26 Şubat 2016 Cuma

TANPINAR VE KONYA

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 1925 ila 1927 yılları arasında Konya Lisesi'ndeki muallimlik yıllarındaki izlenimlerine dayalı olarak yazdığı Beş Şehir'deki o ünlü değerlendirmeler Konya söz konusu edilince sık sık hatırlanır. Bir vesileyle başka bir yerde, Yaşar Nabi Nayır'ın sorularına verdiği bir cevapta Tanpınar Konya'da geçirdiği o yıllara dair ilginç bir değerlendirmede bulunur. Nesir ve şiir gibi iki ayrı sahada at koşturan Tanpınar, bu sebeple başından beri "ikiye bölünmüş bir hayat" yaşadığını söyler. Nesri hayatına ne kadar açıksa şiiri de o kadar tecride, soyutlamaya yatkındır. 1926'ya doğru, bilhassa 1927'de sanatının büyükçe bir kriz yaşadığını ifade eder. Konya'da yalnızdır. arkadaşlarının çoğu Konya dışındadır. Modern şiir Tanpınar'ı kendisine çekiyordur. Kendi deyişiyle "şiirin hakiki mahiyeti ile insanın kendisi ve istekleri" Tanpınar'da çatışıyordur. O sırada Valery'nin birinci "Varietes"i Tanpınar'ın eline geçer. Valery, Tanpınar'ı içine düştüğü "garip" tereddütten kurtarır.
Yine Konya yıllarında geleneksel musikiyi keşfeder Tanpınar. O zamana dek "cezri bir batıcı" olduğunu Nayır'a verdiği cevapta zikreden Tanpınar'ın Itri'yi bir Mevlevi ayininde tanıdığını biliyoruz. Ayrıca, Konya'yı anlatırken folklor ve türkülere de değinir, " Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet, keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı  dolu acı dert kervanlarını bu şehirde tanıdım" diye yazan da Tanpınar'dır.
 O tanışıklığını şu sözlerle anlatıyor bize Tanpınar: "Eski Konya Lisesi'nin üst katında küçük bir odada yatardım. Binanın yanı başındaki hapishaneden bazen de öbür yanındaki kötü evlerden günün her saatinde bahçedeki çocuk seslerine ve kendi çalışmalarıma mahpusların söyledikleri türkülerin hüznü karışırdı. Fakat ben onları asıl Takye Dağları'nı akşamın kızarttığı saatlerde dinlemeyi severdim. Bir de sabaha doğru şehre sebze ve meyva getiren arabaların sökünü beni uyandırdıkları zaman. Kurşun rengi soğuk sonbahar sabahlarında henüz ayrıldığım rüyaların arasına onlar, çok beğenilmiş, çok sevilmiş, böyle olduğu için çok eziyet ve cefa görmüş kadın yüzleri ve vücutları gibi ezik, biçare ve imkânsız derecede çekici girerlerdi... Konya hapishanesinin kadınlar kısmında yüzünü görmediğim fakat sesini çok iyi tanıdığım bir kadın vardı. Akşam saatlerinde onun türkü söylemesini âdeta beklerdim. Ve bilhassa isterdim ki "Gesi bağlarında bir top gülüm var" türküsünü söylesin. Bu acayip türkü hiç fark edilmeden yutulan bir avuç zehire benzer.  Bazen de "Odasına varılmıyor köpekten" mısraıyla başlayan çok hayâsız oyun havasını söylerdi. Bu sonuncusunun havası ve ritmi kadar ten nazlarını zalimce tefsir eden başka eserimizi tanımadım. Sanki bütün ömrünü en temiz ve saf dualarla hep başı secdede geçirdikten sonra nasılsa bir kere günah işleyen ve artık bir daha onu unutup hidayet yolunu bulamayan ve en keskin pişmanlıklar içinde hep onu düşünen ve hatırlayan bir lânetli veli tarafından uydurulmuştur. O kadar ten kokar ve yakıcı günahın arasından o kadar büsbütün başka şeylere, artık hiç erişemeyeceği şeylere, kanat açar..."

