I. 11 Eylül tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve
Pentagon'a gerçekleştirilen saldırılar, gerek üzerlerine üretilen komplo
teorileri bakımından gerekse mevcut uluslar arası düzenin yegane
"güç"ü ABD'nin sınırları içinde ABD'nin temsil ettiklerine
yönelmişlikleri bakımından epey tartışıldı. Bu tartışmalar içinde aktarılan
bilgi, belge ve enformasyon neredeyse teorik bakışı kör edici bir yoğunlukta
seyretti. Belki de içine sokulduğumuz bu "enformasyon koması"yla amaçlanan
da böyle bir şeydi: bütün eleştirel potansiyelin dumura uğramasıydı. Terör
söylemlerinin "propagandist" niteliği en çok saldırılardan hemen
sonra medyada arz-ı endam eden "Siyasal İslam uzmanları"nın kendi
uzmanlıklarını "konuşturmalarında" işlevselleşti.Yaşanan dehşetin
boyutlarını serimleyen bu uzmanlar bir noktadan sonra onun meşrulaşmasına da
hizmet ettiklerinin, hatta onun bir parçasına dönüştüklerinin farkına
varamadılar. Siyasal/radikal/militan İslam kavramlaştırmaları ve analizleri,
bir yanda son kertede içerdikleri fantazmagorik yapı sayesinde terör
saldırılarında edimselleşen "imkansız"ın imkansız oluşu gerçeğini
bütün gözlerden ırak tutmaya çabalarken diğer yandan da bu imkansızın
edimselleşmesinin dehşete düşürücü olağanlığına şaşırmamızı engellediler.
Bilindiği gibi Aristo Metafizik'in
sekizinci kitabında potansiyelin edimselden (energeia, actual) nasıl hem önce
gelip onu belirlerken hem de özde ona tabi olduğunu göstermeye çalışır.* Fakat,
yine de, potansiyel belli bir otonomiye sahiptir. Potansiyelin (dynamis)
potansiyel olarak varolabilmesi ve edimsele dönüşmemesi için onun aynı zamanda
belli bir potansiyelsizlik (adynamia) de olması gerekir. Aristo'nun özlü
ifadesiyle, "Her potansiyel aynı şeyin aynı türden
potansiyelsizliğidir" (tou autou kai kata to auto pasa dynami
adynamia). Bu yüzdendir ki Aristo'ya göre edimsel, potansiyelin yok
oluşu ya da onunla yer değiştirmesi değildir; potansiyel, edimselde kendi
potansiyelsizliğini iptal ederek kendisini korumakta, dahası "kendisini
kendisine vermektedir" (Agamben, 2001: 64). Böylelikle "terör"ün
ya da "İslamcılık"ın potansiyel tehdidinden bahsetmeye başladığımızda
kastettiğimiz şey onlarda içerilen "mükemmel potansiyel"dir: Onlar
bizi tehdit etmezken bile tehdit etmektedirler. Öyleyse bir adım daha atıp şunu
söylemek gerek: herhangi bir potansiyel tehditten korunmanın en iyi yolu bu
tehdidin edimselleşmesi/gerçekleşmesidir. Terörün ya da İslamcılığın tehdidi
edimselleştiğinde bu tehdit sadece kendi kendini gerçekleştirmiş olmakla
kalmaz, aynı zamanda tehdit etmeyişin de gerçekleşmesi mümkün olur.
Siyasal/radikal/militan İslam ve terör "uzmanları"nın analizlerinde
kaçırdıkları tam da budur.
Bu medyatik tartışmalarda Siyasal İslam
uzmanlarının haricinde ikinci bir uzmanlar grubu daha vardı ki onlar da en az
öncekiler kadar dehşetin rehabilitasyonuna ve olağanlaştırılmasına hizmet
ettiler. Fakat bunu yaparken izledikleri strateji bir önceki grubun
stratejisinin zıddınaydı: onlar, terör saldırılarını komplo teorileri
aracılığıyla olağanlaştırdılar.
Komplo teorilerinin ve onları üreten
teorisyenlerin en önemli kusuru, yaşadığımız olaylardaki maijeure arcana'yı
görünür kılamaya çalışan rasyonellik anlayışları ve elbette bir araya
getirilmesi mümkün olmayan ayrıntıları birbirine ulamada gösterdikleri o tuhaf
beceridir. Bunu söylemiş olmakla, bu türden her teorinin geçersiz veya en
azından kabul edilemez olduğunu öne sürüyor değiliz. Sadece, komplo
teorilerindeki sonuca dayalı açıklama modellerine dikkat edilmesi gerektiğini
öneriyoruz. "Bu işten kimin çıkarı var?" sorusuna cevap arayarak bu
işten çıkarı olanların illa ki bu işi yapmış olduklarını ispatlayamayız.
Aksine, bu tür sonuca dayalı açıklama modelleri yaşadıklarımızda içerilen
irrasyonel ögeleri daha global/evrensel/rasyonel bir çerçeve içinde sıkıştırmaya/indirgemeye
çabaladıkları ölçüde araçsal akla içkin diyalektikte çürüyen ayrıntılar
yığınına dönüşmektedirler.
Bu kertede psikanalist Adam Philips'in kitabına
da esin verdiği açık olan soruyu sormalıyız: Yaşadığımız olayların dehşetinden
uzmanların açıklamalarına sığınarak kurtuluyoruz; peki ama uzmanların
oluşturduğu dehşetten kime sığınacağız?
II. Terör nedir? Amerikan siyasi belgelerinde
geçtiği biçimiyle herhangi bir dini, siyasi, ekonomik ya da ideolojik maksat
güdülerek ifa edilen gayrımeşru şiddet kullanımı mı? Bu tanıma sadık kalarak
savaşı da bu maksatları gerçeklemeye dönük "meşru" şiddet kullanımı
olarak mı nitelemeliyiz? Terör ile savaşı birbirinden nasıl ayırt edebiliriz?
Savaşı eğer devletler arasında sınırları, araçları ve biçimi önceden belirlenmiş
ya da kararlaştırılmış bir kuvvet kullanımıyla tanımlayacak olursak, bu
belirleme ve kararlaştırmanın formel mi yoksa içeriğe ilişkin mi olduğuna dair
yeni bir soru kafalarımızı meşgul etmeyecek midir? Öteden beri alışık olduğumuz
nizami/gayrınizami harp ayrımını bu durumda nereye sokuşturacağız?
Bu sorular teröre ilişkin gelişen propagandist
söylemlerden uzaklaşmamızı sağladıkları kadar "görüntü" ve
"gerçek" arasındaki ayrımı da bulanıklaştırıyor olmalıdır. Haddi
zatında propagandist söylem, görüntünün gerçekliğin yerini tutmaya başladığı
zamanlarda ortaya çıkan/yaygınlaşan bir söylem tarzıdır. Daha doğrusu
propagandist söyleme göre bir "gerçek" vardır; o da bize propagandada
sunulan ve/ya gösterilendir. Propaganda görüntü ile gerçek arasındaki farktan
yararlanarak işler. Daha doğrusu gerçeğin kısmi istihdamıyla yaratılan
görüntüye ilişkin etki propaganda tekniklerinin başlıca malzemesidir. Fakat 11
Eylül saldırılarından hemen sonra başlatılan anti-terör amaçlı propaganda
kampanyalarında bu kez gerçeğin imaline dönük görüntü kullanımlarına tanık
olduk. Görüntü ile gerçek arasındaki kaygan mesafeden yararlanan bu tekniklerle
böylece hem gerçeğin hem de görüntünün bağıl üretimleri sürecinde işleyen
post-diyalektik ilişki elde hazır tutuldu. Başlı başına bu durum bile
iktidarların kendi meşruiyetlerini propaganda aracılığıyla ürettikleri bir
yanılsama sayesinde koruduklarına yönelik o ideoloji eleştirilerinin artık
yanılsama ürettiğini göstermek bakımından önemlidir. Artık ya gerçeklik de bir
yanılsamadır ya da ne gerçeklik ne de yanılsama vardır...
III. 11 Eylül
saldırılarından hemen sonra ABD’nin üst düzey mercilerinden yapılan
açıklamalarda düşmanın “görünmez” oluşundan bahsedildi. Teröre atfedilen bu
“görünmezlik” ve “hayalilik” niteliği böylece İslamcılık(lar)a atfedilen
“sınırları aşma”, “duvarlardan geçme” nitelikleriyle aynı hat üzerinde
bitiştirildi (Sayyid, 2001). Bu anlamlandırma hattında George Bush’un bir “Haçlı
seferi”nden bahsetmesi sadece tarihsel bir lapsus
olarak görülemez. Bu, ötekiliğin ve öteki’nin Aynı’nın emperyal söylemindeki
bir yansısıdır. Eğer İslamcılık(lar) Öteki’nin ötekisi olarak konumlanmayı ve
onu eğretilemeyi sürdürürlerse bu türden simgesel bağımlılıkların daha dehşet
verici görünümlerine tanık olmayı sürdüreceğiz demektir.
İslamcılık(lar)
temsil ettikleri imkansızın sınırları içerisinde kendilerine ait bir tahayyüle
sadeec kendi adlarına sahip olamayacaklarını, çoğu kez bna izin bile verilmeyeceğini
farketmek zorundadırlar. Ancak, elbette bu İslamcıların bütün iddialarından
vazgeçmeleri gerektiği anlamına da gelmez. İslamcılar istimlak ettikleri ya da
ürettikleri siyasal alanı en verimli biçimde kullanmakla yükümlüdürler. En
azından, küresel ölçekte bugüne dek ödedikleri bedel bunu gerektirir. Bu,
tahayyüle karşı her zaman aklı önceleyenlere verilmiş bir taviz sayılmamalıdır.
Aklı, itidali ve temkini savunanların bugüne kadar hep muhafazakarlığa eğilimli
kişiler olmaları elbette dikkat çekicidir. Savunulanın derme çatma bir
“gecekondu” olması da vahameti artırmamaktadır. Gerçi, bilinmelidir ki,
çokkültürlülük makyajı/cilası kazındıkça ortaya çıkan emperyal şiddetin iki yüz
yıldır tanık olduğumuz yüzüdür. Müslümanlar bütün yeryüzü coğrafyasında bu
şiddetin muhtelif ve müteferrik maskeleriyle boğuşmaktadır. Bu boğuşmanın
sadece bir “hayal” olması da mümkündür; elbette bunun tersi de. “Hem suçlu hem
güçlü” bir düşman madem ki “biz”e çatmıştır; aslolan bu çatışmadan en az
zararla kurtulmaktır. Bu bir ricat değildir, aksine teyakkuz halidir. Üstelik
akıl ve itidal en çok teyakkuz halinde işe yarayan şeylerdendir.
IV. Yukarıdaki
görüşlerimizi biraz daha açalım: İslamcılık kendisine yöneltilen birçok
betimleme ve eleştiride “dinselin geri dönüşü” genel kategorisi altında
düşünülmüştür. Bu kategori geri dönende
gerçekleşmiş değişimleri, onun yenilenmişliğine işarette bulunan şeyler olarak
olumlu anlamda değil de onun çarpıtılmış, otantisitesini yitirmiş biçimine
atıfta bulunan “olumsuz” şeyler olarak görme temayülündedir. Taliban örneğinde
en çarpıcı delilini bulan bu yaklaşım tarzı, tamamen boş verilebilecek bir
analiz tarzını temsil etmese de, “istisna”nın olağanlaştırılmasına hizmet
etmektedir. Siyasal-dinsel-hukuki yerinden olma ve yerleş(tir)me biçimlerindeki
dönüşümlerin bir semptomu olarak değerlendirilebilecek istisna yapısı içerdiği
potansiyellerle birlikte daha farklı bir biçimde de okunabilir.Elbette, bu,
şimdiye dek geçerli olan yeryüzü nomosunun yerini çok daha farklı bir nomosa
bıraktığını göstermektedir (Agamben 2001: 56).
Sözgelimi Roy
(2001)’un bu konuyla ilgili yaptığı analizler, kültürel kriz ortamında
silikleşen digger kimlik etiketlerine karşı “dinselliğin” yeni bir kodlama
tarzına imkan verdiği öncülüne dayanır: “Din diğer aidiyetlerle karşıtlık
oluşturmayan ve başka kodların da kullanılmasına imkan tanıyan, geçişken bir
kimlik sağlar.” Buradaki yenilik, Roy’a gore dinsel pratiğin yenilenişi değil,
aksine dini kimliğin yeni bir etninin oluşumuna imkan tanıyan bu geçişken ve
muhayyel kimliğidir. Bir yerde, Roy’un önerdiği bakış açısı dinin diğer tüm
aidiyet kalıplarını aşan bir üst eklemlemeye olanak verdiği, böyle bir merci olma
konumuna eriştiğidir. Peki ama niye diğer aidiyet yapıları değil de din böyle
bir konuma erişebilmekte ya da onu sürdürebilmektedir? Roy’un analizi bu
sorunun cevabını aramak yerine klasik Avrupamerkezci bir içerik kazanır. Bu Avrupamerkezci
tını en iyi O’nun İslam’ı yeni bir etnisitenin metaforu olarak okuma tarzında
hissedilir. O’na gore, yeni köktenci söylem büyük ölçüde bir dışlanmışlık
duygusu etrafında gelişir. Üçüncü Dünyalı dışlanmışların “başkaldırı(sı)
kurgusal bir tarzda hayali bir ümmet üzerinden enternasyonalleşerek
politikleşir.” (Roy, 2001: 94) Bu yüzden yeni köktenci söylem, “dinsel pratiğe
geri dönüşten ziyade dışlanmış bir toplumsal kesimin etnileştirilmesini içerir.
Bu etnileştirme kendini hayali bir egemen kültür ile icat etmek zorundadır.”
(s. 93) ** Böylelikle, Roy, rahatça İslamcılığı toplumsal bütünleşmeyi
sağlayamayan kesimlerin kültürellikten yoksun bir ideolojisi olarak
betimleyebilir ve hatta İslam’ı Doğu’nun dışına çıkararak “Oryantalizmin sonu”nu
ilan edebilir. Oysa, bize gore, oryantalizmin sonunun ilanının “Doğu’nun bitişi”
ile alakalandırılması bizatihi Batı’nın bitişiyle de alakalı olmalıdır. Öte
yandan, yeni köktenci söylemin kültürsüzlüğü, Roy’un varsaydığı dışlanma hattı
takip edilirse “hayali egemen kültür”ün kültürsüzlüğüdür. Bu yüzden ‘Batı’nın yaşadığımız
dünyaya içkin oluşu ancak yaşadığımız dünyanın her yönüyle türdeş ve homojen
olması anlamında düşünülebilir.
Gerçekten de
aklın yurdu (Batı) ile hayalin yurdu (Doğu) arasındaki kapışma sona mı ermiştir?
Roy’un bitişini ilan ettiği Doğu, sakın Batı olmadığını düşleyen bir Batı
olmasın?
V. 11 Eylül
saldırıları yeni dünya düzeninin çözülmesine yol açan olaylar silsilesinin ilki
olmasa bile en önemli unsurudur. Bu olaylar içerisinde 11 Eylül’ün kendine özgü
karakteri hem bir istisna hem de bir örnek teşkil eder. İstisnadır, çünkü bir
daha böyle bir saldırının gerçekleştirilebilmesi mümkün olsa bile ürettiği etki
ve dehşet bir önceki gibi olmayacaktır. Örnektir, çünkü terör denen daha genel
bir kategoriye aittir. Böylelikle hem istisnaya ait olan dışlayarak içleme hem de örneğe ait olan içleyerek dışlama yapısını birlikte barındırır. Birçok bakımdan 11
Eylül istisnai bir örnek ya da örnek bir istisnadır. Örnek ile istisnanın
metonimik bir hatta bitiştiği 11 Eylül simülasyonunu anlamak için onun hem
kapsayarak dışladıklarına hem de dışlayarak kapsadıklarına aynı anda bakmak
gerekir.
11 Eylül, adalet
arayışının terör aracılığıyla gerçekleştirilemeyeceğini gösteren bir örnektir.
Adalet istenirken adalet dışlanmıştır. Adalet arayanlar kendi haklılıklarına
saldırı düzenlemişlerdir bu bakımdan: kendi haklılıklarını yıkmışlar, kendi
davalarına ihanet etmişlerdir. Onlar, böylelikle, kendi haklılıklarının
içerdiği potansiyeli dışlamışlardır- tabii, saldırıyı gerçekleştirenler
gerçekten de onlarsa! Komplo teorilerinin asıl işlersellik kazandığı noktanın
bu haklılığı koruma içgüdüsüyle üretildiği ileri sürülebilir bu yüzden.
Öte yandan 11
Eylül bir istisnadır; neyin olabileceğini göstererek neyin olamayacağını
işaretleyen bir istisna. Ne yazık ki olabileceklere bakmak olamaz
dediklerimizin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Tıpkı tipik Holywood filmlerindeki
gibi en kötü olasılık gerçekleşir.
Türkiye’de 11
Eylül saldırılarıyla aynı zamanlarda vizyona giren “Kod Adı: Kılıçbalığı”
filminin giriş sekansında John Travolta, Hollywood’un yanıldığını ileri
sürüyordu. Filmin sonunda yer alan Usame bin Ladin’in gemisinin bombalanışı
sahnesine yer vermekle kendisinin de yanılmış olduğu ortaya çıktı.
__________________________
* Bu kısımda Agamben (2001, 64-67)'nin yorumlarını takip ediyoruz.
** Roy'un bu analizlerine karşı Sayyid, İslam ümmeti kavramını postkolonyal dönemde diasporik bir mantıkla eklemlenen bir oluşum, edimsellikten çok potansiyel bir ufuk olarak konumlamayı önerir. Buna göre ümmet mevcut durumun değişmesiyle birlikte erişilmesi mümkün hale gelen bir ufuk, bir ileri adımdır. Sayyid'e göre bu oluşum iki merkezsizleştirme -Batı'nın merkezsizleştirilmesi ve küreselleşmeyle birlikte çevre ulus-devlet formasyonlarının merkezsizleştirilmesi- arasında konumlanabilecek bir yeniden yerleştirmedir. Ayrıntılar için bkz. Sayyid, 2000b.
KAYNAKÇA
Agamben, Giorgio, 2001, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (çev. İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı.
Güzel, Murat, 2000, "Özeleştiri Temrinleri: Mağlupların Dili ve Ethosu", Tezkire, No: 18.
Roy, Olivier, 2001, "Kimliğin Yeniden Oluşumu Neden Dinsel Bir Tabanda Gerçekleşir?" (çev. Salih Peker), Birikim, No: 150.
Sayyid, S, 2000a, Fundemantalizm Korkusu: Avrupamerkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu (çev. E. Ceylan-N. Yılmaz), Ankara: Vadi.
Sayyid, S, 2000b, "Beyond Westfalia: Nations and Diasporas- The Case of the Muslim Ummah", Un/Settled Multiculturalism: Diasporas, Entenglements, Transruptions (ed. Barnor Hesse), Londra: Zed Books
__________________________
* Bu kısımda Agamben (2001, 64-67)'nin yorumlarını takip ediyoruz.
** Roy'un bu analizlerine karşı Sayyid, İslam ümmeti kavramını postkolonyal dönemde diasporik bir mantıkla eklemlenen bir oluşum, edimsellikten çok potansiyel bir ufuk olarak konumlamayı önerir. Buna göre ümmet mevcut durumun değişmesiyle birlikte erişilmesi mümkün hale gelen bir ufuk, bir ileri adımdır. Sayyid'e göre bu oluşum iki merkezsizleştirme -Batı'nın merkezsizleştirilmesi ve küreselleşmeyle birlikte çevre ulus-devlet formasyonlarının merkezsizleştirilmesi- arasında konumlanabilecek bir yeniden yerleştirmedir. Ayrıntılar için bkz. Sayyid, 2000b.
KAYNAKÇA
Agamben, Giorgio, 2001, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (çev. İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı.
Güzel, Murat, 2000, "Özeleştiri Temrinleri: Mağlupların Dili ve Ethosu", Tezkire, No: 18.
Roy, Olivier, 2001, "Kimliğin Yeniden Oluşumu Neden Dinsel Bir Tabanda Gerçekleşir?" (çev. Salih Peker), Birikim, No: 150.
Sayyid, S, 2000a, Fundemantalizm Korkusu: Avrupamerkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu (çev. E. Ceylan-N. Yılmaz), Ankara: Vadi.
Sayyid, S, 2000b, "Beyond Westfalia: Nations and Diasporas- The Case of the Muslim Ummah", Un/Settled Multiculturalism: Diasporas, Entenglements, Transruptions (ed. Barnor Hesse), Londra: Zed Books
Tezkire,
yıl 11, sayı 23, kasım/aralık 2001
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder