Söyleşen: Sadık Yalsızuçanlar
Uzak Koku ve Mutlak Müzik’ten sonra dumanı üstünde
“Ağaçların Diyalektiği” isimli şiir kitabını yayımladın. Öncelikle, adı
nereden, nasıl geldi, onu sormak istiyorum.
Diyalektik antik Grekler’de tartışma sanatı ya da
çelişkili yollardan muhataplarını ikna etme sanatı anlamına gelirmiş. Bir
anlamda diyalektik karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme
biçimi olarak yorumlanabilir. Bir fikrin ya da ilkenin içerdiği olumlu olsun ya
da olmasın bütün düşünceleri çıkarma yöntemine diyalektik de denirmiş. Zenon,
Heraklit, Sokrates gibi felsefi düşüncenin başlangıcındaki isimlerin de
düşüncenin hareketini tavsif edebilmek için buna başvurdukları söylenir. Modern
çağda Hegel, diyalektik bahsinde daha çok anılır elbette. Fakat felsefi
düşünmeye girmeden diyebilirim ki diyalektik kavramını ben ağaçların rüzgârla,
birbirleriyle, insanlarla, tabiatla söyleşmelerini, bazen de zıtlaşmalarını
adlandırmak üzere kullanıyorum. Daha çok onlarla söyleşme biçimimi tavsif
ediyorum bir anlamda, ama benim değil bu onların diyalektiği demiş oluyorum.
Bana hatırlattıklarını, fısıldadıklarını, onlarla tecrübelerimi belki
anlatıyorum bu şiirlerde. Ağaçlar bu şiirlerde başka şeyleri de simgeliyor olabilir
bu anlamda; insanları, şehirleri, eşyaları, olayları, anıları, fikirleri…
“Şeceretü’l-kevn” ne demek? Bu oylumlu şiirdeki özel
isimler, alıntı ve göndermelere ilişkin neler söylersin? O ağacı merkeze
alarak bir uygarlık tarihiyle ve modernite ile ödeşmeye mi çalışıyorsun?
“Şeceretü’l kevn” yaradılış
ağacı, varlık ağacı, hayat ağacı da demek. Muhyiddin Arabi’nin aynı isimli bir
eseri var. O eserinde İbn Arabi, Allah’ın ‘Ol!-kün’ emrini yorumlayarak başlar
ve eserini Hz. Peygamber’in mi’râcına yaptığı yorumlarla tamamlar. Bir yerde
şunu da vurgular: “Varlık ağacının farklı dallarına, meyvelerinin türlerine
baktığın zaman, bunun kökünün “Ol” habbesinden neşet ettiğini, ondan
ayrıldığını anlarsın.” İbn Arabi’nin varlık’taki (kevn) kaf ve nun harflerine
ıtlak ettiği manaları da aktarmak gerekir: “Kimisi kemal “kaf”ını ve belirlilik
“nun”unu görmüş, kimisi küfür “kaf”ını ve belirsizlik “nun”unu görmüş. Bunlar,
şahit olduklarının hükmünce “Kün / OL” dairesi noktasına dönerler. Var edilmişin
var edenin iradesinin dışına çıkması mümkün değildir.” Bu minvalde insanları bu
ağacın dal ve yaprakları, işlerini de bu ağacın meyvesi olarak düşünmek belki
bu şiirin mümkün yorumlarından biri.
Şiirde geçen Kebetos Pinaks da
Sokrates’in öğrencisi ve Platon’un da arkadaşı Kiyotiyos’un ahlaki konuları
işlediği bir eseri. Eser insan hayatının tablosunu çizmesiyle ünlü. En az yirmi
yüzyıllık bir tarihe sahip. Çok sayıda tercüme, yorum, şerh aracılığıyla farklı
kültür havzalarında demlenmiş, farklı kılıklarla yerleşmiş. Gah bu
geleneklerdeki metinlerle etkileşime girmiş, gah potansiyel ve dinamik
ikonografiler oluşturmuş, bu gelenekler içinde dallanıp budaklanmış, bizi diğer
metinlere, amblem kitaplarına, ahlâk/felsefe kitaplarına, resim ve gravürlere
taşımış, bir anlamda önemli bir hipermetin. Klasik dünyamızda ahlak
felsefesinin kurucusu addedilen ve önemli ahlak filozoflarından biri olan İbn
Miskeveyh’in kültürümüze davet ettiği Kiyotiyos’un metni elbette İbn Arabi’nin
Şeceretü’l Kevn’ine de sirayet etmiştir. Şiirde anılan Cüneyd, Şibli ve Gazzali’nin de
klasik irfanımızın önemli isimleri olduğunda kuşku yok. Şiirde ayrıca ünlü âmâ
şair Maarri’nin “Toprağa dikilmiş bir çaputtur vücudum/Ey alemleri diken, beni
de dik” mısrasını da anıyorum. Şiirde ayrıca kenz-i mahfiye (gizli hazine),
adiyata (koşan atlar) atıf var. Kur’an-ı Kerim’de ahiret gününde hesap
veremeyenlerin söyleyeceğinin belirtildiği “ya leyteni küntü türaba” ibaresine,
yani “keşke toprak olsaydık” deyişine de atıf var. Şiir klasik desen
adlandırmalarına değiniler içeriyor. Ayrıca kendi çocukluğumun simge
nesnelerinden saydığım dedemin rahlesini de unutmadım. Bu haliyle şiirin anlaşılmasının
güç olduğu düşünülebilir ama hayır. İnsanı okuyabilen şiiri de okuyabilir.
Modern hayatla, modern
uygarlıkla bu şiirde yüzleştiğim düşüncesi yanlış değil. Ama hesaplaşma, sadece
bu şiirde değil. Bu hesaplaşma ya da başka deyişle ödeşme diğer kitaplarda Uzak
Koku’da, Mutlak Müzik’te devam ediyor. Yaşadığımız Günlere Zeyl ile Kopukluklar
adıyla yayınlanmasını umduğum kitaplarda da sürdürdüğüm bir şey söz konusu
ödeşme. Bu kitabı o çabanın bir dalı ya
da yaprağı saymalı bu bakımdan. En genel anlamıyla bu kitaplar belki hayatla
ödeşme gayretimin ürünleri. Öyle bakıyorum doğrusu.
Taş, geleneksel irfanda neyin imgesidir? Taşın
çatlamasından Murat’ın muradı nedir?
Taşın çatlaması geleneksel düşüncemizde genellikle sabrın
tükenişini simgeler ama bana kalırsa bir doğumu, bir eylemin başlangıcını da işaret
ettiğini söyleyebiliriz. Taşta hissettiğimiz durgunluk çatlayıştaki hareketle
tezat oluşturuyor görünse de öyle değildir genellikle. Taş çatlayarak içindeki
zenginliği serer önümüze. Kitabın tamamındaki şiirler için seçtiğim bir epigraf
o yüzden bahse konu şiir parçası (şiirin tamamı 2007’de yayınlanmıştı, ama o şiir
ne yazık ki bu kitaba girmiş değil.) Bir başlangıç aslında bu kitap, üçüncü
şiir kitabı ama bir başlangıç. Bir zenginliğe doğru yol alıyor böylelikle
insanoğlu, varlığa doğru yürüyor. Deyim yerindeyse kitabı oluşturan şiirler
böylelikle bir kez daha kendi içimle dış dünya arasındaki boy ölçüşmesini
ortaya seriyor.
Kendilerinden başka dil istediğin “onlar” kim?
Ağaçların Diyalektiği bölümünün epigraf mısrasındaki
ibare yanlış aktarılmış sanırım. “Onlar”dan istenmiş değil “başka dil.” O başka
dil, bizimle başkalarının arasındaki farklılığı belirginleştiren bir dil.
Belirlilik nunu ile belirsizlik nunu arasındaki farka işaret var. Onlar dediğim
ise cümle ehli dünya, yani belirsizlik nununun işaret ettiği alana girenlerin
hemen hepsi.
Alıçla, iğdeyle konuşma girişimi, Heidegger’in
Kıryolu’ndaki “meşe”yle ilişkilendirilebilir mi, nasıl/niçin?
Alıçla, iğdeyle, cümle mahlukâtla ilişki kurulabilir.
İğdenin dimağı, alıcın aklı büyüleyebilir bizi. Onlarla konuştuğumuzda fark
ederiz bunları çünkü. Onlarla konuşmak, cümle mahlukatla konuşmak bakışımızı
yumuşatır elbette. Varlığın özüne yaklaştığımızı hissederiz bu konuşmalarla.
İğde dimağıyla kavrar bizi. Biz onu “iğdenin kokusu” olarak adlandırırız ama
ötelerin sezgisini edindiğimiz aşikardır. Heidegger’in meşeye bakışı ya da
bizim alıca bakışımız benimsediğimiz perspektiflere bağlıdır eni sonu. Varlık
sorusu hep ortadadır halbuki. Bize varlığımızı, varoluşumuzu sorgulatır onların
kökü, dalı, meyvesi, kokusu, fısıltısı. Varlıkla kurduğumuz ilişkiyi tekrar
gözden geçirmemizi sağlar her konuşma. Diğer insanlarla yaptığımız konuşmalar
bile!
Neyzen, neyin/kimin sonuna yetişecektir, nasıl
yetişecektir? Hüzün neden raylar boyunca üşümektedir?
Söylemek gereksiz ama söyleyeyim: Herkes kendi sonuna
yetişecektir, yetişmelidir. Sırf zamansal değildir haddi zatında bu yetişme,
yetkinleşmeyi de içeren bir süreçtir. Ölüm belki insanın olgun halidir. Boşuna
Yunus Emre “Halkı bostan edinmiş/Kimisin üzer ölüm” demiyor. Diğer yandan
bundan 30 yıl önce Eşrefoğlu Rumi’nin divanına yapılmış bir şerhi okurken şu sözle
karşılaşmıştım: Hazreti Allah Adem’in çamurunu kararken onu 40 gün gam
yağmuruna bir gün de neşe yağmuruna tabi tutmuş. Kederin, gamın, hüznün insan
oluşun hamurunda neşeye nazaran kırk kat fazla olduğunu vurguluyordu söz.
Raylar boyunca yürümek ise hayat yolculuğunun ta kendisi. Ama burada Ahmed Avni
Konuk beyin Mesnevi şerhinde karşılaştığım şu sözünü de aktarmalıyım: "Surûru
gamdan ve cefayı safâdan tefrik etmek vesvese-i evhamdandır."
Bu dünya hayatı ve varoluş üşütür, belki bundan hüzün
üşümektedir raylar boyunca. Öyle söyleyeyim.
Gerçekten meyve vermeyen ağaç uzun yaşar mı? Gerçekten
su hep onlara doğru mu akar? Bu eğretilemeden muradın nedir?
Gerçekten meyve vermeyen ağaç meyve veren ağaçtan uzun
yaşar. Sözgelimi çınarın ömrü ile kayısının ömrünü kıyaslayın yahut ardıç ile
dut ağacınınkini. Anıt ağaçlar arasında meyveli ağaç pek görülmez sözgelimi.
Herhangi bir iş üretmeyeceklere her türlü imkânın sağlanması, serilmesi bu
eğretilemenin muradıydı.
Biraz da hiçbir dile sığmayan çığlıktan söz edelim mi?
Bir çığlığın, acı çeken bir insanda o acının sebebiyet
verdiği çığlığın herhangi bir dile sığmaz olduğunu, o çığlığın ifade
ettiklerini söze dökmeye uğraştığımızda fark ederiz. Sözgelimi şimdilerde kim
kızı İsrail soysuzlarının saldırısıyla şehit düşen annenin acısını, bu acıyı
bize duyuran çığlığı kâmil anlamıyla duyurduğunu iddia edebilir? Bazen acı
çekersiniz, sessizlik hakimdir lakin, çığlık cer’i değil hafidir handiyse.
Bilirsiniz ki o çığlık ifade bulsa, ifade bulduğu dili de darmaduman eder, dil
kalmaz ortada. O yüzden suskun, sessiz bir çığlıktır atılan belki de.
Çocukla bitkinin uyumasından
ne anlayacağız?
Tabiata en yakın olduğumuz hal
elbette çocukluğumuzdur. Ayrıca uyku halinde de genellikle münfailizdir, maruz
kalırız çoğu kez bazen rüyaya bazen kâbusa. Onların birlikte uyuması bu
bakımdan uyumlu görülebilir. Öteye, bizi biz kılan şeylere yakın oluşumuza bir işaret
olarak görmek gerekir belki de bu uyuyanları; çocukları ve bitkileri daha çok.
“Kalbe benzer yapraklarla hüznünü örten ağaç” hangisi?
O’nun bir esin perisi gibi şiirinin kuytularına gelip girmesi neden?
O şiirde aktardığınız ibareyle kasdettiğim Huş ağacı.
Şiir bundan iki yaz önce peş peşe çıkan orman yangınları üzerine yazılmıştı.
Aklımda Cahit Koytak’ın “Huş ağacı hakkında bilgi topluyorum” şiiri vardı.
Ağaçlar, özellikle huş ağacı beni maveraya yönelten işaret taşları… Esin perisi
değiller. Bu bir yönelim ama bir ilham değil neticede. Şiir genellikle ya
kalabalıklara karşı okunur yahut yalnızken, ama şunu biliriz ki her şair ancak
yalnızken bir şiir yazar. Ağaçların gölgesindeyken şiirimin kuytusu
diyebileceğim bir tür kendi kuytuluğuma sığınmışımdır. İçinden geçirdiklerini
insan söylemeye çekinir çoğu kez bu tür durumlarda. Onu yansılıyor belki de
bana hissettirdiği hüzün o ağacın.
“Keder” nasıl doğdu? Neden Ragıp Karcı’ya ithaf
edildi?
Ankara’da bulunduğum yıllarda, yani 1990’lı yıllarda
ismini sık sık duyduğum ama tanışmadığım insanlardan biriydi Ragıp Karcı.
Sözgelimi o dönemde Cemal Sayan’la tanışıyordum, Ragıp abinin Cemal abinin
şiiriyle ilgili değerlendirmesine de vakıftım ama ona doğrudan, birebir
ulaşmadım. Tanışmamamda benim misantropluğumun payı büyük. Elbette o dönemde
yaşadığım bazı sıkıntılar da bunda etkendir. 2016 idi sanırım. Konya’da
gazetede çalışırken aldığım Selçuk Üniversitesi’nde akademisyen Memduh abinin
telefonu ve teklifi üzerine Gar’da Ragıp Karcı abiyi karşıladık ve Murad
Kapkıner’le birlikte TYB Konya şubesi binasında oturduk. Üniversite öğrencileri
vardı, sohbet edildi, saz çalındı. Ragıp abinin anılarını dinledik orada, hatta
kaleme alınmasını istediğim anılardı onlar. Ama olmadı. Twitter’da Ragıp abinin
vefatını öğrendiğimde -ister istemez- dilimden ve kalemimden döküldü şiirin ilk
dörtlüğü. Ertesi gün de uğraşıp tamamladım.
Kendi acziyetime, unutkanlığıma, eksikliğime delaletti o
şiir. Sonuçta bir insanla tanışmışım ve o insanı o ya da bu şekilde tekrar hatırlamam
elzemdi. Ama bunu yapmamıştım. Eksiklik dediğim bu.
Şu kalb-i selime de bakalım mı biraz? O’nun içinde
neler oluyor?
Kalbimizin selim olmasına
uğraşıyoruz ama onun hakkında nihai kararı verecek olan biz değiliz. Kalbimiz
selim mi değil mi bilemiyoruz. Ne zaman selim olacak ne zaman selim olmayacak
bundan emin olamayız. Mü’minler emin olmalı elbette imanlarından, kendilerinden.
Peki ama kalbimizden de emin miyiz? Sık sık orayı yoklayan dünyevi haz ve
heveslere karşı, onlarla mücadele etmeye hazırlıklı mıyız? Bu haz ve hevesleri
gezindiğimiz köşe bucak da kışkırtıyor. Hazırlığımız biraz da buna dönük olmalı
belki. Ama şunu itiraf etmeliyiz ki masivanın bizi ve kalbimizi meşgul ettiği
anların sayısı umduğumuzdan fazla.
“Denizi geç” diyorsun, güzel de sonrası?
Bulunulan mevkiden memnun değilsek, daha iyi bir mevkiye
ulaşabilmek için geçmemiz gereken merhaleler varsa onlar belki deniz. Bu
merhaleleri aşınca, denizi geçince umduğumuz daha iyi bir mevki. Geçmeden
bilemiyoruz ancak. “Yağmur yağarken yağmursa” denizi geçtiğimizde ulaşacağımız
‘yer’in de bulunduğumuz yerden daha iyi ya da daha kötü olacağını söyleyemeyiz.
Yine de denizi geçmeliyiz; bu uçurumdan atlamalıyız; çünkü ardımızdaki düşman
önümüzdeki belirsizlikten daha katı ve bizi daha muğber kılacak. (Edebiyat Ortamı, sayı, 97, Mart-Nisan 2024)