13. yüzyıl Konya'sına bir yolculuk

Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinde Konya'ya ayırdığı sayfalarda en ilgi çekici kısımlar onun İbn Bibi ve Kerimüddin Aksarayi gibi resmi vakanüvislerin eserlerinde rastlanan bazı ipuçlarını yorumlama şeklidir belki de. Konya'nın 13. yüzyıldan itibaren edindiği karakteri ortaya çıkarmaya çalışır gibidir bu ipuçlarını değerlendirirken Tanpınar.
Bu değerlendirmeye rehberlik eden temel sorusu şudur Tanpınar'ın: " Yeni bir vatanda yeni bir milletin o kadar çetin şartlarla kurulduğu bu asırlarda Konya ne halde idi ve başkent sıfatıyla nasıl yaşıyor ve ne düşünüyordu?" İlkin bu sorunun cevabını bilmediğimizi kaydeder Tanpınar, çünkü ona göre "Başlangıçta mutlak hükümdarlık sisteminin, feodalitenin ve vezir aristokrasisinin nüfuzu, XIII. asrın ortasından (1243) sonra seneden seneye bu cihazı biraz daha benimseyen Moğol müdahelesi şehre kendi sesini duyurmak fırsatını şüphesiz pek az veriyordu."  Yine de bu sorunun işaret ettiklerini kurcalamaktan geri durmaz. Şehrin etnik çehresine değinir. Bu etnik çehre, kısmen meçhul kalsa da yine de bazı simaları seçebiliriz pekala. Tanpınar'a göre "Aslen Türk olan büyük halk kitlesinin yanı başında henüz Hristiyan kalmış Rum ve Ermeni gibi yerli kavimlere mensup bir kalabalığın, Gürcü, Bizanslı, Suriyeli, Mısırlı, Elcezire ve Iraklı, Lâtin tüccarların, Harezmlilerin, Bizans'dan gelen askerlerin, Haçlı döküntülerinin, Ortaçağ'ın bazı Anadolu şehirleri gibi Konya'da da büyük bir yekûn tuttuğunu" tahmin edebiliriz.
Gerçekte şimdilerde bilebildiğimiz kadarıyla Türk, Kıpçak, Moğol, Rus, Rum, Yahudi, Mağrıbi, Arap, Kürt, Acem, Gürcü, Abhaz, İtalyan çeşitli simalar gezinir Konya'nın suk-i atik ve suk-i cedidinin sokaklarında o dönem. Yine de Tanpınar'a hak vermek gerekir: Gerek ulema ve vüzera sınıfının künyelerinden gerekse vekayinamelerde bahsedilen simalardan yola çıkarak Konya'daki nüfusun çehresi az buçujk belirginleşir. Bütün bir Orta Asya ve Akdeniz dünyasıdır bu çehrenin en belirgin çizgileri.
Sünni akideye pek uymayan, belki de onunla sadece görünüş itibariyle uzlaşmış birçok heterodoks ve kalenderi tarikatın diğer şehirlerde olduğu gibi Konya'da da görüldüğünü kaydetmek gerekir. Tanpınar Müslüman ortaçağın  saç, sakal, bıyık ve kaşın uzatılması veya büsbütün kesilmesi ile insan çehresi üzerinde âdeta oynadığını, onu mesleğe veya tarikate ait bir çeşit maske yapmağa çalıştığını kaydeder. Elbise veya başa giyilen şeyler de böyle değişir. Müslüman olmayanların da kendi kavimlerine mahsus kıyafetleri taşıdığı düşünülebilir hiç şüphesiz. Yine de yüksek tabaka haricinde Konya'nın çarşı pazarına, dar sokaklarına hakim ton Ahiliktir. Ahidir Konya'nın çarşı pazarı.
Hayatın ufak tefek tepkiler dışarıda bırakılırsa "tartışma"lara karşı hoşgörülü olduğunu düşünür Tanpınar. Bana kalırsa bu "başkent olmaktan" gelen bir tür kozmopolitizmdir eni sonu. Her başkentte "yabancı"lar yadırganmaz, tartışma vuku bulsa da hakikat topluluklarından görüş toplululuklarına doğru bir değişim görülebilir. Yine de sözgelimi 1243'te Konya'ya gelip Mevlana ile buluşmuş Şems-i Tebrizi'yi düşünelim, Konyalıların buna gösterdikleri tepkiyi...
Şems'in Konuşmalar'ını toparladığı düşünülen Makalat'a yazdığı giriş yazısında Mehmet Nuri Gencosman bu tepkilere dikkat çekerken ilginç bir cümle kullanır. Onun aktardığına göre Konya şeyhleri arasındaki bir sofi şöyle tepkilidir Şems'in Mevlana'yı Konyalılardan çalmasına: "Artık horasan toprağının yetiştirdiği değerler, Tebrizlilerin uydusu haline geldi." Bu aktarımda Gencosman'ın epey tahrifatı olduğunu düşünebiliriz. Tıpatıp değil, belki mefhumu aktarmaktadır Gencosman.
O dönemki Konya'nın büyük bir refah içinde yaşadığını söyleyebiliriz. Bu refahı besleyen ise sadece ticaret değil, zenaattır da. Konya çarşısı, bütün dolu çarşıları gibi ahidir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev'den beri Selçuklu sultanları fütüvvet şeddi kuşanmışlardır. Ahilik fütüvvet teşkilatının ana bileşenlerinden biridir. Bu yüzdendir ki çarşı ve zanaat atölyeleri de saray gibi ahiydi. Ahiliğin Konya efkar-ı umumiyesinin kudretine kattıklarını düşüneceğiz elbette.

Şehir halkı ve iktidar

Tanpınar, İstanbul'dan bahsederken bir yerde "Her büyük şehir nesilden nesile değişir" der. Tanpınar'ın İstanbul için sarfettiği bu cümle diğer büyük şehirler için de geçerlidir hiç kuşkusuz. Konya da, medeniyetimizin bu büyük şehri de nesilden nesile birçok değişim geçirmiştir. Ancak bütün bu değişimler silsilesinde değişmeden kalan bir şey vardır. Konya için bunun karakterinin ana rengi olan "ahilik" olduğunu düşünüyorum. Konya şehir halkının iktidarla kurduğu ilişkilerin genelde ahilikle temsil edilen "gönül ortaklığı" çerçevesinde vuzuha kavuşturulmasının yherli yerinde olacağını düşünmek de gerekiyor.
Tanpınar'ın gerekli gereksiz birçok programda tekrarlana tekrarlana iğdiş edilmiş o müthiş cümleleri, yani "Bir başkent daima başkenttir. Ne kadar susturulursa susturulsun yine konuşur" ifadesinin geçtiği bağlam, şehir ahalisi ile hükümet teşkilatı arasındaki ilişkileri konu edinmektedir. Başkentin konuşması bu anlamda şehir halkının süregelen iktidar kavgasında rengini ortaya koyması anlamına gelir. Özellikle 13. yüzyılın başından sonuna Konya halkının o kadar kolayca susturulabilecek bir ahali olmadığı söylenmelidir.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev ile ağabeyi Rüknettin Süleymanşah arasındaki taht kavgasında olduğu kadar diğer gailelerde de şehir ahalisi, İbn Bibi'nin "burne-i pişegan" tabir ettiği eşhas tarz ve tavır sahipliğiyle dikkat çekerler. Sözlerinin eri, dürüst, güvenilir ve haksızlıkla mücadele etmekten çekinmeyen bir karakter. Bu durumun 13. yüzyılın tamamına yaygınlaştırılması icap eder.
Daha sonraki dönemler için şöyle yazar sözgelimi Tanpınar: " II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümünden sonraki karışık devirde hemen her büyük meselede Konya ahîlerinin ve hükümet teşilâtına mensup gençlerin yardımı istenir. Sahip Şemseddin İsfahanî, bazı rakiplerini ortadan kaldırmak için ahîlere müracaat eder. 1291 'de Moğol ordusu Konya'yı muhasara ettiği zaman şehrin hâkiminin Ahmed Şah Kazzaz adında bir ahî olduğunu biliyoruz."
Elbette halk, iktidar sınıfının kendi arasındaki meselelerine gerekmedikçe karışma ihtiyacı hissetmez. Yine de şehirde bugünkü anlamıyla bir "efkar-ı umumiye"nin, bir kamusallığın teşekkül ettiğini belirtmek gerekir. Belki de bu yüzden Tanpınar'ın da büyük bir rikkatle işaret ettiği gibi " Selçuk hükümdarları bazı vahim iç meselelerini Kayseri veya Sivas'ta halletmeyi tercih ediyorlardı. Alâeddin Keykubad gibi tuttuğunu koparan bir hükümdar bile, tahta çıkmasını sağladıkları için âdeta saltanata iştirak hakkını kazandıklarını zanneden ve nüfuzlarını suistimal eden eski emîrleri Kayseri'de izale etmeyi tercih etmişti."
Konya'da 13. yüzyıldan günümüze değişmeyen ana karakter unsuru ne derseniz vereceğim cevap şu olacaktır: Efkar-ı umumiyenin kudreti, halkın saltanat kavgalarına bigane kaklıp halkı ile haksızı ayırt etmeye dönük müthiş dirayeti, ortada devlet bile kalmamışken gösterdikleri müthiş gönül dayanışması...

Güzel ve sevmesini bilen bir kadın

Tanpınar, Konya ile ilgili değerlendirmelerine ortaya ilginç bir düğüm atarak başlar. Ona göre "Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır." Nasıl ki bozkır, kendisine bir "serap çeşnisi" vermekten hoşlanır; buna benzer bir şekilde şehre hangi taraftan gelirseniz gelin, Konya'da da bir "serap vehmi"yle yüzleşirsiniz.
Yolların kesişim noktasındaki Konya'ya dışarıdan 6 farklı yoldan gelinebileceğini biliyoruz. Hangi yoldan gelirsek gelelim, uzaktan Konya'ya dair ilk göreceğimiz şey elbette Loras dağıdır. Serap vehmini doğuran belki de bu dağın varlığıdır, Konya şehrine ilişkin bekçiliğidir. Serabın serapa bekçisidir Loras. Loras dağından, onun şehir üzerindeki esrarlı yükselişinden bahsetmese de Tanpınar, bozkırın bittiği noktada yükselen bu dağ "esrarlı güzelliği"yle Konya'nın ve doğuştan Konyalı olanların bütün muhayyilesinin cisimleştiği bir zirve görünümü taşır her zaman.
Konya'nın da Mevlevilik gibi belli bir inisiyasyon, seyri süluk talep ettiğini ileri sürmek yanlış değildir. Dışarıdan kendini "serap vehmi"yle kendini gizleyen Konya'nın içerden de son derece "kıskanç" görünmesine yol açan şey bu seyri süluktur handiyse. Sır, ancak seyri sülukla erişilebilir bir niteliktedir. Bu inisiyasyona dahil olmayı seçmemişlere her zaman kapalı kalması mukadderdir.
"Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi âlemine taşır, yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız" diyor Tanpınar. Virde girmiş bir dervişin sıtmalı bir hasta gibi titreyişine telmihen "sıtma" örneği tesadüfi değildir. Konya'nın sırlarına dahil olmak isteyen bir kişinin Konya'ya tam bir sadakat ve bağlılıkla tutulması, kendini ona açması ve şehrin de ona açılması icap eder. Bu haşyetli bağlılık içinde sıtmaya tutulmuş gibi sık sık bedeninizin ve ruhunuzun titrediği hissetmeniz o yüzden mümkündür. Ya da bu şehirde hep bir turist, hep bir yabancı olursunuz. Şehir açmaz size kendi içindekini; ne de siz şehre kendinizi katabilir, ona dahil olabilirsiniz. Konya, öyle bir tarikatın mürşididir ki, ona mürid olmadan kendi varoluş sırlarınızı bile keşfetmeniz imkan dahiline girmez bu şehirde yaşıyor olmakla.
Şehri içinde yaşayan insanlarıyla birlikte düşünür Tanpınar. "Sağlam ruhlu, kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışardan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına" benzetir Konya'yı. Konya'nın gösterişten, debdebeden uzak ama zengin iç hayatı belki de bu şehrin keşdedilmesi en zor hazinesidir. Siz bu iç hayata alıştıkça, onun sırlarına vakıf oldukça şehir de size, Tanpınar'ın sözleriyle ifade edersek, "tıpkı bugün için verebileceği her şeyi verdikten sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve gençliğini de hediye etmek isteyen, kesik, başı boş hatırlamalarla onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini açar."
Güzel ve sevmesini bilen bir kadındır Konya. Bu yeni hüviyetiyle o size kendi geçmişini, görüp geçirdiklerini, dahası "bin türlü sevimliliğin, cazibenin, tuhaflığın, korku ve telâşın, azabın" arasında onda sevilmeye değer olanın ne olduğunu anlarsınız.

Medeniyet değişmesi

Tanpınar, Beş Şehir'in önsözünde kitabın asıl konusunu oluşturan şeyin Türk toplumunun 150-200 yıldır yaşadığı 'medeniyet değişmesi'nin, "Tenkidin, bir yığın inkârın, tekrar kabul ve reddin,ümit ve hülyanın ve zaman zaman da gerçek hesabın ikliminde yaşadığımız macera" oldujğunu belirtir. Hayatımızda kaybolan şeylere dair duyduğumuz üzüntü ile yeni şeylere ilişkin bizde çoğalan iştiyakın çatışmalı birlikteliğidir kitabın "beş şehir" çerçevesinde irdelediği konu. Tanpınar'ın bu şehirleri seçmesi tamamen onun hayatının tesadüflerinden kaynaklanır. Çünkü bu şehirlerde bulunmuş, oralarda belli bir müddet yaşamıştır Tanpınar. Kitaptaki metinler, bu şehirlerin ardında "kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevî çehresi olan kültürümüzü görme" arzusunu yansıtır bize.
Beş Şehir'i maziyle konuşma ve hesaplaşma olarak görür Tanpınar. Ona göre "mazi daima mevcuttur.  Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz." Gideceği yolu bilen, ancak bu yol uzadıkça ayrıldığı alemle daha çok meşgul olmaya mecbur kalan, onu kimliğinde bir boşluk, biraz sonra, bir köşe başında bırakıvereceği bir "ağır yük" gibi hisseden, bundan dolayı da onun konuşmalarını hep bir "sızı", bir "vicdan azabı" olarak gören bir halet-i ruhiyedir bu. 150-200 yıldır yetişen nesillerin hep uçurumlarından baktığı bu "medeniyet değişmesi"nin ardından geride kalanlara dair bir iç hesaplaşmasının kıymetlendirdiği metinler Tanpınar'ın "mütereddit", hep "gecikmişlik"le malul iç dünyasına açılan birer kapıdır da.
Tanpınar'ın eşliğinde Konya'yı düşünme çabamızı sürdürürken bu noktaya hep dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Sözgelimi Tanpınar "Selçuklu eserlerinin bugünkü harap durumunda, iktisadî buhranlar kadar bu çok mühim zevk ayrılığının, içten kopmanın da bir payı olsa gerektir" derken 1980 sonrası sadece Konya'da değil, hemen bütün ülkede yaşanacak köklü "zevk değişimi"nin de habercisi oluyordur. Şimdilerde betonarme yapıların ve asfalt yolların kapladığı şu şehir, yani Konya 1980'lerin başında bağlık bahçelik bir şehirdi.
Toprağa yakındı Konya ve Konyalılar, en az mavi gökyüzüne yakın oldukları kadar. Şu günlerde II. Nalçacı olarak tabir ettiğimiz bölge de bağlık-bahçelikti, "İlyas'ın kavakları"ndan Paşalı Köprü'ye, altıyol'dan Baruthane Hacı Fettah'a ya da Aziziye Camii'ne kadar olan bölge de. Şehir betonlaştıkça, yüksek binalar birbiri ardınca şehrin mezar anıtları olarak dikildikçe, Selçuklu mimarisinin şaheserlerine musallat olan "taş kanseri" de her hücresine bulaştı ruhumuzun. Tanpınar'ı ve onun Beş Şehir'de yazdıklarını düşünmek ruhumuzun iyiden iyiye keskinleşmiş bu dönemecinde sarktığımız uçurumun dibine bakmak anlamına gelir o yüzden.

Anadolu'nun sağlam ruhu


1243'te gerfçekleşen Kösedağ savaşında Baycu Noyan yönetimindeki küçük Moğol birliğine yenilen Selçuklu ordusu sonrası Anadolu'yu türlü iç karışıklıkların aldığını biliyoruz. Selçuklu vakanüvisi İbn Bibi'nin deyişiyle o savaşın akabinde "Rum memleketi ahvali karışıklık içinde kaldı. Garipler yuvası ve yoksullar sığınağı olan bu güzel yurtta bin türlü dertler ve mihnetler içinde tatlı bir nefes almak nasip olmadı."
Tanpınar'ın sözleriyle "Haklı haksız her kımıldanışın, hattâ en iyi niyetli hareketlerin bile en korkunç neticeleri doğurduğu" bir dönemdir bu. Şehzadelerin zehir, yay ve kirişle boğulduğu, vezirlerin, pervanelerin hanedandan daha üst yetkilerle donatıldığı bir devir. Şöyle tasvir eder bu dönemin karışıklığını Tanpınar, gerçek bir bir ruh ressamı gibi: "Bitmez tükenmez entrikaları, isyanları, ihanetleriyle, zehir, hançer ve yay kirişleriyle ölümleri -zamanın örfüne göre sülâleden prensler kendi yaylarının kirişiyle boğulurdu- biri sönünce öbürü kurulan aristokrat ve çoğu büyük âlim, vezir ailelerinin hususî politikalarıyla Anadolu tam bir Ortaçağ sonu yaşar. Hoyrat ve şehevî II. Keykubad bir ziyafet sofrasında lalası tarafından Altınordu yolunda zehirlenir. IV. Kılıç Arslan kendisini tahta çıkaran Muinüddin Pervane tarafından bir ziyafet sofrasında -şüphesiz Moğolların tasvibiyle- boğulur."
Anadolu'nun bu entrika dolu, karanlık yıllarında başka türden bir anarşizmin de uç verdiğini görürüz. Bu yıllarda ortaya çıkan mistisizm şeklini Tanpınar, "anarşinin ta kendisi" sayar. Şöyle yazar Tanpınar: "Başlangıcından itibaren daima tasavvufa meyli olan, devletin resmî dinine rağmen bir türlü tam manasıyla sünnî Müslümanlıkla yetinemeyen ve Şamanizm kalıntısı akideleri Müslüman dini ile ancak bu çerçeveler içinde birleştiren Anadolu'da Alevî akidelerle beraber Hayderîlik, Kalendirîlik gibi Melâmî tarikatleri çoğalır. İslâm âlemi için o kadar tehlikeli olan ve siyasî istikrara tesir eden Mehdî inancı kökleşir."
Bütün bunlara rağmen, Tanpınar'ın şu tespitine katılmamak mümkün değildir: "...[Anadolu'da] kuvvetli bir devlet fikri ve hanedan bağlılığı taazzuv etmişti." Bu bağlılık sayesindedir ki tüm o entrika, siyasi kargaşa, dini bulanıklık dönemlerine karşın Anadolu birliğini gecikmeli de olsa kurabilmiş, geleceğe kendini bir umut olarak taşımayı sürekli başarmıştır.

Mimariye bakış

13. yüzyılda birçok istila, karışıklık ve savaşa rağmen gerek Konya'nın gerekse de Anadolu'nun bünyesi sapasağlamdır. Tanpınar, bunu özellikle Selçuklu mimarisinin yapımında gözlemler. Konya'da bugüne dek gelmiş birçok tarihi abide, sözgelimi İnce Minare, Karatay Medresesi, Sahip Ata Külliyesi, Sırçalı Medrese ve diğerleri tamamen 1243'teki Moğol istilasının ardından ve Moğollara rağmen inşa edilmişlerdir.
Tamamen vezir aristorasisinin servet toplamasına imkan tanıyan ticaret gelirleri ile 1200'lerden beri gelişen Anadolu ekonomisinin sağlamlığıdır bunun sebebi elbette. Alaeddin Keykubat dönemini önemli kılan bu geniş ticari hacmi son derece güvenilir bir hale getirmesidir. Selçuklular kuzeyde Samsun ve Sinop, güneyde Antalya ve Alanya limanlarıyla Anadolu'yu uluslararası ticaretin tam bir merkezi kılmışlardır. Anadolu içindeki yol güvenliğini de kervansaraylar, hanlar inşa ederek sağlamışlardır.
Alaeddin Keykubad dönemini Selçuklu mimarisinin en parlak devri sayar Tanpınar. Kayseri'deki Kubadiye Sarayı, Beyşehir gölü kıyısındaki Kubadabad, Konya iç surları, dış surları, ünlü Sultan Hanı hep Alaeddin Keykubad'ın inşasıdır. Uluğ Sultan'ın bu eserlerin mimarlığını da üstlendiği mervidir. Bizim de Tanpınar gibi hayıflanmamız gerekir ki bu büyük eserlerin birçoğunun bugün sadece adını biliyoruz. Sultan Hanı sağlam elbette, Kubadabad'da da 1960'lardan beri süren bir arkeoloji çalışması var.
Selçuklu mimarisinin zenginliğinin binaların cephesinde olduğunu belirtir: "Henüz yerli hayatta çok mühim bir yeri olan çadırı örnek alan bu mimarî, ihtirasları büyüdükçe bu cephelerde taş işçiliğinin bütün imkânlarını dener. Ritim araştırması ve onun iki yanındaki duvarlarda veya çeşmelerde az çok tekrar eden büyük kapı bütünleri Selçuklu ustalarındaki kitle fikri ile teferruat zevkinin birbiriyle nasıl bir yarışa girdiğini gösterir."
Tanpınar, Selçuklu mimarisinin gerçekte dinen yasak olan heykelin peşinde olduğunu düşünür. Bundan yola çıkarak "Bu binaların cephelerinde durmadan onun tesirlerini arar. Mektepten mektebe küçük madalyonlar, şemseler, yıldızlar, kornişler, su yolları ve asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan istalaktitler, iki yana fener gibi aşılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde bazen yazıya pek az yer bırakır, bazen de onu ancak seçilebilecek bir oyun hâline getirir. Selçuk kûfîsi denen o çok sanatkâr yazı şekli, hiyeraltik çizgi ile -ve hattâ tâbir caizse şekilleriyle- bu oyunu bir taraftan aşiret işi kilim ve dokumaların süsüne yaklaştırıyor, bazen de nisbetler büyüdü mü bütün bir kabartma oluyordu. Bu emsalsiz taş işçiliği bazen de heykel zevkinin yerine kitap sahifesini, yahut kitap gibi dokunmuş kilim veya şalı koyuyordu" şeklinde yazar.
Tanpınar'ın yazdıkları ne kadar güzel ve doğru görünürse görünsün buradan Selçukluların "heykel arar gibi" oldukları sonucu çıkmaz elbette. Şu "heykel yasağı"nın Konya'da anlaşılma konusuna daha sonra tartışmak üzere bir mim koyalım şimdilik ve son olarak Tanpınar'ın o muhteşem üslubuyla İnce Minareli Medres'nin kapısına yaptığı yorumu zikredelim: " Sahip Ata'nın yaptırdığı İnce Minareli'nin cephesi tiftikten dokunmuş büyük bir sultan çadırına benzer.  Süs olarak sadece iki Kur'an suresini (Yasin ile Sûre-i Feth) taşıyan ve onların, kapının tam üstünde çok ustalıklı bir düğümle birbirinin arasından geçerek yaptıkları düz pervazla, Allah kelâmının büyüklüğü önünde insan talihinin biçareliğini anlatmak ister gibi mütevazi açılan asıl giriş yerini çerçeveleyen bu kapı bütünü nev'inin hemen hemen yeganesidir."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder