22 Ocak 2014 Çarşamba

YABANCILAŞTIRMA TEKNİĞİ VE MURAT GÜZEL

Rus biçimcilerin ostranenie dediği yabancılaştırma tekniğinin aracı olan tekilleştirme ise bir nesne ya da kavramın etrafını boşaltmaktır. Dikkatin yönelmesi gerektiği düşünülen şey hakkında ya peş peşe farklı açılardan yargılar sıralanır ya da şey anılmaksızın çevresindeki her şey anılmak suretiyle o şeyin çerçevesi çizilir. Bu kısaca bağlamın seçilen bir merkezin hizmetine koşulmasıdır. Bu durumda Bakhtin’in düşünceyi diyalojikleştirdiğini öne sürdüğü sinkrisis vardır. Sinkrisis, karakteristik bir konuya dair çeşitli bakış açılarının yan yana getirilişidir. Şiir yazmak bir sözcüğü her hâlükarda başka bir bağlama sokmak olduğu için şiir dili yabancılaştırmayı aralıksız kullanır. Bunun ironi yarattığı durumlardır ilgiye değer olan. Cemal Süreya’nın “Onlar İçin Minibüs Şarkısı”, Oğuz Atay’ın disconnectus erectus tarifi, Ülkü Tamer’in “Giyotin” şiiri, Fuzulî’nin “Su Kasidesi”, Sezai Karakoç’un “Kapalı Çarşı” şiirinde tekilleştirilen “onlar” zamiri, Ergin Günçe’nin “Türkiye Kadar Bir Çiçek” adlı şiirinde tekilleştirilen “çiçek” aklıma ilk gelen yabancılaştırmada ironik örnekler.
Yabancılaştırma karşılıklı hâle geldiği anda çiftdeğerli bir ironi oluşur. İşte benim asıl vurgulamayı istediğim bu çiftdeğerlilik. Öte yandan şeylerin yabancılaşmaya karşılık vermesi ve şairin de buna kulak kesilmesi, her zaman ironi yaratmıyor. Örneğin Pablo Neruda, Şili’nin Taşları adlı kitabının önsözünde “1939’da Kara Ada’ya yaşamaya geldim ve kıyı, taşların olağanüstü varlığıyla kaplanmıştı. Onlar benimle kaba ve ıslak bir dille, bir yığın deniz çığlıkları ve ilkel uyarılarla, konuşuyorlardı. / Bunlardan ötürü, bu kitap taştan yaratıkların portreleriyle süslüdür ve taşlarla aramdaki diyalog bütün dünya şairlerine açtığım bir konudur. Böylece taşın ve hayatın sırrı ile yüzleşmek onlar tarafından devam ettirilebilir.” diyor; ancak Neruda bir ironist olmadığı için taşlara hemen kişilik bahşediyor. Neruda, aynı zamanda bir inanç adamı olduğu için taşlara -bir ikame mantığıyla ve taşı suç eylemlerinin şeriki sayarak değil onu ideallerinin yoldaşı sayarak- dokunmaktadır. Onların “kaba ve ıslak”lığını duyumsamaktadır. Taşlara bahşettiği kişiliklerin ardında Neruda’nın geniş ufku uzanmaktadır. Bu ufkun yığınlaştırıcı baskın etkisiyle, peşin kişileşmiş olan taşlar yığınlaşmakta ve yeniden kimliksizleşmektedirler; çünkü “gerçekten yana durdum” diyen Neruda dava adamlarına mahsus güçlü kimliği ile onları yabancılaşmaktan korumuştur.
