda bırakacak. İddiam, böyle bir tanıma şu şartlar altında erişmemizin mümkün olmadığıdır. Hem Mustafa Sabri Efendi İslamcı olacak, hem Babanzade Ahmed Naim İslamcı olacak, hem de Yahya Kemal İslamcı olacak. Bu mümkün değil. Babanzade'yi İslamcı addettiğimizde Yahya Kemal'i dışarda bırakmaya mecburuzdur. Yahya Kemal, "yaşanan Müslümanlık" denen bir şeyi savunmuş. Babanzade ise klasik medrese alimi olmaya son derece yakın biri, Arapça'ya hayran olduğuna ilişkin de iddialar var hakkında, klasik İslami ilimlerin terminolojisine son derece bağlı; Yahya Kemal'in bu tasavvurunu şiddetle eleştirmiş. Belki Yahya Kemal de 28 Şubat Türkiye'sinde yaşamış olsaydı "Elhamdülillah Müslüman'ım, ama İslamcı değilim" derdi. Demesi makuldü ve bana kalırsa çok da eleştirilecek bir yan taşımazdı.
Sözgelimi 1978'de Ali Bulaç, Düşünce dergisinde Ahmet Hamdi Tanpınar'ı içki içtiği için eleştirir.  Oysa Tanpınar'ın İslam'a ilişkin alıp verdiği bir şey yok ki! Düşünce eleştirisi yapılması gerekirken tutup adamın hayatını eleştirmenin bir manası yok yani. Adam zaten o hayatını öyle sürdürdüğü için, düşünceleri o hayatı öyle sürdürmesine el verdiği için senin düşüncelerini yanlış buluyor ki!

Sorun şu: İslamcılığı tanımlarken geçmiş ve gelecek kurgularını ele almak gerekir. İslamcılığı kolaylıkla bir liberalizm gibi, bir sosyalizm gibi tanımlayamayız. Çoğu kez bir Müslüman ile bir İslamcı'yı birbirinden ayırt edemeyiz. Bir de basit bir kelime oyunu yapıyorlar, ona da değineyim. İslamcı denmezmiş, çünkü Türkçe'de -cı, -cü eki alım satım işleriyle uğraşanlara takılırmış, sucu, simitçi gibi. Gülüyorum bunu söyleyenlere, çünkü Türkçe'yi bilmiyorlar: Yolcu, akşamcı gibi kelimelerden haberdar değiller. Mesela Manas Destanı'nda da "aylıkçı" diye bir kelime vardır, Kırgızca. "Ayda bir" anlamına geliyor bu kelime. O yüzden İslamcılığa dair bu tür sözleri edenlerin konuştukları dili bile yeterince bilmemelerine hayret ediyorum.

"İslamcı" tabirine Kur'ani bir söyleme şekli değil diye itiraz edenler de var. "Müslüman" diyoruz, "peygamber" diyoruz, "namaz" diyoruz, bunların hiçbiri Arapça değil. Kur'an'da geçen kelimeler değil. Böyle kullanıyoruz ve doğrusu yadırgamıyoruz da. "İslamcı" tabiri de kullanılabilir pekala, Batı dillerinden gelmiş sayılsa bile. Bu kelimeleri nasıl içeriklendirdiğimiz bana kalırsa bu tür hususlardan daha önemli. Biçimlerden çok, içerikler önemli yani. İslamcılığa yöneltilen eleştirilerin büyük bir bölümünde düşülen hata bu: İçeriklere bakmadan biçimlere bakarak eleştirmek. Düşüncelerimizin biçimci olmaktan çıkıp organikleşmesi gerekiyor.

2012'de Zaman gazetesi sayfalarında başlatılan tartışmanın bile isteye başlatıldığını düşünüyorum. AK Parti ile İslamcılar arasındaki organik bağları koparmaya dönük bir kumpas olduğunu düşünüyorum o tartışmaların. O tartışmaları başlatan isimleri, yani hem Ali Bulaç'ı hem de Mümtazer Türköne'yi Star gazetesinin Açık Görüş ekinde yazdığım yazıyla eleştirmiştim. Hem Bulaç'ın hem de Türköne'nin ortaklaşa savundukları tezlerin başında İslamcıların "muhalif konumları"nı yitirerek devlete eklemlendikleri savı yer alıyordu. Devlete eklemlendiği için "kötü" sayılmak bir yana; devleti sabit, değişmeyen bir süper özne olarak tasavvur etmek de yanlıştı bana kalırsa. "Ben devlete eklemlenirsem devlette herhangi bir değişiklik olmaz, sadece devlet beni kontrol etmiş olur" varsayımına dayalı bir yaklaşımdı bu tez. Bunu eleştirmiştim.

11 Mayıs 2017'de Talha Bayrakçı Gençlik Merkezi'nde İslamcılık Paneli'nde tarafımca yapılmış konuşmanın çözümlenmiş şekli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder