17 Aralık 2024 Salı

Bilginin tarihsel serüveni

 Yaygın bilim tarihi anlatılarında M.S. 500 ila 1500 arasındaki bin yıl atlanarak Grekler, Romalılar ve sonra Rönesans döneminde bilim anlatılır. Romalılar ile Rönesans arasındaki dönemde var olan İslam bilimini es geçen bu anlatı içinde Orta Çağ Hıristiyan dünyasındaki bilimsel bilgi eksikliği konu edinilir.

Eski bilimsel fikirlerin Orta Çağ'daki yolculuklarını takip etmek için bazı özel metinlerin dolaşımı üzerinde yoğunlaşan ve Bilginin Yolculuğu adıyla Türkçeye çevrilen kitabında Violet Moller onların hangi öğrenim merkezlerinden geçtiğini irdeliyor. Bilim tarihine ve kesin bilimlere odaklanan Moller matematik, astronomi ve tıp alanlarında öne çıkan üç ismi, yani matematikte Öklid'i ve eseri Elementler'i, astronomide Batlamyus'u ve eseri el-Mecistî'yi, tıpta da Galen'i seçiyor. Bu üçlünün geleceğin bilim adamlarının yüzlerce yıl boyunca çalışacağı konuların yapısını, içeriğini ve ana çerçevesini oluşturduklarını belirten Moller, Batlamyus ve Galen'in teorilerinin çoğunun çürütülmesine rağmen, etkileri ve miraslarının hâlâ tartışılamaz bir konumda olduğunu vurguluyor. Galen'in salgı teorisi (ahlat-ı erbaa) geleneksel Tibet tıbbında ve modern tamamlayıcı tıpta hâlâ varlığını sürdürüyor. Diğer yandan Batlamyus'un sabit yıldızlarla ilgili araştırması ve "fiziksel dünyanın güvenilir olduğu ve matematikle anlaşılabileceği" fikrinin de modern astronomide varlığını koruduğunu söylemek gerekiyor.

Zamana dayanıklı bir eser

Bu isimlerin görüşlerine nazaran Öklid'in Elementler'inin zamana karşı dayanıklı olduğunu söyleyen Moller, Öklid'in geometrik teorilerinin M. Ö. 4. yüzyılda olduğu gibi bugün de doğru ve geçerli olduğuna işaret ediyor. Sadece bu teorilerin değil, teknik kelime dağarcığı, varsayımlar (aksiyomlar) ve kanıtlar kullanan ve bilimsel yazı için bir şablon olarak kalan Öklid'in kanıtlama yöntemi için de geçerli olduğunu ifade ediyor.

Bugünkü "bilimsel yöntem"in içerdiği gözlem, deney, doğruluk, entelektüel titizlik ve açık iletişime dayalı bilim uygulamalarına Öklid ve Batlamyus'un öncülük ettiğini söyleyen Moller M. S. 500 yılını araştırmasının başlangıç tarihi olarak belirliyor.

Antikçağ entelektüel geleneklerinin Orta Çağ'a evrildiği, bilim dünyasının farklı bir döneme girdiği bu yıldan itibaren metinlerin ne zaman ve nasıl yazıldığını görmek için İskenderiye şehrine odaklanıyor. İskenderiye'den Doğu Akdeniz boyunca Suriye ve İstanbul'a yayılan ve buralarda 9. yüzyıla kadar kalan metinleri çevirmek üzere İslam imparatorluğunun başkenti Bağdat'tan gelen alimlerin bu metinleri kendi bilimsel keşifleri için temeli olarak kullandıklarını vurguluyor.

İskenderiye Kütüphanesi yok olduktan sonra Bağdat, Kurtuba, Toledo, Salerno, Palermo ve Venedik şehirlerinin entelektüel hayatını anlatarak bu şehirlerin metinlerin toplandığı, tercüme edildiği ve paylaşıldığı bilgi merkezi olarak sivrildiğini anlatıyor. Metinlerin ortadan kayboluş ve Batı için bulunuşunu teşkil eden ana entelektüel güzergahı böyle belirleyen Moller, Orta Çağ'da antik Yunan, Arap ve Batı kültürünün çarpıştığı başka yerlerin de olduğunu vurguluyor, ana entelektüel güzergaha dahil edilebilecek başka şehirler varsa da önemli metinlerin kopyalarının incelendiği ve tercüme edildiği şehirlere bağlı kalıyor.

29 Kasım 2024 Cuma

Bir cümlenin kitabı

 Günümüz felsefi düşüncesinde yapısökümcülük olarak bilinen eleştirel yaklaşımın öncü ismi Jacques Derrida düşünceleri açısından Grammatoloji, Yayılım, Felsefenin Kıyıları, Yazı ve Fark gibi kurucu metinlerinin yanısıra sözmerkezcilik, mevcudiyet metafiziği gibi temel sorgulama alanlarıyla ve "metnin dışında hiçbir şey yok" deyişi ile dikkat çeker.

Onun Türkçeye "Düşünmek Hayır Demektir" adıyla çevrilen metni ise 1960-1961 öğretim yılında Sorbonne Üniversitesi'nde aynı isimle verdiği dersin elyazmalarından oluşuyor. Bu dersin verildiği tarihten yaklaşık bir yıl sonra, 1962'de Derrida'nın doğum yeri de olan Cezayir'in bağımsızlığına kavuştuğuna dikkat etmeli. Derrida'nın Alain'in metnin başlığını oluşturan bir cümlesine adadığı bu dört dersi oluşturan metnin "ders notu" olarak kaleme alındığını belirtmek gerekiyor. Metnin yayınlanmak üzere tasarlanmadığını da buna eklemeli. Bu bakımdan Brieuc Gérard tarafından yayına hazırlanan metnin Derrida külliyatının ilk metni olarak gün yüzüne çıkarıldığı söylenebilir. Çünkü Derrida'nın kendisi tarafından yayınlanan ilk metni Güç ve Anlamlandırma 1963'te basılmıştı. Sonradan "yapısöküm" olarak adlandırılacak kurucu metinleri önceleyen metin Alain'in sözkonusu cümlesinin Derridacı okunmasını örneklemektedir. Derrida, Alain'in cümlesinin içerdiği gerilimi bütün yanlarıyla açığa çıkarmaya çalışır ve cümlede dile gelenin (ve esasen dile gelmeyenin) çelişkileriyle oynar.

Düşünce nedir?

Derrida'nın başlangıç sorusu açıktır: Düşünce nedir? Alain için düşünceyi canlandıran, uyandıran şey; dinginliğin, düşüncenin kendisiyle uygunluğunun ve son kertede bir olumlama arayışı, yani hakikat arayışı üzerinden dünyayla uzlaşma arayışıdır. Bir anlamda düşünce ancak hakikate doğru olan bir yolda düşüncedir. Düşünce bu harekette doğar. Alain, düşünmenin hakikati aramaktan vazgeçip, uykuya, yani inanca teslim etmesinin onun sonu olduğunu belirtir. Ona göre "Düşünmek hayır demektir."

Derrida'nın Alain'in bu cümlesine getirdiği okuma üç aşamalıdır. Derrida ilkin Alain'in "Her düşünce bir bilinçtir" önermesini olumlayışını takip eder. Derrida için bu önerme bir anlamda hakikatin arayışı ve görünüşlerin reddi konusunda ahlaki bir ödevdir. Düşünmenin neye hayır dediği sorusunun takibi Derrida'nın sorgulamasının ikinci aşamasını oluşturur. Derrida, hayırın bilincin kurucu tasarımı olduğunu belirtir; bu durumda reddetme de onun formunu teşkil eder. Derrida burada "düşünce hiçbir zaman hiçbir şeye hayır demez; o asla kendisinden başkasına hayır dememektedir... Tüm durumlarda, düşüncenin hayır dediği kendisidir" şeklinde yazar. Son aşamada ise Derrida yine Alain'deki "inancın radikal bir eleştirisi"ni ele alır.

Alain'in felsefesinin bütün radikalliğinin hakikatin teknik bir aracı olarak kanıt fikrinin reddedilmesi gerektiği gerçeğinde açığa çıkar. Çünkü evet demeyi gerektiren kanıtı kabul ettiğimiz an düşünmeyi bırakır ve inanmaya başlarız. Derrida bu noktada da "Önce inanmak gerekir. Her türlü kanıttan önce inanmak gerekir zira hiçbir şeye inanmayan için bir kanıt olamaz" açıklamasını yapar.

Derrida, Alain'in formülünü aşmak için imanın elbisesini giyebilmek adına çabuk inanan naiflik elbisesini çıkardığı yapıbozumcu yöntemin mekanizmalarını kullanır. Hayır diyebilmek için onu istemek gerektiğini hatırlatan Derrida bu istencin de değere ve bizatihi hakikatin istencine evet demekten kaynaklandığını belirtir.

Dördüncü derste "hayır deme" ile simgeleştirilebilecek olumsuzlamanın kökeni ve değer felsefesine dayalı bir olumlamanın önceliği sorusunu Platon, Hegel, Husserl, Bergson, Sartre, Heidegger gibi düşünürleri de dahil ederek düşünür.

27 Ekim 2024 Pazar

Psikanalizin üç boyutu

 Yirminci yüzyılda kurulan ve gelişen disiplinler arasında en tartışmalı ve dikkat çekici olanı psikanalizdir belki de. Sigmund Freud'un Viyana'daki ortamında karşılaştığı psikolojik vakalardan yola çıkarak inşa ettiği psikanaliz hem Freud yaşarken öğrencileri Adler ile Jung'un ondan ayrılıp kendilerine has bir yolla devam etmeleri hem de Freud öldükten sonra oluşan nesne ilişkileri kuramına Anna Freud'un yaklaşımı, Heinz Kohut'un varoluşçu yorumu ve Jacques Lacan'ın yaklaşımı başta olmak üzere birbirinden farklı ve kavgalı yorum çizgileri sebebiyle yirminci yüzyılda sürekli tartışılan bir disiplin oldu. Felsefeden edebiyata sanattan gündelik hayata ve siyasete kadar birçok farklı alanda sürdürülen bu tartışmalarda Freud'un bıraktığı eserlerin "doğru" yorumlanması kadar psikanalitik yöntemin işlevsel rolü de esin kaynağını teşkil etti.

1950'li yıllarda Freud'un handiyse Mesih, psikanalizin "ruhların kurtarıcısı" şeklinde görüldüğünü belirtiyor Hans Eysenck'in eşi. Hans Eysenck ise Türkçeye Freud İmparatorluğunun Çöküşü adıyla çevrilen kitabında Freud'un çalışmalarını yalnızca bilimsel açıdan ele alıyor. Kitabında psikanalize dair rüya tabiri, gündelik hayatın psikopatolojisi, Freudyen psikotarih ve antropoloji, Freudyen kavramların denel incelenmesi, psikanalitik terapinin etkileri gibi çeşitli konuları teknik olmayan bir tarzda ele alan Eysenck, psikanaliz hakkında erişilebilir bir malzemeyi bir araya getiriyor. Freud'un bir bilim adamı olmayı amaçladığını belirten Eysenck onu kendi açıkladığı kriterlere uygun bir tarzda incelediğini ifade ediyor.

Analist ve hasta arasındaki bağ

Freud'un bilime katkılarının esasını tartışan Eysenck psikanalizin üç boyutu içerdiğini düşünüyor: i) Genel bir psikoloji teorisiyle psikanaliz motivasyon, kişilik, çocukluk gelişimi, hafıza ve insan davranışın diğer önemli yönleriyle ilgili sorulara cevap arar. ii) Psikanaliz, bir terapi ve tedavi yöntemidir. iii) Psikanaliz bir sorgulama ve araştırma metodu olarak görülür. Freud'un başlangıçta tedavi yöntemlerinin imkanları konusunda heveskâr olmasına rağmen sonradan şüpheci bir tavra büründüğünü belirten Eysenck, onun kendisinin bir terapistten ziyade zihinsel süreçlere ilişkin bir araştırma yönteminin kurucusu olarak anılacağını umduğuna işaret ediyor.

Freudyen terapinin bastırılmış, bir anlamda "bilinçdışı"na (Eysenck'e göre "bilinçdışı" kavramı da Freud'un son derece spekülatif bir kurgusudur) itilmiş materyalleri bilinçli hale getirmeye dayandığını söyleyen Eysenck terapistin serbest çağrışım yöntemini kullanarak hasta ile aktarım (transference) olarak adlandırılan özel bir ilişki türü tesis eder. Bu özel ilişki türü hastanın analiste duygusal bağlılık geliştirmesini içerir ve hastanın tedavisinde kullanılır. Eysenck, bu noktada psikanalizin bu tür bir tedavi üretmediğini, bu konuda uzmanlar arasında oybirliği olduğunu da işaret ediyor.

Freudyen itikadın en büyük zayıflığının Jung, Melanie Klein, Wilhelm Stekel, Alfred Adler gibi isimlerin varlığı olduğuna işaret eden Eysenck, psikanalizin kanıtlama yönteminin öznel kalışından ötürü alternatif teoriler arasında karar vermenin herhangi bir yöntemini de sunamadığına dikkat çekiyor. Nihai olarak Freud'un konumu ile ilgili şunları söylüyor Eysenck: "Kuşkusuz o bilimin değil propagandanın; kuvvetli delillerin değil, ikna etmenin; deneylerin dizaynının değil, edebi sanatın dehasıydı. Onun yeri, iddia ettiği gibi Kopernik ve Darwin'in yanı değil; Hans Cristian Andersen ve Grimm Kardeşler gibi masal okuyan kimselerin yanıdır."


4 Ekim 2024 Cuma

Kant ve Hegel de ırkçılığı besledi

 Modern önyargı türleri arasında belki de en şedidi ve aklen kabul edilmesi en zor olanı olumsuz duygular beslenen topluluğa karşı negatif stereotipler üreterek işleyen ırkçılık olsa gerektir. Irkçılığı antropolojinin temel günahı addeden Claude Levi-Strauss ona bir köken bulamasa da özellikle modern çağlarda ırkçılığın gezi edebiyatı ile asıl anlamına kavuştuğu görülür. Batı'da sözü edilen gezi edebiyatının gelişmesi ise emperyalizm ve sömürgecilikle iç içedir. David Locke'tan Immanuel Kant ve Hegel'e kadar birçok felsefecinin de yorumlarıyla ırkçılığı beslediğini vurgulayabiliriz. Özellikle Hegel, Batılı seyyahların zaten çarpıtma ve yanlı yorum dolu gezi notlarını kaynak seçerken onları bir daha çarpıtır ve ırkçılığa davet çıkaran yorumlar yapar. Batı toplumlarında ırkçı fikirlerin yaygınlaşmasında Avrupa'nın ekonomik ve siyasi çıkarlarının önemli bir rol oynadığını biliriz; ancak Locke, Kant, Hegel gibi filozofların ve Aydınlanma çağının da bu sürecin inşasında önemli olduğu görülür.

Cahiliyenin bir türü

Genel Yayın Yönetmenliğini Yunus Badem'in yaptığı Tezkire dergisinin 88. sayısında ırkçılık bir dosya olarak ele alınıyor. Dosyada yer alan yedi makale ve bir söyleşi de üç inceleme ve değerlendirme yazısıyla takviye edilmiş. Dergide ayrıca gündemdeki konuları ele alan üç yazı da bulunuyor. Hiçbir bilgiyle giderilemeyecek cahiliyenin bir türü olan ırkçılığa karşı modernliğin aldığı bazı tedbirlerin onun aydınlanmış vehmini yansıttığını belirten Yasin Aktay'ın yazısı ile açılan dosyada Mahmut Hakkı Akın Amerikan sosyolojisinin kurucu ismi sayılan W. E. B. Du Bois'in "göçmen karşıtlığı ve ırkçılık" karşıtı görüşlerini ele alıyor. Sümeyye Sakarya ise ırk sonrası dünyaya odaklandığı çalışmasında ırkçılığın 'öteki' ve modernleşme süreçlerindeki yerini soruşturuyor. Irkçılık söz konusu edildiğinde sık sık zikredilen de Gobineau'nun argümanlarını, düşüncelerini ve ırkçılık etrafındaki etkisini sorgulayan Mustafa Demirci de böylelikle günümüz ırkçılığının mümkün temellerini soruşturuyor. Dergide Ayberk Eryılmaz'ın çevirdiği ve Nadiya N. Ali, Lucy El-Sheriff ile Hawa Y. Mire'nin ortak makalesi ise İslamofobiyi konu seçerek onun operasyonel açılımlarını irdeliyor. Kızıl Goncalar dizisinde yer alan söylemler üzerinden bu tür dizilerin toplumsal ve kültürel olarak İslamofobiyi güçlendirdiğine işaret eden Aydın Aktay'ın makalesini

Türkive ve Almanya'da göçmen karşıtlığıyla ön plana çıkan iki siyasal partiyi mukayese eden Şahika Akın'ın yazısı takip ediyor. Aynı zamanda dosya editörlüğünü yapan Ufuk Necat Taşçı'nın yazısı ise Afrika'daki kimlik bunalımını kolonizasyon ve Batı ırkçılığı ile birlikte tartışıyor: "Afrika kıtasında her anlamda bağımsızlaşma amacındaki ülkelerin, Batı-Doğu arasındaki rekabetin bir unsuru olmaktan çıkarak, Afrikalı bir reçete oluşturmaları gerekmektedir."

Bekir Berat Özipek dergide kendisiyle yapılan söyleşide "Avrupa'da aşırı sağın sergilediği tutumun aynısını, Türkiye'de merkez sol ve onun etki alanındaki ayrımcı, ırkçı siyasi oluşumlar sergiliyor" tespitini dile getiriyor. Dergide ayrıca Kamil Ergenç kanı merkeze alan politik kültürü Sıbgatullah Kaya da milliyetçiliği gündem yazılarında tartışıyorlar. Emine Çift, İlhan Bilici ve Esra Ekiz de yazdıkları yazılarla ırkçılık konusunda öne çıkan çeşitli kitapları değerlendiriyor.


22 Eylül 2024 Pazar

Dirimsel asabiyet ve modern ilkellik

 Ortaya attığı ilm-i umran deyişiyle ve Kitab'ul İmer adlı eserine bir başlangıç olarak yazdığı Mukaddime ile modern zamanlardaki sosyoloji, kültür teorisi gibi birçok beşerî bilime öncülük ettiğini söyleyebileceğimiz İbn Haldun'un belki de hâlâ tartışılan en önemli kavramlaştırması asabiyettir. İbn Haldun'un tarihe farklı bir pencereden baktığını, ona toplumların başına gelen olayları nakletmekten öte bir değer verdiği bilinir. O bu olayların oluşmasındaki sebep-sonuç ilişkilerini bir şekilde ortaya çıkararak sebeplerle ilgili teoriler kurmaya çalışmıştır. Asabiyet kavramı bu sebeplerden en önemlisidir ona göre.

Toynbee'nin "İbn Haldun öyle bir tarih felsefesi tasarlamış ve ortaya koymuştur ki bugüne kadar hiçbir yetenek, hiçbir dönemde, hiçbir ülkede böylesine büyük bir yapıt yaratamamıştır" sözleriyle andığı İbn Haldun'un kendi nazariyelerini açıklarken en sık kullandığı kavramlardan biri olan "değişim"i çalışmasının odak kavramlarından biri seçen Mehmet Sabri Genç, 'Medeniyet'in Ontolojisi' başlıklı çalışmasında İbn Haldun'un nazariyeleriyle John Searle'ün nazariyelerini toplumsal ontolojik düzeyde mukayese ederek yaşadığımız çağın hükmünü analiz etmeye çalışıyor. Bu mukayesede İbn Haldun İslam medeniyeti cenahında yer alırken John Searle'ün de çağdaş küresel medeniyeti temsil ettiği söylenebilir. İbn Haldun'un asabiyet teorisini yeni bir kavramsallaştırmayla yeniden yorumlayarak Searle'ün kitlesel yönelmişlik teorisi aracılığıyla "çağın hükmü"nü belirlemeye çalışmasını analiz eden Mustafa Sabri Genç, asabiyetin, yani bir anlamda toplumun canının yok edildiği toplumsal bir ontolojide onun yerine hangi faktörlerin geçebileceğini, doğurduğu sorunları ve çözümleri de irdelemeye çalışıyor.

Kitlesel yönelmişlik

İki ana bölüme ayrılan kitapta ilk bölümde İbn Haldun'un asabiyet teorisi ve bu teorinin hem oluşumuna katkı yapan hem de onun oluşturduğu diğer ikincil kavramları ve konuları İbn Haldun'un değerlendirdiği teorik zeminde yeniden ele alarak yorumluyor. Bu bölümde Sabri Genç, asabiyet kavramından çalışmasının bağlamında anlaşılması gerekeni irdelerken ayrıca İbn Haldun'un asabiyetle ilgili tavırlar teorisi gibi düşüncelerine ve iktisadi görüşlerine yeni yorumlar ekliyor. Kitabının ikinci bölümünde Searle'ün düşüncelerinin temelini oluşturan Franz Brentano'nun felsefi anlayışı, kavramı ve yönelmişlik teorisi aracılığıyla Searle'e ait felsefi anlayışı ve kitlesel yönelmişlik teorisini ele alan Genç, onun düşüncelerini İbn Haldun'un düşünceleriyle yakınlaştıran bir strateji izleyerek değerlendiriyor.

Kitabının ana bölümlerinden ayırt edebileceğimiz sonuç bölümünde ise hem İbn Haldun'un hem John Searle'ün düşüncelerini yeniden yorumlayarak ulaştığı kavramlar aracılığıyla çağdaş küresel medeniyetin ontolojisinin nirengi noktalarının bir haritasını çıkamaya çalışan Genç'in kitabının bütünselliği çerçevesinde iki ana çatı kavrama daha ulaştığını görüyoruz: Dirimsel asabiyet ve modern ilkellik.

İbn Haldun'un teorileri ve modern analitik zihin felsefesinin beyanatlarını kullanarak çağdaş küresel medeniyeti eleştiren Genç, İbn Haldun'un teorilerinin onun bıraktığı yerden ele alınması, güncellenmesi ve yorumlanması çabasını güdüyor. Çalışmasını temelde merhum Teoman Duralı başta olmak üzere diğer filozoflarımızın kavramsal çerçeveleri üzerine oturtan Genç'in hedeflediği de açık: Ortak bir felsefi kültür ve düşünce alanı.


10 Eylül 2024 Salı

Platon'un felsefi pozisyonu hep aynı kaldı

 Felsefe ve Platon denince herhalde akla ilk gelen şeyler Sokrates ve Sokratik diyalog olur. Öğrencisi olduğu Sokrates'e ilişkin önemli bilgi kaynaklarımızın başlıcasını teşkil eder Platon'un aktarımları.

Yirminci yüzyılın önemli Platon yorumcularından sayılan Charles H. Kahn Türkçeye 'Platon ve Sokratik Diyalog' adıyla çevrilen eserinde Platon'un kuşağında yaşamış başka Sokratik yazarlar tarafından da kullanılmış Sokratik diyalog formu aracılığı ile Platon'un yazarlık kariyerinin oluşumunu inceliyor. Platon'un bu popüler türü diğer dramalarla rekabet edebilecek majör bir sanat formuna dönüştürebilen ve büyük çaplı bir felsefi dünya görüşünü sunmada bu forma dayanan tek Sokratik yazar olduğunu savlayan Kahn, onun içinde görünmediği bu söylem formunu tercih etmesi sebebiyle felsefeye dair sunumunun kasten "dolaylı, girişsel ve tamamlanmamış" kaldığını, bu yüzden de yorumlanmasının zorlaştığını vurguluyor.

İlk amaç kalpleri değiştirmek

Platon'un diyaloglarını felsefi düşüncesinin gelişimi bakımından ele alarak tarihsel açıdan üç fazda (ilk, orta ve geç) ele alan; yani, onun kariyerinin farklı aşamalarında kökten biçimde birbirinden farklı felsefeleri savunan bir yazar olarak değerlendiren standart görüşe aykırı bir tarzda bu ayrımı reddederek Platon'un Kant ve Wittgenstein gibi felsefe kavrayışı radikal değişiklikler yaşayan filozoflardan olmadığına, aksine düşünceleri olgunlaştığı zaman da felsefi pozisyonu aynı kalan Descartes ve Hume gibi filozoflarla aynı grupta olduğuna dikkat çekiyor Kahn.

Platon'un erken diyaloglarının birçoğunda Sokrates'i kullanma biçiminin dolambaçlı ve sanatsal bakımdan karmaşık olduğuna işaret eden Kahn, bu erken diyaloglardaki Platon'un asıl amacını "doğru önermeler öne sürmek değil, okurlarının zihinlerini ve kalplerini değiştirmektir. Platon'un felsefi eğitim anlayışı, yanlış doktrinlerin yerine doğrularını yerleştirmek değil, öğrenenlerin ahlaki ve entelektüel yönelimini radikal bir biçimde değiştirmektir" sözleriyle açıklıyor.

Erken diyaloglarda Platon'un düşüncesinin oluşumunu görmekten çok kendi felsefi görüşlerini sunmak için edebi bir planı kademe kademe geliştirdiğini belirten Kahn'a göre Platon'un gözünde, Sophokles ve Thukydides kadar Homeros ve Hesiodos tarafından temsil edildiği şekliyle, geleneksel Grek dünya görüşü kökten yanlıştır. Kendi büyük selefleriyle rekabet edecek majör bir edebî form olarak Sokratik diyalogu geliştiren Platon; Akhilleus, Oedipus ve Perikles'in yerine kendi kahramanı Sokrates'i koymak istemişti. Bu anlamda, yani Sokrates'in yeni bir geleneğin kahraman figürü haline gelmesiyle, Platon "gerçekliğin doğasıyla ilgili radikal biçimde yeni bir görüşte gömülü olarak bulunan, insan hayatının anlamına dair farklı bir görüş"ü dile getirdi. Bu görüşün Sokratik olarak nitelenen diyalogların çoğundan önceye tarihlendiğini ifade eden Kahn "yalnızca Phaidon ve Devlet tarafından belirlenen ahlaki ve metafizik bakış açısından hareketle Platon'un Lakhes, Kharmides, Euthyphron ve Protogoras gibi diyaloglar oluşturmasındaki felsefi niyeti düzgün bir biçimde anlayabiliriz" görüşünü ileri sürüyor.

Platon ile ilgili edebî, tarihsel ve felsefî bakımdan kuşatıcı bir yorum girişimini yansıtan eserinde Kahn, Platon'un eserinin edebî dalgalanmalarının arkasında onun ötedünyalı (otherworldly) bir metafiziğe ve katı bir Sokratik ahlaki ideale bağlılığı tarafından belirlenen sabit bir dünya görüşünün bulunduğunu iddia ediyor. Platon'un felsefesinin genel çerçevesinin değişmeden kaldığını belirten Kahn, yine de bundan onun düşüncesinin "cansız ve kemikleşmiş" olduğu sonucunun çıkarılamayacağını vurguluyor.


5 Eylül 2024 Perşembe

Sosyolojik ve teopolitik açıdan FETÖ

 İlkin 17-25 Aralık yargı darbesi ve bu darbe girişiminin yaklaşık bir buçuk yıl ardından bu kez meş'um 15 Temmuz askeri kalkışma gecesini bu halka yaşatan FETÖ hakkında çeşitli siyasal, sosyal, ekonomik, dini ve aktüel değerlendirmeler yapıldı. Bu değerlendirmelerin ortak paydası FETÖ'nün çarpıtılmış bir dini inanca dayalı, gizli amaçlara büyük önem veren ve bu amaçlar uğruna her türlü hile ve desiseye başvuran, Türkiye üstünde çeşitli menfaatler gözeten ve aralarında İsrail, ABD gibi başat aktörlerin de birtakım dış mihraklar yararına casusluk dahil birçok eylem gerçekleştiren, onların aparatı olmaya razı bir örgüt olduğu şeklinde tespit edilebilir.

15 Temmuz'un Sosyolojisi ve Teopolitiği ismini taşıyan kitabında Ercan Şen, halk İslam'ının imkanlarını ve İslam dışı kaynakları örgüt doğrultusunda kullanıp bütünüyle ezoterik bir öğreti oluşturup İslam olarak sunan, İslamiyet ile ahlak arasındaki olmazsa olmaz sayılabilecek ilişkiyi örgüt amaçları doğrultusunda emellerine alet kılan, dinî görünümlü ama senkretik karakteri besbelli, birtakım uluslararası güç oyunlarının kullanışlı piyonu olmayı önemseyen FETÖ'yü sosyolojik ve teopolitik açıdan ele alıyor.

Haşhaşiler ve Moon Kilisesi

FETÖ'nün örgüt üyelerinin endoktrinizasyonu aşamasında sık sık kullandığı vaaz ve kitapların halk İslam'ında yaygın bidatlerden beslenerek oluşturulduğunu, takiye gibi Şia uygulamalarının, ezoterizm/mistisizm akımlarının, Rudolf Steiner'ın antropomorfizmi ve ünlü Türk spiritüalist Bedri Ruhselman'ın bazı fikirlerinin ve hatta modern fantastik-bilim kurgu bazı romanların bile FETÖ teolojisindeki senkretizmin ana unsurları olduğunu, FETÖ'nün bu unsurlardan edindiklerini kaynak bile göstermeden kendi eserlerine aktardığını belirten Şen, Türkiye'ye karşı geliştirilen büyük bir operasyonun parçası konumundaki FETÖ hakkında 1990'lı yıllardan beri yaptığı gözlemlere de başvuruyor. FETÖ hareketinin nasıl dinî bir gruptan yola çıkarak sosyal bir hareket olarak başladığını, daha sonra kült bir dinî istihbarat örgütüne dönüşme sürecinin sosyolojik zeminini ve teopolitik düşünce haritasını irdeleyen Şen, bu örgütün sivil boyutuyla Moon kilisesiyle, askerî ve tarihî güç boyutuyla da yaklaşık bin yıl önce Selçuklu devletine yönelik tedhiş hareketleriyle bilinen Nizari İsmaili Haşhaşi örgütüyle mukayesesinin uygunluğunu vurguluyor.

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye'nin devlet ve toplum olarak FETÖ'nün dinî, siyasi ve toplumsal alanlarda oluşturduğundan daha büyük bir meydan okumayla karşılaşmadığını belirten Şen, Şerif Mardin'in deyişini kullanarak FETÖ'yü "içerisine girenlerin kaybolabileceği bir bulut" olarak niteliyor. FETÖ'nün taşıdığı tehlike, askeri bir darbe ile hükümetin devrilmesi olmanın yanısıra toplumum dini ve siyasi telakkilerinin de kült bir örgütün ezoterik/senkretik öğretisi doğrultusunda tamamen ve kalıcı bir şekilde değiştirilme çabasında saklıydı. Bu öğretinin dinlerarası diyalog yöntemiyle İslam/Hıristiyan eklektik inanışının hakim kılınması, FETÖ'nün tanımladığı biçimiyle İsevi Müslümanların, Mesih'in şahsı manevisi önderliğinde bu ezoterik/senkretik inanışı hakim kılmaya uğraşmaları iç barış açısından en önemli tehlikeydi.

Genellikle FETÖ gibi kült örgütlerde "hakikatin tüketilmesi" ya da hakikatin tek tipleştirilerek bu hakikatin sadece örgütün söyledikleriyle özdeşleştirmesinin İslam düşünce geleneğinden kopuşu belgelediği kanaatini izhar eden Şen, "İlahi kitapların bile sürekli yorumlandığı günümüzde ezoterik (Batıni) oluşumların hakikate hizmet duygusu, lideri kutsamaya ve her şeyden önce hakikat tekelciliğine yol açar. Sosyal bunalım dönemlerinde karşılaştığımız Mehdici/Mesihçi anlayışın sürekli diri tutularak kült kişiliğin Mehdi yerine ikamesi, FGH'de sık gördüğümüz bir olgudur" diyor. Kitabında FETÖ'nün sosyolojisini yaparken Şerif Mardin'in teorik perspektifini kullanan Ercan Şen, 15 Temmuz gecesinin gazilerinden biri ve sosyal bilimci olarak 15 Temmuz'u hazırlayan ve meydana getiren koşulları, olayları ve aktörleri bihakkın bilebilmek için yapılması gerekenlerin ne olabileceğini de gösteriyor: Olguların tarihinin, yaşadığımız yıllara sari olduğunun bilinmesi ve sosyal bilimlerin bu alandaki görevlerini tam anlamıyla yapmaları.


18 Ağustos 2024 Pazar

Öngörülebilir, güvenilir bir radikal

 Çağdaş İslam Düşüncesi'nin Türkiye'deki görünümü açısından İslamcılığın muallim-i sanisi saydığımız merhum Sezai Karakoç'un sadece şair olmadığını, bununla birlikte "diriliş" olarak toparladığı daha şûmüllü bir projeyi dile getirdiğini belirtmek gerekir. Günümüz Türkiye'sindeki bütün İslamcıların/Müslümanların sık sık başvurdukları eserleriyle Sezai Karakoç modern dönemlerdeki "İslam Medeniyeti" ve hatta "medeniyet" tasavvurunun kurucu imzaları arasında sayılmalıdır.

Sezai Karakoç'un siyasi düşüncesini çözümleme maksadıyla yazdığı kitabında İbrahim Durmaz, onun bir yandan geleneksel İslam siyasi düşüncesinden güç alarak bir yandan da modern politik tasavvurlara ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik eleştiriler getirerek yeni bir tarih felsefesi inşası dolayımıyla kendine has ve özgün bir siyaset düşüncesi geliştirdiğini vurguluyor. İbrahim Durmaz'a kalırsa bu minvalde Sezai Karakoç siyasi düşüncesini geleneksel İslami siyasi düşüncelerden yola çıkarak ahlak zemininde 'sanat olarak siyaset' tarzında oluşturur. Modern politik eleştirilerini bir yandan klasik organik evren tasavvurlarından güç bularak bir yandan da romantizm ve varoluşçuluk gibi modern akımlardan yararlanarak birtakım paralellik ve zıtlık açısından dile getirir.

Yeni bir tarih felsefesi

Sezai Karakoç'un yeni bir tarih felsefesi kurma çabasında, bir taraftan dini/tasavvufi yorumları, bir taraftan da kadim ve geleneksel çevrimsel tarih anlayışı çerçevesinde Gazzali, İbn Arabi ve Mevlâna yorumları yer alır.

Durmaz, çözümlemesinde herhangi bir dönem, kavram ya da kişi üzerinden karşılaştırma yapmıyor. Bunun yerine öncelikle medeniyet kavramını Sezai Karakoç fikriyatının ana çatı kavramı olarak belirleyerek çağdaş İslam düşüncesinde İslam medeniyeti tartışmaları bağlamında münhasıran ve karşılaştırmalı olarak inceliyor. Siyaset, şehir, devlet/İslam devleti, Doğu/Batı, Batılılaşma, teknik, demokrasi, şûra, emanet, ideoloji, parti gibi kavram ve fenomenler de yeri geldikçe bu karşılaştırmalı incelemede yer alıyor.

Sezai Karakoç'un 20. yüzyıl düşünürü olduğunu, onun görüşlerinin 1940'lardan 2000'lere uzanan İslamcılığın ikinci ve üçüncü nesillerinde daha çok etki bulduğunu belirten Durmaz Karakoç'un fikir ve eylem dünyasını çağdaş İslam düşüncesi içindeki yerini dönem, kimlik ve şahıslar bakımından belirlemek için bazı mihenk noktalarını vurguluyor: Kimlik olarak muhafakârlık-milliyetçilik döneminden (1925-1960) etkilenerek radikal- entelektüel(1960-1980) uyum ve entegrasyon dönemine (1980-2000) denk gelen bu fikir ve eylem dünyası şiir açısından Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek'ten sonra ancak İsmet Özel'den önceye yerleşir. Durmaz, esasen çağdaş İslam düşüncesinde ulemadan üdebaya bir geçiş süreci yaşandığını, Sezai Karakoç'un içinde yer aldığı hattın bu sürecin ana kolu sayılması gerektiğini vurgular. Ayrıca bu fikir ve eylem dünyasını farklı şeyler konuşma ve ana-akım sloganlara muhalif olma bakımından Namık Kemal-Said Halim Paşa-Nurettin Topçu hattında değerlendiren İbrahim Durmaz bu silsileyi sosyolojik paradigmayı merkeze alarak değerlendirdiğimizde de silsilede yer alan Said Halim Paşa yerine Ziya Gökalp'in geçirilmesinin uygun olacağını düşünmektedir.

18. yüzyıldan itibaren bilgi öznesi ve nesnesinin değişmeye başladığını teoloji/fıkıhtan ideoloji ve sosyolojiye geçiş sürecinin yaşanmaya başladığını söyleyen Durmaz bu süreci Osmanlı/İslam dünyasındaki kilometre taşının da ulemadan üdebaya geçiş süreci olduğunu belirtiyor.

Kitabında, Sezai Karakoç'un, geleneksel dünyayı kalıp olarak modern dünyaya taşıma niyeti olmadığını belirten Durmaz, Karakoç'un 'ortalamacı' olmadığını özellikle belirtir: "O köktenci ve radikaldir. Fakat öngörülebilir, güvenilir, 'elinden ve dilinden emin olunan' bir radikal. Çünkü hayatın ve inancın, ortalamadan epey uzak gerçekliğine inanır."


10 Ağustos 2024 Cumartesi

Sosyal teoride ve gerçekte 'sınır'

 Hayatımızın hemen her alanında karşılaştığımız fenomenler arasında sınır kavramıyla işaret edilen gerçeklik özel bir yer tutar handiyse. İçeri-dışarı, burası-orası, biz-öteki, yerli-yabancı vb. ayrıştırmaların genellikle sınır çizme işlemi olduğunu biliriz. Bu anlamda sınır çizmek yaşadığımız gerçekliği ayırma ve farklılaştırma amacı taşır elbette. Sözgelimi "burası ve orası" şeklinde yaptığımız ayrım, sosyo-politik mekandaki farklılaştırmalarımızı ifade ederken "iç ve dış" güvenlik kaygılarımıza tekabül eder. Biz ve öteki ayrımı kolektif bilinci ve toplumsallaştırmayı ifade ederken yerli ve yabancı da köklülüğe ve sahipliğe işaret eder. Neticede sınır çizme ya da belirlemenin yeniden anlamlandırmak, tanımlamak ve sonuçta ayırmak, ayrım yapmak anlamlarına gelmesi kaçınılmazdır.

Özellikle 1990'lı yıllardan itibaren SSCB ve Yugoslavya'nın dağılması, AB benzeri ulus ötesi yapılanmaların yaşanması sonrası sosyal teoride teritoryal sınırların sosyal olgulara sahne olarak görülmesi ile birçok disiplinde sınır çalışması yapıldı. Önemli bir mesafe de kat edildi elbette. Özellikle günümüzde, yani devlet, toplum, teritorya ve sınır arasındaki ilişkilere dair kurgulanan teorilerin bu ilişkilerin özelliklerinde gerçekleşen değişimlerle birlikte yenilenmesinin gerekli olması sebebiyle, sınır, sınır-ötesi, ara bölge, sınır bölgesi, sınırlararasılık, göç, kültür, kimlik gibi konuların sosyal teori disiplinlerinin başlıca nesnesine dönüştüğünü görüyoruz. Sosyolojinin de bundan azade olmadığını söylemek gerekiyor.

Sınırların toplumsal teorisi

Yılda iki kez yayınlanan uluslararası hakemli bir dergi Sosyoloji Divanı. Baş editörlüğünü Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Prof. Dr. Ahmet Koyuncu'nun yaptığı derginin 23. sayısının dosya konusu: Sınır. Sosyoloji Divanı'nın dosya bölümünde yedi makale yer alıyor. İlk iki makale sınırların sosyal teoride nasıl ele alındığını incelerken diğer makalelerin dördünde Türkiye'nin sınır bölgelerinde gerçekleştirilmiş saha araştırmaları bulunuyor. Dosyada yer alan ilk makalede Ferhat Tekin sınır çalışmalarının temel özelliklerine değinmesinin akabinde bu çalışmalarda öne çıkan bakış açılarına bağlı kalarak temel farkların, kopuşların ve sürekliliklerin neler olduğunu ve sınırların toplumsal teorisinin nasıl kurulduğunu inceliyor. İkinci makalede ise Hakan Ünay, uluslararası ilişkiler perspektifiyle ele aldığı sınırlara ve sınır duvarlarına bakışı realizm çerçevesinden irdeliyor.

Türkiye-Gürcistan sınırının sosyal, ekonomik ve kültürel yapısını anlama bakımından saha çalışmasını burada gerçekleştiren Kerem Özbey makalesinde düzensiz göç ve informel ekonomik örgütlenmenin bu bölgedeki sosyo-kültürel yapıyı nasıl dönüştürdüğüne odaklanıyor. Gaffar Derin ve Suvat Parin, Türkiye-İran sınırındaki Başkale ve Saray içlerinin sınır köylerindeki aşiret ve akrabalık ilişkilerini, kaçakçılık faaliyetlerini konu ediniyor. Emine Akman ve İlhan Oğuz Akdemir'in ortak makalelerinde ise Türkiye-Irak sınırındaki insanların gündelik hayat pratikleri; sınır güvenliği, göç ve ekonomik ilişkiler temaları çerçevesinde irdelenerek "siyasi sınır" ile sosyal sınır" arasındaki paradokslar tartışılıyor. Gizem Ayşe Arıkan Akçay'ın makalesinde ise Türkiye-Suriye arasındaki sınır duvarının Kilis'teki pasaj esnafının sınır ticaretine etkileri ve ne tür değişimlere yol açtığı irdeleniyor. Dosyada ayrıca Ertan Özensel tarafından yazılan saha araştırması yer alıyor. Kırgızistan-Tacikistan sınırındaki Batken şehrinin Ak-Say köyünde ikamet eden sınır boyu insanlarının sınır çatışmaları nedeniyle oluşan sosyo-politik ve sosyo-psikolojik hal ve algılarını konu edinen Özensel "...kaygı, ümit ve kararlılık arasında bir hayat, Ak-Saylıların yaşam felsefelerinin değişmez parçası haline gelmiştir" sonucuna ulaşıyor.

Derginin Kenar Kayıt, Hayat Sahnesi, Kitaplık bölümlerindeki çeşitli yazılar da dosyayı takviye ediyor. Dosyada ayrıca Elisabeth Vallet ve Victor Konrad'la yapılmış röportajlar da bulunuyor.

2 Ağustos 2024 Cuma

50 yıldaki değişim 500 yıldakinin üzerinde

 Uluslararası Yayıncılar Birliği'nin eski başkanı ve Oxford Üniversitesi, Bloomsbury, Macmillan gibi dünya çapında önde gelen ve prestijli çeşitli yayınevlerinde üst düzey yöneticilik görevlerinde bulunmuş bir isim Richard Charkin. Charkin yayıncılık dünyasında geçirdiği elli yılı kişisel anılarıyla bezeyerek anlatırken bu elli yıllık süreçte analog yayıncılıktan dijital yayıncılığa sektörün değişen dinamiklerini irdeliyor, bunlara ilişkin okuyucuya perspektifler tedarik ediyor.

1972'den 2022'ye kadarki 50 yıllık bir süreci kapsayan zaman dilimini konu edinen Charkin'e göre bu elli yılda yayıncılık dünyasında yaşanan değişimler önceki 500 yılda yaşanan değişimlere nazaran daha üstün sayılır. Bu 50 yılda ticari, kurgu ve kurgu dışı, akademik ve bilimsel dergiler, tıp kitapları, çocuk edebiyatı, eğitim, sözlükler ve referans kitapları gibi yayıncılığın hemen her türünde çalışan Charkin köklü kurumlarda, aile şirketlerinde, halka açık şirketlerde ve yeni şirketlerde de bulunmuş.

1972'de Harrap adlı aile şirketinde başladığı editörlükten 2022'de Bloomsbury yayınlarındaki son gününe kadar yaşadıklarını aktaran Charkin elli yıl içinde yayıncıların ofislerinin yanısıra çalışanlarının, çalışma kültürünün, iş uygulamalarının ve bunların yanısıra başka birçok şeyin de değiştiğini vurguluyor. Sözgelimi 1972'de Harrap ofisinin duvarları bile sigaradan dolayı sararmışken 2022'de Bloomsbury ofislerinin kesinlikle sigara dumanı kokmadığını belirten Charkin, binanın hemen önünde ya da yanında bile sigara içmenin yasak olduğunu belirtiyor.

Bugün yayıncılığa giriş bariyerlerinin daha kolay atlandığını söyleyen Charkin, 1970'lerin başında Harrap'ta dizgi değişiklikleri çok pahalı olduğu için redaksiyonun çok ciddiye alındığını belirterek kitabın üretim maliyetinin genellikle beş katıyla fiyatlandırılması gibi bir kural olduğunu vurguluyor. Gelişen dijital baskı ve pazarlama teknolojileriyle birlikte start-up kültürünün yaygınlaşmasına dikkat çeken Charkin deneyimli editörlerin yerleşik şirketlerden ayrılarak kendi işlerini kurabildiklerine işaret ediyor.

Sermaye ile kitap ilişkisi

Yayıncılığın hiçbir zaman sermaye yoğun bir sektör olmadığına dikkat çeken Charkin bu tezini teyit için elli yıl boyunca ister risk sermayedarı ister kurumsal finansör olsun herhangi bir tür üçüncü taraf yatırımcıyla nispeten az işinin olduğunu belirtiyor. Oysa bunun tersine yayıncılığın yatırımı mümkün kılmak için kullanılabildiğini ifade eden Charkin, Pergasmon yayınları örneğini vererek "akademik ders kitabı ve dergi yayıncılığından elde edilen güvenilir kazançlar Maxwell'in spekülasyon yapmasına, daha riskli yatırımlara girişmesine ve diğer sektörlerdeki şirketleri satın almasına imkân sağlamıştı" satırlarına kitabında yer veriyor.

Dijital kültürün, internetin yaygınlaşmasıyla birlikte yayın pazarlamasının da değiştiğini, artık gerek kitapçı gerekse de kitap eleştirmenliğinin öneminin azaldığını ifade eden Charkin "kitap satışlarında ne fark yaratıyor?" sorusuna tüketici tercihlerini etkileyen asıl unsuru vurgulayarak bir cevap veriyor: "Sosyal medya kampanyası ya da kitabın tanınmış okurlara ulaşması."

Okuyucu alışkanlıklarının değişimi ile yayıncılık anlayışının değişimini, yayıncıların kapıldıkları para kazanma hevesiyle önce süpermarketlerde kitaplarının satışlarına yönelmeleri, ardından süpermarketlerden yaşanan büyük kitap iadeleri gibi sorunlarla karşılaşmaları dijitalleşme sonrası yaşanan kitap yayıncılığının sanattan bilime mi dönüştüğü sorusunu soran Charkin elli yılda yaşanan değişimleri de şöyle özetliyor: Anglo-Sakson yayıncılık dünyasında üst düzey yönetim kademelerinde neredeyse tamamen erkeklerden yüzde ellinin üzerinde kadınlara doğru yaşanan büyük değişim. İşe giriş bariyerlerini aşmada yaşanan büyük değişim. Teknolojik değişim. Artan okuryazarlık. Ulaşılacak pazarın giderek genişlemesi.

Charkin, bütün bu değişimlere rağmen ya da tam tersine onlar sayesinde yazmanın, okumanın ve yayıncılığın geleceğinin hâlâ güvencede olduğunu düşünüyor.


26 Temmuz 2024 Cuma

Etnometodoloji: Failin düşündüğü gibi düşünebilmek

 Yirminci yüzyılda ortaya çıkan ve genelde metodoloji bakımından pozitivist sayılabilecek yaklaşımları eleştirerek gelişen sosyoloji anlayışları arasında başlıcası saymalıyız etnometodolojik yaklaşımı ve onun mucidi Harold Garfinkel'i. Etnometodolojiye göre sosyolojik bakmak uygulamalı eylemin sürecine tepeden bakmak değil, eyleyenlerin metodlarının çetrefilli konumlarından bakabilmektir. Etnometodoloji eyleyenlerin anlamlı niyetlerinin yorumlanması değil, insanların eylem süreçlerinde kullandıkları metotların incelenmesine dayanır. Buna göre sosyoloji ne analitik ne de yorumlamacıdır; temellendirilmiş teorinin ampirik açıdan test edilmiş ya da öznel açıdan yeterli görülen bir şeyden çok daha fazlası olduğu gerçeğini göz ardı edemeyecek bir bilimdir o.

Başlangıcından bu yana etnometodolojik yöntemin failin düşündüğü gibi düşünmeye çabaladığını söyleyebiliriz. Daima faillerin eylemlerinin nedenlerini yansıtmak için düzensizliğiyle meşhur pratik hayatın bu düzensizliğiyle işe başlayan bir mantıklar bilimi olarak da niteleniyor bu yüzden. Failin eylemlerinin onun yapmak zorunda olduğu şeyleri neden yaptığı sorularına vermesi gereken cevapları yansıttığını biliriz. Peki bu bilgimizin kaynağı nedir? Bağlama gönderimlilik yordamıyla bunu bildiğimizi söyler etnometodoloji.Bu yordam Garfinkel'in 1968'de ünlü etnometodoloji tanımında da yer alır: "Etnometodoloji terimini, bağlama gönderimli ifadelerin rasyonel özelliklerini ve diğer uygulamalı eylemleri, günlük yaşantının organize edilmiş ustalıklı uygulamalarının süregelen tesadüfi başarıları olarak araştırmaya işaret etmek için kullanmaktayım."

Bir boşluğu doldurdu

Garfinkel'in İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Amerikan sosyolojisin de fark ettiği boşluğu gidermeye dönük kaleme aldığı Sosyolojik Görmek eseri etnometodolojinin kavram olarak ilk göründüğü metindir. Bu boşluk, dönemin hâkim paradigmasını oluşturan kavramsal indirgeme yoluyla sosyolojik tasvirine odaklanan Parsoncu yaklaşım ile doğrudan somut toplumsal fenomenler arasındadır. Garfinkel, fenomenolojist Alfred Shütz ve Aaron Gurwitch'in çalışmalarında dile getirilen ve sosyal fenomenin anlamı, düzeni, tutarlılığı ve algısıyla ilgili fikirlerini başlangıç seçerek detaylı uygulamanın kavramsal indirgeme karşısındaki önemini toplumsal eylemin yeterli bir bilimsel tanımını yapma sorunu bakımından vurgular. Bu açıdan 1948'de yazılan Sosyolojik Görmek: Toplumsal Eylemin Genel Sebepleri adlı kitabının Garfinkel'in gelişen fikirlerinin çerçevesini çizdiği kuşkusuzdur.

Türkçeye Barış Arpaç'ın çevirdiği metninde Garfinkel sosyolojik görmenin failin inanç ve güdülerine değil, eylemlerinin tutarlılığını oluşturan genel detaylara odaklanmayı gerektirdiğini vurgular. Garfinkel'in temel iddiası şudur: Toplumsal hayatın ayrıntılarını kavramlara, tiplere veya modellere indirgemek uğraşılan fenomenin tamamen kaybedilmesine yol açar. Garfinkel için sosyolojik açıdan farklı görebilmeyi öğrenmek, toplumsal düzenleri detaylarıyla görmeyi öğrenmek demektir. Esasen bu düzenlere mezkûr detayların kavramsal yaldızlarla süslenmesiyle değil, o detayların gerçek kişiler tarafından gerçek zamanlı bir şekilde icrasıyla ulaşılmaktadır.

Eser aynı zamanda Etnometodoloji ile Pragmatizm ve Fenomenoloji arasındaki ilişki ve çelişkileri de ortaya çıkarmaya imkân tanıyor. Editörlüğünü Anne Warfield Rawls'ın yaptığı kitapta ayrıca editörün kapsamlı bir yazısı bulunuyor. Yazısında Rawls, "okuyucunun aşikâr tuzaklara düşmesini engellemek için bir açıklama sağlama"ya çalışıyor.

Sosyolojik Görmek: Toplumsal Eylemin Genel Sebepleri

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Bergson, vitalizm ve estetik

 Sadece yirminci yüzyıl Türk düşüncesinde değil, edebiyatı ve sanatında da etkileri olduğunu gördüğümüz Batılı düşünürlerin arasında yer alan bir isim Fransız filozof Henri Bergson. Çoğu kez pozitivist ve Darwinist yaklaşımları eleştirmek için yirminci yüzyıl Türk düşüncesi içinde kendisine sık sık atıf yapılan Henri Bergson, gündeme getirdiği zaman kavrayışıyla muhafazakâr tarih anlayışlarını yönlendirmekle kalmamış, aynı zamanda başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere birçok edibimizi de etkilemiştir.

Jean-Paul Sartre, Maurice Merleau-Ponty, Gaston Bachelard, Georges Canguilhem, Gilles Deleuze gibi yirminci yüzyıl boyunca düşünceleriyle dikkat çekmiş birçok Fransız felsefeci üzerinde de olumlu ya da olumsuz önemli addedilebilecek etkisinin olduğunu bildiğimiz Bergson'un felsefesinin temelde hayat felsefesi (vitalizm) olarak adlandırılması makuldür. Bergson hayatı hem kendini aşan hem de maddenin olası bütün virtüelliklerini açığa çıkaran bir şey olarak kavrar.

Hayat hamlesi

Gerçekliği hayati bir itici güç, özü tekâmül ve gelişme olan bir élan vital (hayat hamlesi) olarak tasavvur eder. Elan vital'instatik bir varoluş olmadığını, bunun aksine dinamik, büyüyen ve akan bir süreç olduğunu vurgulamak gerekir. Elan vital, varlığın bölünüp parçalanarak açılımını öngörür. Bu noktada mantık ve bilim, akıl ve düşünce hayatın özünü teşkil eden dinamik oluşu derinlemesine kavrayamaz. Esasen bu nokta Bergsoncu düşünce sisteminin benimsediği metafiziğe işaret eder. Bergson'a göre hakiki felsefe bu durumda metafiziktir. Bu nokta aynı zamanda niçin yirminci yüzyıl Türk düşüncesinde Bergson'a bu kadar atıf yapıldığını da açıklar. Özellikle pozitivist eğilimlerin yoğunlaştığı, metafiziğin dışlanmaya çalışıldığı bir dönemde yoğunlaşır bu eğilimler. Bergson ise felsefeyi metafizik yoluyla kesin bir bilim olarak kurma iradesi gösterir, metafizik ve bilimleri birbirine yaklaştırmaya çabalar.

Yılda iki kez yayınlanan ve Çukurova Üniversitesi'nden Mustafa Günay'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı felsefe dergisi Özne'nin Güz 2023 tarihli 39. sayısının ana konusu Bergson. Editörlüğünü Ali Osman Gürdoğan ile Sadık Erol Er'in birlikte yaptığı bu sayıda Bergson'un felsefi sistemi, ana kavramları, Bergsoncu düşüncenin diğer filozoflarla (özellikle Kant, Nietzsche ve Sartre ile olan) ilişkileri, Gilles Deleuze'ün Bergson okuması ve Bergson'un estetik ve sanat hakkındaki görüşleri konu ediliyor. Deleuze'ün okuması Bergson'un "Yaratıcı Tekâmül" adlı eserinin üçüncü bölümüne yönelirken Arslan Topakkaya da Bergson'un Kant eleştirisini inceliyor. Bergson'un Kantçılığını metafiziğin sezgisel inşası dolayısıyla ele alan Camille Riquier'in makalesini Celal Gürbüz çevirmiş. Dergide Bergson'un zaman, bilinç, anlam kavramlarına yaklaşımını irdeleyen iki ayrı makalenin yazarları ise Ece Saraçoğlu ile Özgül Ekinci. Ayrıca Özgür Taburoğlu Bergson'un "nitelik ve nicelik" ayrımını detaylı bir incelemeye tabi tutuyor. Tarkovski'nin Ayna filminin estetik modernizmle ilgisini Deleuze'ün Bergsoncu yaklaşımlarına dayanarak irdeleyen Volkan Koyutürk de Bergsoncu bir estetiğin olup olamayacağını soruyor.

Hulusi Ertuğrul Umudum ise onun 12 Aralık 1914 tarihli dersini, yani Birinci Dünya Savaşı dönemindeki bir dersini "Derler ki felsefenin son sözü 'Anlayın ve öfkelenmeyin' imiş; ben hiçbirine inanmıyorum" diyerek açtığını hatırlatarak Bergsoncu savaş düşüncesini irdeliyor. Birinci Dünya Savaşı'ndaki Fransa'nın "bencil, hırs dolu emeller ya da maddi çıkarlara değil; kendi muazzamlığını tesis eden ve kendini her zaman adadığı fikirlere" hizmet ettiğini savlayan Bergson'un bu tarz değerlendirmelerinin kabul edilebilir bir yanı bulunmuyor.


22 Haziran 2024 Cumartesi

Türkiye'de gündelik hayatın sosyolojisi

 Alışkanlıklarımızın oluşturduğu, bu meyanda kişisel rutinlerimizin bolca bulunduğu alanların başında gelir gündelik hayat. İlk bakışta ya son derece katı ya da tam tersine seyyal görünse de yeme-içme biçimlerimizden eğlenme biçimlerimize, spordan mesaiye, dini-ahlaki hayatımızdan siyasi hayatımıza kadar pek farkına varmadığımız uzun süreçli ve tedrici değişimlerin yaşandığı bir alandır gündelik hayat. Ne hep sabit kalır ne de hızlı ve apansız değişimler gerçekleşir. Böyle hızlı/apansız değişimlerin incelenen gündelik hayatlarda hep bir travmaya yol açtığını görürüz. O yüzden gündelik hayat dediğimizde sıradan, sıradan olduğu kadar da olağanüstü, belki sıradan olmasıyla olağanüstü hayatları konu ediniriz. Sosyolojik teoride gündelik hayatın fail odaklı, anlamacı yaklaşımlarla ele alınmasının temelinde elbette bu tedricilik ve alışkanlık bulunur. Kişisel rutinlerimizin oluşturduğu duygusallığın ve olağanüstülüğün bu sebeple gündelik hayat sosyolojilerinde sanıldığından daha çok rol oynadığını belirtmek gerekir.

Toplumsal örüntülerin tasnifi

Açık Görüş'te de yayınlanan yazılarıyla tanıdığımı din sosyolojisi alanında uzunca bir süre akademisyenlik yapmış, ayrıca edebi eserleri de bulunan Necdet Subaşı'nın edebi-bilimsel üretimini gündelik hayat sosyolojisi bağlamında yeniden ele almayı deneyen Zekeriya Menak, Gündelik Hayat Sosyolojisi başlığını taşıyan kitabında Subaşı'nın edebi üslupla yazdığı eserlerindeki gündelik hayat vurgularına yoğunlaşıyor. Kitabında Subaşı'nın sosyo-edebi anlatı türü eserlerini sosyal etkileşimin davranış örnekleri ve düzenlilikleri çerçevesinde tasnif eden Menak, Subaşı'nın eserlerindeki arkadaşlık-dostluk, aile ve komşuluk ilişkileri, ben ve öteki, kuşak farkı olarak kavramlaştırılabilecek çeşitli toplumsal örüntüleri tasnif ediyor. Kitabında Subaşı'nın ilgili eserlerini gündelik hayat sosyolojisinin teorik imkan ve çeşitliliklerini kullanarak çözümleyen Menak, gündelik hayat sosyolojisinin de sosyolojinin tarihsel gelişimi ve teorik bütünlüğü içinde düşünülmesi gerektiğini vurguluyor. Bu sebeple kitabında sosyolojik teorilerde gündelik hayat sosyolojisinin ele alınma şekillerini tartışan Menak, Necdet Subaşı'nın anılarına ve gözlemlerine dayalı edebi sosyolojik çözümlemelerinin muhtemel teorik çeşitliliğini gösteriyor.

Necdet Subaşı sosyoloji doçenti. Din sosyolojisi uzmanı. Menak onun Türk modernleşmesine dair yaptığı çözümlemeleri, farklı sosyolojik teoriler ve söylemler kullanımında izlediği güzergahları ana hatlarıyla ele alıyor. Onun kendi hayat tecrübesinden süzerek çıkardığı edebi eserlerinde gündelik hayatın refleks alanlarıyla ilgili çözümlemeler yer aldığını vurgulayan Menak, böylelikle bu çözümlemelerin teorik kaynaklarını ve temel çerçevesini soruşturuyor. Subaşı'nın mezkur eserlerinde Osmanlı'dan Cumhuriyetin kuruluşuna, o günden bugüne toplumun geçirdiği değişimleri ve değişim dinamiklerini bir süreklilik çerçevesinde anlamaya çalıştığını belirten Menak, onun gündelik hayata ilişkin anlatı formlarında 'anlam kodları'na yaptığı vurguya dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor.

Subaşı'nın sosyolojik perspektifinin "hayattan kopuk olmayan kitabi bilgilerle, kitaptan bağımsız olmayan yaşam deneyimlerinin kendine özgü bir sentezi"ne dayandığına işaret eden Menak, Subaşı'nın eserlerinden gündelik hayat sosyolojisini ilgilendiren birçok anlatıyı seçerek yorumluyor. Zekeriya Menak, Subaşı'nın sosyo-edebi anlatı formuyla harmanladığı eserlerinin dört başı mamur bir Türkiye okuması olarak anlaşılabileceği sonucuna varıyor: "Subaşı'nın anlatıları, bu topraklarda nefes alan herkese gösterilmesi gereken kıymet ve değerin mahiyetine ilişkin bir örneklik çok sağlam bir örneklik oluşturmaktadır."


7 Haziran 2024 Cuma

En büyük eksiğimiz aşktır

 Hayatın en temel ölçütü nedir? Bu soruya verilebilecek çeşitli cevaplar arasında en önemlisi belki günümüz hayatlarında eksikliği hissedilenin ne olduğunu sormak olabilir. Günümüz hayatlarında karşılaşılan sorunların kökünde büyük ihtimalle bu eksiklik yer alıyordur. Aşk diye bir eksiğimizin olduğunu bilinçli olmasa da bilinçdışı mekanizmalarla sürekli hissettiğimizi vurguluyor Fatmanur Altun'un kitabı. Bu eksikliğin nasıl giderileceğine ilişkin gerçek bir bilgi sahibi de sayılmayız ona kalırsa. Ama hayatlarımızda karşılaştığımız problemlerin kökünde bu eksiklik var ve bu problemler bu eksikliği bize gösteren birer semptomdan ibaret. Bu semptomların farklı safhalarda farklı kılıklar aldığını, zamanın ruhuna uygun bir tarzda başka başka kisvelerle göründüğünü ifade eden Altun, toplumsal inşa sürecimizin akamete uğramasında bu meselelerin payı olduğuna değiniyor.

Bütün yollar ona çıkıyor

Kültürel dünyamızın temel değerlerinin Yunus Emre'nin önemli bir şiirinde geçtiği üzere "Yaratılanı Yaratan'dan dolayı sevmek" olduğunu belirten Altun medeniyetimizin kurucu yapı taşının aşk olduğuna dikkat çekerek birbirimizle ve/veya eşyayla ilişkilerimizin bozulmasının sebebini de aşksızlık olarak teşhis ediyor. Bu sorunlara yönelik ne kadar sosyolojik çözümleme yapılırsa yapılsın bütün yolların insan tekleri olarak aşkı deneyimleme kapasite ve yeteneğimizin erozyonuna vardığına inanıyor Altun.

Dört bölümden oluşan kitabında bu bölümleri fert, kadın-erkek, aile ve yaşam kültürü olarak adlandıran Fatmanur Altun her bölümde toplumsal ilişkilerimizdeki yamuklukları ele alıyor. Sözgelimi Fert başlığını taşıyan ilk bölümde günümüzde ferdin "kendine ait bir hususiyeti, yüzü, sesi olmayan; ne Tanrı ile ne de devletle bizzat ilişki kurmasına izin verilen, her iki ilişki biçimi için de aracılara müracaat etmesi gereken, kendi başına anlamsız bir yapboz parçasından ibaret" olduğunu tespit eden Altun, bu bölümdeki yazılarında fert olarak dünyaya geldiği halde bireyleşmeye (ancak kitle içinde anlamlı bir varlığa) zorlanan insanın yaşadığı gerilimlere mercek tutan yazılara yer veriyor. Pop ve medyatik hayatlar, hedonist baskılar, tüketim toplumunun sendromları bu yazıların başlıca temaları. Öyle ki bu hayatlar içinde aşk bile bir 'meta'ya dönüştürülmüştür. Aşkı hem tanımlayıp hem de onu seri olarak üreten endüstri, bir yandan aşk konulu popüler kültür ürünü satar bir yandan da aşkı arzulayan kalabalıkların taleplerini karşılayarak ciddi oranda kâr eder. Aşkın farklı varyasyonlarını yok ederek onu tek tipleştirip üretim bandına yerleştiren bu endüstriyel anlayış modern kültürdeki bir çelişkiye işaret etmemize de imkân sağlar: Modern kültür bir yandan insanları benmerkezciliğe davet edip egoistleştirken bir yandan da aşkın varlığına onları ikna etmek zorunda kalır. Aşkın tenselliğe indirgenip popüler kültür ürünlerine tevdi edilmesi, ayrıca onu bir şekilde pasif bir tüketim tarzına, hedonist bir deneyime ve "Hadi şimdi ikimiz de beni sevelim!" narsizmine indirgenmesi modern kültürün çelişkiden kurtulma tarzıdır belki de.

Kitabın son sözündeyse Fatmanur Altun İsrail'in Gazze'de işlediği soykırım suçuna temas ederek "Eğer yaşarsak Filistin etrafında toplanan iyilerle onu yok etmeye çalışan kötüler arasında geçen bu destanın şahitleri olarak onu hafızamıza iyice kazımalıyız ve gelecek nesillere anlatmalıyız" cümlelerini kullanıyor.


1 Haziran 2024 Cumartesi

Haysiyet hikayesi

 Aksa İntifadasının akabinde geçtiğimiz yılın 7 Ekim'inde başlayan ve yaklaşık yedi aydır Gazze ve Filistinlilere yönelik devam eden ağır İsrail şiddeti, bölgede 100 yılı aşkın bir süredir var olan İslami direnişin simgevi isimlerini de gündemimize taşımamız gerektiğini gösteriyor. Bölgede işgale karşı direnişin sadece İsrail devletine olmadığını görmek bakımından önemli çünkü bu isimler. İngiltere'nin büyük desteği ve yardımıyla kurulan İsrail'den önce de İngiliz mandası altındaki bölgeye Siyonistlerin taşındığını, Filistinlileri yoksullaştırdıklarını, topraklarını gasp ettiklerini, ağır baskılarla yıldırmaya çalıştıklarını, sömürgeciliğin önemli unsurlarının hep işin içinde olduğunu görmek gerekiyor. Bu açıdan sorunun Osmanlı devletinin sömürgeci güçler eliyle parçalanması sonrası oluştuğunun altını çizmek gerekir.

1883'te Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilmesine az bir süre kala Suriye'de Lazkiye'ye bağlı Cebele beldesinde doğan İzzeddin el Kassam, yirminci yüzyılın başlarında hem Suriye'de Fransızlar ile hem Filistin'de İngilizler ile mücadele eden, bu açıdan bölgede sömürgeciliğe karşı gelişmiş İslami direnişin en simgevi isimlerinden biridir. 14 yaşına dek Kadiri şeyhi olan babasından eğitim alır, bu yaştan itibaren eğitimini Mısır'daki Ezher Medresesi'nde ikmal eder. (Muhammed Abduh'tan Reşit Rıza'ya, İzzeddin et-Tenuhi ve Züheyr eş-Şaviş'e gibi bir kısmı el Kassam'ın hocası, bir kısmı arkadaşı, bir kısmı da o dönemki efkar-ı umumiyede önemli isimler kitapta yer alıyor.)

Hayfa'da işgal sonrası açılan İstiklal Camisi'nde hatiplik de yapan İzzeddin el Kassam'ın hayat hikayesini yazan Peren Birsaygılı Mut, İzzeddin el Kassam dolayısıyla ele aldığı olay, kişi ve mekanların tarihi geçmiş ve önemlerini de zikretmeyi ihmal etmiyor. Sözgelimi Kudüs'teki Nebi Musa Festivali'nin ortaya çıkış hikayesini aktaran, Ezher Medresesi'nde İzzeddin el Kassam öncesi dönemlerde görevli ulemanın Napolyon ve devamındaki sömürgeci güçlere karşı direnişi, idam edilerek şehit edilmeleri gibi ayrıntılar da kolay okunabilen, ancak etkili bir anlatımla sunan Mut, Birinci Dünya Savaşı'nda yaşanan Kut-ul Amare zaferi ile Medine Müdafaası'nın ayrıntılarına irdeliyor. Bölgede İngilizlerin kurduğu istihbarat ağının başındaki büronun ortaya çıkışına da değinen Mut'un ilgili hemen bütün konuları özetleyen yaklaşımı Kassam'ın hayat hikayesinin önemli bir unsuruna dönüşüyor. Bu minvalde Selahaddin Eyyubi'den İTC liderlerinden Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa'nın ilk başkanı Süleyman Askeri'ye Kut-ul amare kahramanı Halil Kut'tan Medine müdafii Fahrettin Paşa'ya, Filistin'de Birinci dünya Savaşı esnasında kurulan Siyonist istihbarat örgütü NİLİ'nin kurucusu Aaron Aaronsohn'a, Kudüs'ün İngilizler tarafından işgal edildiği 11 Aralık 1917'de İngiliz kuvvetlerinin komutanı General Allenby'a kadar birçok isme kitapta yer veriliyor.

İzzeddin el Kassam'ın çocukluk hatıralarından Trablusgarp Savaşı esnasında Osmanlı subaylarının Libya'da örgütlediği direnişe destek vermek için Suriye'de topladığı gönüllülere, Birinci Dünya Savaşı esnasında gönülden bağlı olduğu Osmanlı devletinde Şam'ın güneyindeki el-Kisve Garnizonu'nun imamlığına, Sykes-Picot antlaşması gereği 1919'da Suriye'yi işgal etmiş Fransızlara karşı direnişi başlatmasına, Filistin'e geçerek Siyonistlere ve İngilizlere karşı başlattığı büyük isyana kadar İzzeddin el Kassam'ın biyografisini etkili bir anlatımla okuruna aktaran Mut, onun biyografisini doğru bir şekilde adlandırıyor: Haysiyet hikayesi. Böylelikle ilk Kassam birliklerinin nasıl kurulduğunu da öğrenmiş oluyoruz.


22 Mayıs 2024 Çarşamba

Taşra mefhumu

 "Şehirli için köylü cahil, lakin sinsi ve kurnazdır; fırsat bulunca kendisine oyun oynamak, itaatli görünmekle beraber, belli etmeden kafa tutmak ve zarar vermek ister. Köylü bakımından ise şehirli mirasyedi, hoppa, faydasız, ayrıca çiftçinin emeğine haksızca ortaktır." Refik Halit Karay'ın 1942'de yayınlanmış ve ana teması şehirli-köylü arasındaki rekabet olan yazısından yaptığımız bu alıntı "merkez-taşra" olarak adlandırılabilecek daha geniş perspektifli bir diyalektiğin zihinsel yansımalarından olan şehirlilik ve köylülük meselesini sorunlaştırır elbette.

Hem siyasi hem kültürel bakımdan Osmanlı devleti zamanında İstanbul merkez, İstanbul dışında kalan her yer ise taşradır. Cumhuriyet döneminde ise İstanbul iktisadi ve kültürel bakımdan merkez sayılmayı sürdürürken Ankara siyasi anlamıyla merkez oldu. Ancak taşranın varlığının merkezde bile hissedildiğini söylemek mümkün. Karay'ın yazısına konu olan şekilde merkez ile taşra arasındaki "gerilimli iletişim"in İstanbul, Ankara, İzmir vb. merkez addedilen birçok şehrin içerdiği taşralar dolayısıyla bu şehirlerde gözlemlendiğini söylemek mümkün. Bunu en iyi seçim zamanlarında görüyoruz. Bu şehirlerden belediyelere aday yapılan isimlerin "nereli" oldukları sorusu önemli bir kriter başarıları için. Bir ara sözgelimi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını Nurettin Sözen'in Sivas kökenli oluşu sebebiyle kazandığı, şu andaki belediye başkanının Karadeniz kökenli oluşunun etkisi sık sık konuşulan konulardandı.

Kalıbından taşan yer

Üç aylık düşünce, siyaset ve sosyal bilim dergisi olan Tezkire'nin Mart 2024 tarihli 87'nci sayısı, taşra mefhumunu hem çoğaltıyor, taşralar yapıyor; hem de bu mefhumla birlikte karşımıza çıkan çıkmazı aktarıyor. Taşra-merkez ayrımının günümüzde giderek anlamsızlaşmasına rağmen ilişki ve iletişimin sonuçları itibariyle sorunsallaştırılmasının gerekli olduğu düşünülen dergide "taşranın yoksulluğuyla taşralıların kabından taşması"nın iktidarlar açısından taşradaki sorunların merkeze taşınarak görünür oluşu sebebiyle büyük bir sorun oluşturduğu kaydediliyor. Taşranın ihmal edilişiyle birlikte kuşatıcılığının bugün siyaseti, iktisadi hayatı, gelenekleri, şehir ve kasabaları, onlarla birlikte daha birçok unsuru etkilemeyi sürdürdüğüne işaret edilen dergide Prof. Dr. Yasin Aktay'ın şehirlerin nasıl yönetileceği sorununu ele alan "Yerel Yönetimler İçin Şehir Kılavuzu", Mustafa Çiftçi'nin"Taşralıdan Ayrıntılar", Dr. Mehmet Kendirci'nin taşranın sessizliği ve renksizliğini, Cumhuriyet rejiminin taşraya müdahalesiyle birlikte tartışan "Ah Şu Taşra; Sessiz ve Renksiz Taşra", Prof. Dr. Bekir Koçlar'ın taşradan CHP Genel Sekreterliği'ne yazılan kimi mektuplardan yola çıkarak taşranın siyasetteki özgül ağırlığına temas eden "Taşradan CHP Genel Sekreterliğine Yazılan Şikayet Mektupları: Siyasette Taşra-Merkez İlişkisi Çözümlemeleri" yazıları epey dikkat çekiyor. Bu yazıların yanısıra Tarık Buğra'nın romanı Yağmur Beklerken'den hareket ederek Cumhuriyet taşrasına bakan Prof. Dr. Fahri Yetim'in, taşra kavramsallaştırmasını tartışan Dr. İlbey Özdemirci'nin, merkezden taşraya, imparatorluktan ulus devlete, şair tezkirelerinden edebiyat tarihine geçiş sürecini ele alan Doç. Dr. Yasin Beyaz, divan şiirinde taşranın görünümlerini tartışan Prof. Dr. Murat Öztürk'ün yazıları da ilgi çekiyor. Doç. Dr. Resul Babaoğlu, Dr. Ümit Katırancı, Dr. Zehra Şamlıoğlu-Berk de yazılarıyla dosyayı zenginleştirmişler. Dergide ayrıca Prof. Dr. Uğur Tanyeli ile de söyleşi yapılmış.


17 Mayıs 2024 Cuma

Anlatılan Sokrates'in ne kadarı Sokrates

 Bir şekilde bugün bildiğimiz anlamıyla felsefenin başlangıcına yerleştirilen Sokrates'i yazılı eserleri aracılığıyla değil, Platon'un erken dönem diyaloglarında geçtiği haliyle biliriz: Düşüncelerini konuşarak ifade eden, bir topluluk önünde diyalog yoluyla tartışmalar yapan bir filozof olarak tanınır Sokrates. Elbette bu durum felsefe tarihinin hep gündeminde kalan bir Sokrates problemi oluşturur. Mesele yazılı eserler bırakmayan, sadece öğrencilerinin aktardığı konuşmalarla düşüncelerine erişebileceğimiz bir filozofu nasıl kuracağımızdır. Zor bir iştir bu, belki imkansızdır. Ama felsefe tarihinde önemli bir dönemece mutlaka yerleştirilir bu isim: Gah kendisinden önceki filozoflardan bahsedilir, gah bizim yaptığımız gibi öğrencileri (sözgelimi Platon) aracılığıyla onun düşüncülerinin künhüne varmaya uğraşırız.

Sokrates nerede başlar, nerede biter?

Biyografisi hakkında ileri sürülen hiçbir bilginin kesin olmadığı, sürekli vurgulanan "bedensel çirkinliğinin bile düşüncelerindeki felsefi özün canlı performansı addedildiği", tuhaf, tuhaf olduğu kadar eski Yunan'da önemli bir cazibe merkezi olmuştur. Hatta denebilirse sanki onun hal ve tavırlarında hakikat ile sahte ve görünüş arasındaki mesafe feshedilmiş, bu mesafeyi kendisinde ete kemiğe büründürmüştür handiyse.

Sokrates hakkındaki bilgilerimiz doğrudan ya da dolaylı tanıklıklar eliyledir. Sokrates'ten geride yazılı bir kaynak kalmayışı felsefenin gelişmesini, zenginleşmesini sağlamıştır gerçi. En azından "Sokratik Okullar" adlandırılabilecek birçok okul ortaya çıkmıştır. Bu okulların birbirlerine kimileyin zıt düşünceler savunmalarına rağmen doğuş noktaları hep aynıdır: Sokrates. Onun hayatına tanıklık eden üç ismin, yani şair Aristofanes, tarihçi Ksenophon ile filozof Platon'un anlattıkları aracılığıyla Grek sözlü geleneğinde Sokrates'in unutulmasının önüne geçilmiş; ancak her üç isim de bir yandan Sokrates'i anlatırken diğer yandan da kendilerini de bu anlatılara sızdırmışlardır. Onların anlatılarında anlatıcının nerede kendisini bitirdiği, Sokrates'in nerede başladığı konusu da muallakta kalmıştır bu sebeple.

Yapı Kredi Yayınları tarafından çıkarılan Cogito dergisinin 112. sayısının dosya konusunu Sokrates oluşturuyor. Editörlüğünü Nazile Kalaycı ile Hakan Yücefer'in yaptığı dosyada çeviri kitaplarla telif metinler arasında saptadıkları eksikliğin giderilmesine katkı sağlayacak bir içeriğe ulaşmaya çalıştıklarını vurguluyor editörler. Dolayısıyla dosyada Sokrates hakkındaki çevirilerden çok yazılara yer verilmiş. Bu yazıların da "giriş" kapsamında olmaktan ziyade araştırmacı, tartışmacı makale olmasına özen gösterilmiş. Yine de dosyada bazı yazılar kuşatıcı niteliklerine binaen çevrilmiş. Bu çeviri yazılar arasında en önemlisi belki de Friedrich Schleiermacher'in ünlü konferansının metni. Ondokuzuncu yüzyıl Alman teolog ve filozofu, ayrıca önemli bir Platon mütercimi olmasının yanısıra birçok araştırmacı tarafından modern hermenötik geleneğin başlangıcına yerleştirilen Schleiermacher 1815 tarihli bu konferansında Ksenophon'un Sokrates'iyle Platon'un Sokrates'ini birbirinden ayırıyor ve Platon'un Sokrates'ini kayıran bir yorumda bulunuyor. Ksenophon'un Sokrates sunumunun onu yavan ve sıkıcı erdem timsali addettiğini, halbuki "Ksenophon'un özümseyemediği ve sessizce geçiştirdiği meseleler" ise Platon'un Sokrates'indedir: Diyalektik, fizik ve etiğin birlikteliğini sezmiş olmak. Schleiermacher bunu "bilgi idesi" olarak adlandırırken ayrıca dosyada onun konferansının arka planını, bağlamını, Schleiermacher düşüncesiyle ilişkilerini ele alan Andreas Arndt'ın yazısı da yer alıyor. Dosyada Melike Molacı, Erman Görmen, Ömer Aygün gibi isimlerin makalelerinin de yer aldığını belirtelim.


9 Mayıs 2024 Perşembe

AĞAÇLARIN DİYALEKTİĞİ ÜSTÜNE SÖYLEŞİ

Söyleşen: Sadık Yalsızuçanlar

Uzak Koku ve Mutlak Müzik’ten sonra dumanı üstünde “Ağaçların Diyalektiği” isimli şiir kitabını yayımladın. Öncelikle, adı nereden, nasıl geldi, onu sormak istiyorum.

 Diyalektik antik Grekler’de tartışma sanatı ya da çelişkili yollardan muhataplarını ikna etme sanatı anlamına gelirmiş. Bir anlamda diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimi olarak yorumlanabilir. Bir fikrin ya da ilkenin içerdiği olumlu olsun ya da olmasın bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik de denirmiş. Zenon, Heraklit, Sokrates gibi felsefi düşüncenin başlangıcındaki isimlerin de düşüncenin hareketini tavsif edebilmek için buna başvurdukları söylenir. Modern çağda Hegel, diyalektik bahsinde daha çok anılır elbette. Fakat felsefi düşünmeye girmeden diyebilirim ki diyalektik kavramını ben ağaçların rüzgârla, birbirleriyle, insanlarla, tabiatla söyleşmelerini, bazen de zıtlaşmalarını adlandırmak üzere kullanıyorum. Daha çok onlarla söyleşme biçimimi tavsif ediyorum bir anlamda, ama benim değil bu onların diyalektiği demiş oluyorum. Bana hatırlattıklarını, fısıldadıklarını, onlarla tecrübelerimi belki anlatıyorum bu şiirlerde. Ağaçlar bu şiirlerde başka şeyleri de simgeliyor olabilir bu anlamda; insanları, şehirleri, eşyaları, olayları, anıları, fikirleri…

“Şeceretü’l-kevn” ne demek? Bu oylumlu şiirdeki özel isimler, alıntı ve göndermelere ilişkin neler söylersin? O ağacı merkeze alarak bir uygarlık tarihiyle ve modernite ile ödeşmeye mi çalışıyorsun?

 “Şeceretü’l kevn” yaradılış ağacı, varlık ağacı, hayat ağacı da demek. Muhyiddin Arabi’nin aynı isimli bir eseri var. O eserinde İbn Arabi, Allah’ın ‘Ol!-kün’ emrini yorumlayarak başlar ve eserini Hz. Peygamber’in mi’râcına yaptığı yorumlarla tamamlar. Bir yerde şunu da vurgular: “Varlık ağacının farklı dallarına, meyvelerinin türlerine baktığın zaman, bunun kökünün “Ol” habbesinden neşet ettiğini, ondan ayrıldığını anlarsın.” İbn Arabi’nin varlık’taki (kevn) kaf ve nun harflerine ıtlak ettiği manaları da aktarmak gerekir: “Kimisi kemal “kaf”ını ve belirlilik “nun”unu görmüş, kimisi küfür “kaf”ını ve belirsizlik “nun”unu görmüş. Bunlar, şahit olduklarının hükmünce “Kün / OL” dairesi noktasına dönerler. Var edilmişin var edenin iradesinin dışına çıkması mümkün değildir.” Bu minvalde insanları bu ağacın dal ve yaprakları, işlerini de bu ağacın meyvesi olarak düşünmek belki bu şiirin mümkün yorumlarından biri.

Şiirde geçen Kebetos Pinaks da Sokrates’in öğrencisi ve Platon’un da arkadaşı Kiyotiyos’un ahlaki konuları işlediği bir eseri. Eser insan hayatının tablosunu çizmesiyle ünlü. En az yirmi yüzyıllık bir tarihe sahip. Çok sayıda tercüme, yorum, şerh aracılığıyla farklı kültür havzalarında demlenmiş, farklı kılıklarla yerleşmiş. Gah bu geleneklerdeki metinlerle etkileşime girmiş, gah potansiyel ve dinamik ikonografiler oluşturmuş, bu gelenekler içinde dallanıp budaklanmış, bizi diğer metinlere, amblem kitaplarına, ahlâk/felsefe kitaplarına, resim ve gravürlere taşımış, bir anlamda önemli bir hipermetin. Klasik dünyamızda ahlak felsefesinin kurucusu addedilen ve önemli ahlak filozoflarından biri olan İbn Miskeveyh’in kültürümüze davet ettiği Kiyotiyos’un metni elbette İbn Arabi’nin Şeceretü’l Kevn’ine de sirayet etmiştir.  Şiirde anılan Cüneyd, Şibli ve Gazzali’nin de klasik irfanımızın önemli isimleri olduğunda kuşku yok. Şiirde ayrıca ünlü âmâ şair Maarri’nin “Toprağa dikilmiş bir çaputtur vücudum/Ey alemleri diken, beni de dik” mısrasını da anıyorum. Şiirde ayrıca kenz-i mahfiye (gizli hazine), adiyata (koşan atlar) atıf var. Kur’an-ı Kerim’de ahiret gününde hesap veremeyenlerin söyleyeceğinin belirtildiği “ya leyteni küntü türaba” ibaresine, yani “keşke toprak olsaydık” deyişine de atıf var. Şiir klasik desen adlandırmalarına değiniler içeriyor. Ayrıca kendi çocukluğumun simge nesnelerinden saydığım dedemin rahlesini de unutmadım. Bu haliyle şiirin anlaşılmasının güç olduğu düşünülebilir ama hayır. İnsanı okuyabilen şiiri de okuyabilir.

 Modern hayatla, modern uygarlıkla bu şiirde yüzleştiğim düşüncesi yanlış değil. Ama hesaplaşma, sadece bu şiirde değil. Bu hesaplaşma ya da başka deyişle ödeşme diğer kitaplarda Uzak Koku’da, Mutlak Müzik’te devam ediyor. Yaşadığımız Günlere Zeyl ile Kopukluklar adıyla yayınlanmasını umduğum kitaplarda da sürdürdüğüm bir şey söz konusu ödeşme.  Bu kitabı o çabanın bir dalı ya da yaprağı saymalı bu bakımdan. En genel anlamıyla bu kitaplar belki hayatla ödeşme gayretimin ürünleri. Öyle bakıyorum doğrusu.  

 Taş, geleneksel irfanda neyin imgesidir? Taşın çatlamasından Murat’ın muradı nedir?

 Taşın çatlaması geleneksel düşüncemizde genellikle sabrın tükenişini simgeler ama bana kalırsa bir doğumu, bir eylemin başlangıcını da işaret ettiğini söyleyebiliriz. Taşta hissettiğimiz durgunluk çatlayıştaki hareketle tezat oluşturuyor görünse de öyle değildir genellikle. Taş çatlayarak içindeki zenginliği serer önümüze. Kitabın tamamındaki şiirler için seçtiğim bir epigraf o yüzden bahse konu şiir parçası (şiirin tamamı 2007’de yayınlanmıştı, ama o şiir ne yazık ki bu kitaba girmiş değil.) Bir başlangıç aslında bu kitap, üçüncü şiir kitabı ama bir başlangıç. Bir zenginliğe doğru yol alıyor böylelikle insanoğlu, varlığa doğru yürüyor. Deyim yerindeyse kitabı oluşturan şiirler böylelikle bir kez daha kendi içimle dış dünya arasındaki boy ölçüşmesini ortaya seriyor.

 Kendilerinden başka dil istediğin “onlar” kim?

 Ağaçların Diyalektiği bölümünün epigraf mısrasındaki ibare yanlış aktarılmış sanırım. “Onlar”dan istenmiş değil “başka dil.” O başka dil, bizimle başkalarının arasındaki farklılığı belirginleştiren bir dil. Belirlilik nunu ile belirsizlik nunu arasındaki farka işaret var. Onlar dediğim ise cümle ehli dünya, yani belirsizlik nununun işaret ettiği alana girenlerin hemen hepsi.

 Alıçla, iğdeyle konuşma girişimi, Heidegger’in Kıryolu’ndaki “meşe”yle ilişkilendirilebilir mi, nasıl/niçin?

 Alıçla, iğdeyle, cümle mahlukâtla ilişki kurulabilir. İğdenin dimağı, alıcın aklı büyüleyebilir bizi. Onlarla konuştuğumuzda fark ederiz bunları çünkü. Onlarla konuşmak, cümle mahlukatla konuşmak bakışımızı yumuşatır elbette. Varlığın özüne yaklaştığımızı hissederiz bu konuşmalarla. İğde dimağıyla kavrar bizi. Biz onu “iğdenin kokusu” olarak adlandırırız ama ötelerin sezgisini edindiğimiz aşikardır. Heidegger’in meşeye bakışı ya da bizim alıca bakışımız benimsediğimiz perspektiflere bağlıdır eni sonu. Varlık sorusu hep ortadadır halbuki. Bize varlığımızı, varoluşumuzu sorgulatır onların kökü, dalı, meyvesi, kokusu, fısıltısı. Varlıkla kurduğumuz ilişkiyi tekrar gözden geçirmemizi sağlar her konuşma. Diğer insanlarla yaptığımız konuşmalar bile!

 Neyzen, neyin/kimin sonuna yetişecektir, nasıl yetişecektir? Hüzün neden raylar boyunca üşümektedir?

Söylemek gereksiz ama söyleyeyim: Herkes kendi sonuna yetişecektir, yetişmelidir. Sırf zamansal değildir haddi zatında bu yetişme, yetkinleşmeyi de içeren bir süreçtir. Ölüm belki insanın olgun halidir. Boşuna Yunus Emre “Halkı bostan edinmiş/Kimisin üzer ölüm” demiyor. Diğer yandan bundan 30 yıl önce Eşrefoğlu Rumi’nin divanına yapılmış bir şerhi okurken şu sözle karşılaşmıştım: Hazreti Allah Adem’in çamurunu kararken onu 40 gün gam yağmuruna bir gün de neşe yağmuruna tabi tutmuş. Kederin, gamın, hüznün insan oluşun hamurunda neşeye nazaran kırk kat fazla olduğunu vurguluyordu söz. Raylar boyunca yürümek ise hayat yolculuğunun ta kendisi. Ama burada Ahmed Avni Konuk beyin Mesnevi şerhinde karşılaştığım şu sözünü de aktarmalıyım: "Surûru gamdan ve cefayı safâdan tefrik etmek vesvese-i evhamdandır."

Bu dünya hayatı ve varoluş üşütür, belki bundan hüzün üşümektedir raylar boyunca. Öyle söyleyeyim.

 Gerçekten meyve vermeyen ağaç uzun yaşar mı? Gerçekten su hep onlara doğru mu akar? Bu eğretilemeden muradın nedir?

Gerçekten meyve vermeyen ağaç meyve veren ağaçtan uzun yaşar. Sözgelimi çınarın ömrü ile kayısının ömrünü kıyaslayın yahut ardıç ile dut ağacınınkini. Anıt ağaçlar arasında meyveli ağaç pek görülmez sözgelimi. Herhangi bir iş üretmeyeceklere her türlü imkânın sağlanması, serilmesi bu eğretilemenin muradıydı.

Biraz da hiçbir dile sığmayan çığlıktan söz edelim mi?

Bir çığlığın, acı çeken bir insanda o acının sebebiyet verdiği çığlığın herhangi bir dile sığmaz olduğunu, o çığlığın ifade ettiklerini söze dökmeye uğraştığımızda fark ederiz. Sözgelimi şimdilerde kim kızı İsrail soysuzlarının saldırısıyla şehit düşen annenin acısını, bu acıyı bize duyuran çığlığı kâmil anlamıyla duyurduğunu iddia edebilir? Bazen acı çekersiniz, sessizlik hakimdir lakin, çığlık cer’i değil hafidir handiyse. Bilirsiniz ki o çığlık ifade bulsa, ifade bulduğu dili de darmaduman eder, dil kalmaz ortada. O yüzden suskun, sessiz bir çığlıktır atılan belki de.

Çocukla bitkinin uyumasından ne anlayacağız?

Tabiata en yakın olduğumuz hal elbette çocukluğumuzdur. Ayrıca uyku halinde de genellikle münfailizdir, maruz kalırız çoğu kez bazen rüyaya bazen kâbusa. Onların birlikte uyuması bu bakımdan uyumlu görülebilir. Öteye, bizi biz kılan şeylere yakın oluşumuza bir işaret olarak görmek gerekir belki de bu uyuyanları; çocukları ve bitkileri daha çok.

“Kalbe benzer yapraklarla hüznünü örten ağaç” hangisi? O’nun bir esin perisi gibi şiirinin kuytularına gelip girmesi neden?

O şiirde aktardığınız ibareyle kasdettiğim Huş ağacı. Şiir bundan iki yaz önce peş peşe çıkan orman yangınları üzerine yazılmıştı. Aklımda Cahit Koytak’ın “Huş ağacı hakkında bilgi topluyorum” şiiri vardı. Ağaçlar, özellikle huş ağacı beni maveraya yönelten işaret taşları… Esin perisi değiller. Bu bir yönelim ama bir ilham değil neticede. Şiir genellikle ya kalabalıklara karşı okunur yahut yalnızken, ama şunu biliriz ki her şair ancak yalnızken bir şiir yazar. Ağaçların gölgesindeyken şiirimin kuytusu diyebileceğim bir tür kendi kuytuluğuma sığınmışımdır. İçinden geçirdiklerini insan söylemeye çekinir çoğu kez bu tür durumlarda. Onu yansılıyor belki de bana hissettirdiği hüzün o ağacın.

“Keder” nasıl doğdu? Neden Ragıp Karcı’ya ithaf edildi?

Ankara’da bulunduğum yıllarda, yani 1990’lı yıllarda ismini sık sık duyduğum ama tanışmadığım insanlardan biriydi Ragıp Karcı. Sözgelimi o dönemde Cemal Sayan’la tanışıyordum, Ragıp abinin Cemal abinin şiiriyle ilgili değerlendirmesine de vakıftım ama ona doğrudan, birebir ulaşmadım. Tanışmamamda benim misantropluğumun payı büyük. Elbette o dönemde yaşadığım bazı sıkıntılar da bunda etkendir. 2016 idi sanırım. Konya’da gazetede çalışırken aldığım Selçuk Üniversitesi’nde akademisyen Memduh abinin telefonu ve teklifi üzerine Gar’da Ragıp Karcı abiyi karşıladık ve Murad Kapkıner’le birlikte TYB Konya şubesi binasında oturduk. Üniversite öğrencileri vardı, sohbet edildi, saz çalındı. Ragıp abinin anılarını dinledik orada, hatta kaleme alınmasını istediğim anılardı onlar. Ama olmadı. Twitter’da Ragıp abinin vefatını öğrendiğimde -ister istemez- dilimden ve kalemimden döküldü şiirin ilk dörtlüğü. Ertesi gün de uğraşıp tamamladım.

Kendi acziyetime, unutkanlığıma, eksikliğime delaletti o şiir. Sonuçta bir insanla tanışmışım ve o insanı o ya da bu şekilde tekrar hatırlamam elzemdi. Ama bunu yapmamıştım. Eksiklik dediğim bu.

Şu kalb-i selime de bakalım mı biraz? O’nun içinde neler oluyor?

Kalbimizin selim olmasına uğraşıyoruz ama onun hakkında nihai kararı verecek olan biz değiliz. Kalbimiz selim mi değil mi bilemiyoruz. Ne zaman selim olacak ne zaman selim olmayacak bundan emin olamayız. Mü’minler emin olmalı elbette imanlarından, kendilerinden. Peki ama kalbimizden de emin miyiz? Sık sık orayı yoklayan dünyevi haz ve heveslere karşı, onlarla mücadele etmeye hazırlıklı mıyız? Bu haz ve hevesleri gezindiğimiz köşe bucak da kışkırtıyor. Hazırlığımız biraz da buna dönük olmalı belki. Ama şunu itiraf etmeliyiz ki masivanın bizi ve kalbimizi meşgul ettiği anların sayısı umduğumuzdan fazla.

“Denizi geç” diyorsun, güzel de sonrası?

Bulunulan mevkiden memnun değilsek, daha iyi bir mevkiye ulaşabilmek için geçmemiz gereken merhaleler varsa onlar belki deniz. Bu merhaleleri aşınca, denizi geçince umduğumuz daha iyi bir mevki. Geçmeden bilemiyoruz ancak. “Yağmur yağarken yağmursa” denizi geçtiğimizde ulaşacağımız ‘yer’in de bulunduğumuz yerden daha iyi ya da daha kötü olacağını söyleyemeyiz. Yine de denizi geçmeliyiz; bu uçurumdan atlamalıyız; çünkü ardımızdaki düşman önümüzdeki belirsizlikten daha katı ve bizi daha muğber kılacak. (Edebiyat Ortamı, sayı, 97, Mart-Nisan 2024)

3 Mayıs 2024 Cuma

Modern Batı, tarihi gasp etti

 Tarihsel sürecin nihayetinde "evrensel" ve "tikel" formlar altında ele alınışının ilginç bir örneğidir Avrupamerkezcilik esasen. Avrupa'da -özellikle Batı Avrupa'da- olup biten her şey tarihin evrensel akışına dahil edilir, tarihin diğer yerler ve bölgelerdeki akışı ise tikeldir eninde sonunda. Kalıcı değildir. Belki tarihsel akışın ana rotasından istenmeyen sapma olarak bile görülebilirler. Hatta tarih kimileyin buralarda durur da. Öyle ki tarihsel akışın bir anında hemen her şeyi dondurup bu donuklukla hayatı ve toplumsal kurumların şekillenişini ele alabilirsiniz. Sözgelimi Daryush Shayegan'ın Yaralı Bilinç kitabında kullandığı "tarihte tatil" mefhumu tarihsel sürecin böyle yorumlanmasına güzel bir örnektir.

Jack Goody, Türkçe'ye Tarih Hırsızlığı adıyla çevrilmiş kitabında hem bu Avrupamerkezci perspektifi hem de dayandığı olgusal zemindeki çarpıklıkları kapsamlı bir eleştiriye tabi tutuyor, modern Batı'nın tarihi gasp etmesini de hırsızlık olarak adlandırıyor.

Evrensel statü

Goody Avrupamerkezcilik sorununun Avrupa antikçağında geniş çaplı kullanılan Grek alfabesinden kaynaklanan otoritenin pekiştirdiği özgül bir dünya görüşünün Avrupa tarihyazımı söylemine dahil edilip özümsenmesi ve bu söylemin Avrupa'nın diğer kıtalardaki kültürlerle ortak yanlarına nazaran ayrıksı kılınıp "evrensel statü" verilmesiyle ortaya çıktığına kani. Bu anlayışa göre "demokrasi", "merkantil kapitalizm", "özgürlük", bireycilik gibi birçok kavram ve kurum, Batı'daki modernleşmeyle birlikte icat edildi. Hatta Goody, bu kavram ve kurumlara sevgi, romantik aşk gibi bazı duyguların da dahil edilebileceğini, bunların Avrupa'nın icadı olarak değerlendirildiğini belirtiyor.

Avrupamerkezciliğin ve oryantalizmin etnik merkezciliğin iki alt türünü oluşturduğunu kaydeden Goody, onun sadece Avrupa'ya ait bir hastalık olmadığının altını çizerek postkolonyalist ve postmodernist bazı yazarların kolayca düştüğü bir tuzak olan etnik merkezciliğin Avrupamerkezci yaklaşımdan uzak duruyor. Ona göre, Avrupa nasıl aşk, demokrasi, özgürlük veya pazar ekonomisini icat etmemişse etnik merkezciliğin de mucidi değildir. Etnik merkezcilik Navaholardan Yahudilere Araplardan Çinlilere kadar birçok farklı etnide yaygın bir eğilimdir.

Üç kısma ayırdığı kitabında Goody, ilkin antikiteden başayıp feodalizm aracılığıyla kapitalizme ilerleyen ve Asya'yı "istisnai", "despotik" ya da "geri" addeden Avrupamerkezci niteliği belirgin anlayışın geçerliliğini irdeliyor. İkinci kısımda ise Avrupa'ya dünyayla ilişki içinde bakmaya çalışan, ancak yine de Avrupa'daki "benzersiz gelişme çizgisi"ne öncelik tanıyan üç önemli ismi ele alıyor: Çin biliminin sıradışı niteliğini gösteren Needham, Avrupa Rönesansı'nda "uygarlaşma süreci"nin kökenini bulgulayan Norbert Elias ve kapitalizmin kökenlerini tartışan, yazdığı Akdeniz tarihiyle büyük ilgi toplamış ünlü Annales tarihçisi Fernand Braudel. Teleolojik, bir anlamda Avrupamerkezci tarih anlatılarının dehşetini ifade etmiş bu isimlerin yine de aynı tuzağa yakalandıklarını gösteriyor Goody. Kitabın üçüncü kısmında"... birçok Avrupalı'nın, şehrin özel bir biçimi olan üniversitenin ve bizzat demokrasinin kendisi gibi en değerli bazı kurumlarla bireycilik gibi değerlerin ve bunların yanı sıra aşk (veya romantik aşk) gibi bazı duyguların muhafızları" oldukları iddialarını ele alan Goody, tarih ve antropoloji gibi sosyal bilimlerin hemen hepsinde yaygın Avrupamerkezci paradigmanın kendinden emin bakış açısını sorgulamamıza imkân tanıyor.


25 Nisan 2024 Perşembe

"Ülke içinde muhalif, uluslararası arenada Ortodoks!"

 Başta bilim sosyolojisi ve felsefesi olmak üzere toplumsal teorinin farklı alanlarında yazdığı makale ve eserlerle ondokuzuncu yüzyıldan günümüze Türk düşüncesinde etkili olmuş pozitivist anlayışın hegemonik statüsünü sarsan Hüsamettin Arslan, toplumca iki yüz-üç yüzyıldır içinde bulunduğumuz krizin bilhassa epistemolojik yanlarının diğer yanlara nazaran öncelikli sayılabileceğini savlamıştı. Özellikle 1980 sonrası Türk düşüncesinin serencamında yer edinen konulardaki çalışmalarının kendine özgü, sıra dışı nitelikleriyle ufuk açıcı olduğu bildiğimiz Arslan'ın Türkiye'de yazılmış ilk bilim sosyolojisi doktorası olan Epistemik Cemaat adlı eseri onun konvansiyonalist (gelenekçi-uzlaşımsalcı) düşüncesinin epistemolojik temellerini göstermesi bakımından ilgiye değerdir. Bu eserinde "evrensel bilgi"nin reddedildiğine şahit oluruz sözgelimi. Bu bilgiyi üreten bilim dahi olsa o tarihsel-toplumsal boyutları içinde ele alınmalıdır. Çünkü bilim adamı da bir toplumda ve bir tarihte o bilgiyi üretmiştir. Soyutlanmış değildir. Sosyolojisi bu sebeple yapılabilir, yapılmalıdır da.

Bir konuşmasında Türkiye'de Marksist, Weberist ya da Durkheimcı gibi "modern" geleneklerin olmadığını, çünkü onların toplumsal arka planı bulunmadığını savlayan Arslan, Müslümanlık ile İttihatçı geleneğin toplumsal anlamda en başat iki gelenek olduğunu öne sürmüştü. Aynı yazıda 12 Eylül'le beraber "halk"ın gündeme gelmeye başladığını belirten Arslan, aynı tarihlerde "aydınlar arasında bunalım edebiyatları"nın başladığına da işaret ediyor. Başka bir yazısında Türkiye'de entelektüel hayatın yoksul olduğunu, çünkü entelektüel ve akademisyenlerin genelde tek bir toplumsal kaynaktan geldiklerini söyleyen Arslan, ülkedeki entelektüel hayatın monopolist yapısını vurgulayarak modern epistemik cemaatin ana hatlarını belirliyor: "Ülkemizdeki entelektüel statükonun aktörleri, kendi toplumlarının mirası olan entelektüel statükoya, epistemik merkez adına karşı çıkarlar; onlar kendi toplumlarının marjinalleri, İngilizce, Almanca konuşan statükonun sözcüleridirler. Ülke içinde muhalif, uluslararası arenada ortodoksturlar. İçerde isyan, dışarda boyun eğme."

Entelektüel hiyerarşi

Yayınevi, yazar ve kitap etrafında şekillenen entelektüel hiyerarşide de toplumsal hiyerarşide olduğu gibi bir bölümleme yapmanın gerekli olduğunu ifade eden Arslan, bu hiyerarşide de bir burjuva, orta sınıf ve proleteryanın ayırt edilebileceğini öne sürüyor. Bu entelektüel sınıfsal yapıyı belirleyenin soyutluk derecesi olduğunu belirten Arslan kendi kurduğu yayınevi olan Paradigma Yayınevi'nin bu entelektüel hiyerarşide nerede yer aldığını belirleme sorusuna cevap vermek için yayımlanan kitaplara ve bu kitapların okuyucularına bakmanın elzem olduğunu belirterek Paradigma'dan yayınlanan ve yayınlanması yazı yazıldığı sıralar gündemde olan (bu kitapların birçoğu yayınlandı) kitapları sıralıyor: "Paradigma'nın yayımladığı kitapların tamamına bakıldığında, Kıta Avrupası geleneğine mensup filozof ve düşünürlerin kitaplarına ağırlık verdiği söylenebilir."

Asım Öz'ün hazırladığı Hüsamettin Arslan Kitabı adlı eserde Meçhul Metinler başlığını taşıyan ilk bölümde Arslan'ın seminer, konferans, sempozyum, televizyon programlarında yaptığı konuşmalar ile çeşitli dergilerde yayınlanmış makalelerden bir seçme yer alıyor. Hatıraları, dostluk ve düşünceleri içeren ikinci bölüme ise birçok yazı yer alıyor. Bu bölümde Aytekin Yılmaz'dan Yasin Aktay'a, Bengü Güngörmez Akosman'dan Halime Kökce'ye, Asım Öz'den Metin Önal Mengüşoğlu'na birçok ismin kaleme aldığı yazılar yer alıyor. Bu yazılarda Hüsamettin Arslan üzerine çeşitli düşünceler ve kavramlar, dostluklar ve hatıralar sunuluyor.