Yabancılaştırma tekniğinde nesneyi dışarıdan kavrayıp sunma vardı; Neruda ise onlara bir zihniyet giydirip sunuyordu. Şeylerin yabancılaşmaya karşılık vermesinde bir şeyi içeriden kavrayıp sunma çabası var diyebiliriz. Burada Francis Ponge’un ifadesiyle söylersek, “nesneler üstüne değil, nesnelerle birlikte düşünmek” söz konusudur. Ponge, şeylere kişilik değil iç dünya bahşediyor. Böylece pekâlâ dünyanın “cinayetin suç ortağı” olduğunu söylemek de mümkün olacaktır. Örneğin; Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’nde Zebercet’in verilişinde Pongevari bir ‘nesnelerle birlikte düşünme’ vardır. Cinayet süreci boyunca çevredeki eşyalar âdeta onu kışkırtmak için örgütlenmişlerdir. Roman boyunca ‘dokunma’ duyusunun verdiği dehşeti kim unutabilir. Bulantı’da ise Roquentin “Sanki canlı birer hayvan imişler gibi nesnelerle ilişkiye girmekten korkuyorum.” diyor. Böyle bir bakışla nesne tarafından görülmenin karşı-ironisini fark etmemiz de gerekecektir. Soru şudur: Şeylere atfedilen bilinçlerin yazarın buyurgan zihni tarafından kaynaştırılmamış çoğulluğu şeylerdeki gücül ironiyle karşılaştırabilir mi bizi? Bu sorunun yanıtını Murat Güzel’in “Tongadır Tango Değil-Bir Toz Meseli” şiiri üzerine düşünerek arayacağım.
Murat Güzel, Neruda’nın tersine dokunmanın imkânsızlaştığı bir noktada şiir yazar. Arzu yılmış ve Güzel, -arzu açısından mezar olan- cansıza yönelmiştir. Yılgın arzunun insanı güçlü kıldığını yazıyor Cioran. “Vazgeçiş sonsuz bir iktidar sağlar.” Maddeye söz geçirmenin sanırım en etkili yolu bu. Maddenin bu şiirde buharlaşması beklenebilecekken ironik biçimde madde, her yere girebilecek denli küçük ve her nesnenin üzerini kaplayacak denli ince olan tozla her sözcüğe siner. Tozu düşünmez Güzel; tozla birlikte düşünür.
Tozu tımbırdatıyor sevgili Adonis, bense varediyorum gecenin bir yarısı
Asma yapraklarından, kayısı çekirdeklerinden, kırmızı karıncalardan
Asya’dan, Afrika’dan, yine Afrika’dan, polenleri, freze artıklarını, demir kırıntıları
Toz çünkü en eski kelime, çamurlanır konuşurken, her şeyin unu,
Pudrası, konuşurken geceyi bilmiyoruz, saat ne
Dakikalar, saniyeler neyin tozu
(…)
Kimi rivayetlere göre İsa’nın inişi tozlu bir günde olacak
Beytüllahim’de bir rahip bu yüzden sürekli toz üretir
Tozun sesidir gökgürültüsü, tozun öksürüğü
Tozun merhemi sağaltır ayışığının tende bıraktığı lekeleri
Zaman tozludur, toz öldürecek Deccal’i
Tozun çarmıhında değişecek İblis ateşten elbiselerini
Çünkü toz barış sağlar, toz savaş, toz bir Marinetti şiiri!
Güzel, bu şiirde hem tozu yabancılaştırmakta hem de tozun kalbini öne sürmektedir. Ona hem bir iç dünya hem de ölümsüzlük bahşetmektedir. Böylece fevkalâde yaratıcı bir keşifle varlığın başlangıcından beri hep varolan saygın arketiplerin şiirde kotardığı işi (süreklilik; örn. Mefistoteles, Lucifer ve Hızır) ayaklar altındaki toza gördürerek yaratacağı zamandışı bağlamı ironikleştirir. Hem madde hem de anti-madde olan toz “çirkin ve pistir pantolonları daima ütülü duran modernlere göre”. Güzel, tozun bakış açısını toza bakış açılarıyla çarpıştırır; şiirdeki sinkrisis (örn. modernlerin ve Hz. İbrahim’in yanyanalığı) ve Güzel’in yılmışlığı ve vazgeçmişliği, onun ben-merkezinden konuşmasına engel olur. Benin iktidarı yıkılırken tozun otonom bencikleri şiirsel evrenin her tarafına sinerler. “Bir Toz Meseli” şiiri bir dizi bağlamdeğiştirme algoritması ile çoksesliliğe derinden ve nitelikli bir katkı olarak okunmalıdır.
HAYRİYE ÜNAL/BİR PORTRE ve TÜRK ŞİİRİNDE DOKUZ İRONİK SÖYLEM yazısından ilgili bölüm...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder