12 Kasım 2013 Salı

11 EYLÜL'ÜN ÖTESİNDE: TERÖRÜN ADALETİ


I. 11 Eylül tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon'a gerçekleştirilen saldırılar, gerek üzerlerine üretilen komplo teorileri bakımından gerekse mevcut uluslar arası düzenin yegane "güç"ü ABD'nin sınırları içinde ABD'nin temsil ettiklerine yönelmişlikleri bakımından epey tartışıldı. Bu tartışmalar içinde aktarılan bilgi, belge ve enformasyon neredeyse teorik bakışı kör edici bir yoğunlukta seyretti. Belki de içine sokulduğumuz bu "enformasyon koması"yla amaçlanan da böyle bir şeydi: bütün eleştirel potansiyelin dumura uğramasıydı. Terör söylemlerinin "propagandist" niteliği en çok saldırılardan hemen sonra medyada arz-ı endam eden "Siyasal İslam uzmanları"nın kendi uzmanlıklarını "konuşturmalarında" işlevselleşti.Yaşanan dehşetin boyutlarını serimleyen bu uzmanlar bir noktadan sonra onun meşrulaşmasına da hizmet ettiklerinin, hatta onun bir parçasına dönüştüklerinin farkına varamadılar. Siyasal/radikal/militan İslam kavramlaştırmaları ve analizleri, bir yanda son kertede içerdikleri fantazmagorik yapı sayesinde terör saldırılarında edimselleşen "imkansız"ın imkansız oluşu gerçeğini bütün gözlerden ırak tutmaya çabalarken diğer yandan da bu imkansızın edimselleşmesinin dehşete düşürücü olağanlığına şaşırmamızı engellediler.
Bilindiği gibi Aristo Metafizik'in sekizinci kitabında potansiyelin edimselden (energeia, actual) nasıl hem önce gelip onu belirlerken hem de özde ona tabi olduğunu göstermeye çalışır.* Fakat, yine de, potansiyel belli bir otonomiye sahiptir. Potansiyelin (dynamis) potansiyel olarak varolabilmesi ve edimsele dönüşmemesi için onun aynı zamanda belli bir potansiyelsizlik (adynamia) de olması gerekir. Aristo'nun özlü ifadesiyle, "Her potansiyel aynı şeyin aynı türden potansiyelsizliğidir" (tou autou kai kata to auto pasa dynami adynamia). Bu yüzdendir ki Aristo'ya göre edimsel, potansiyelin yok oluşu ya da onunla yer değiştirmesi değildir; potansiyel, edimselde kendi potansiyelsizliğini iptal ederek kendisini korumakta, dahası "kendisini kendisine vermektedir" (Agamben, 2001: 64). Böylelikle "terör"ün ya da "İslamcılık"ın potansiyel tehdidinden bahsetmeye başladığımızda kastettiğimiz şey onlarda içerilen "mükemmel potansiyel"dir: Onlar bizi tehdit etmezken bile tehdit etmektedirler. Öyleyse bir adım daha atıp şunu söylemek gerek: herhangi bir potansiyel tehditten korunmanın en iyi yolu bu tehdidin edimselleşmesi/gerçekleşmesidir. Terörün ya da İslamcılığın tehdidi edimselleştiğinde bu tehdit sadece kendi kendini gerçekleştirmiş olmakla kalmaz, aynı zamanda tehdit etmeyişin de gerçekleşmesi mümkün olur. Siyasal/radikal/militan İslam ve terör "uzmanları"nın analizlerinde kaçırdıkları tam da budur.
Bu medyatik tartışmalarda Siyasal İslam uzmanlarının haricinde ikinci bir uzmanlar grubu daha vardı ki onlar da en az öncekiler kadar dehşetin rehabilitasyonuna ve olağanlaştırılmasına hizmet ettiler. Fakat bunu yaparken izledikleri strateji bir önceki grubun stratejisinin zıddınaydı: onlar, terör saldırılarını komplo teorileri aracılığıyla olağanlaştırdılar.
Komplo teorilerinin ve onları üreten teorisyenlerin en önemli kusuru, yaşadığımız olaylardaki maijeure arcana'yı görünür kılamaya çalışan rasyonellik anlayışları ve elbette bir araya getirilmesi mümkün olmayan ayrıntıları birbirine ulamada gösterdikleri o tuhaf beceridir. Bunu söylemiş olmakla, bu türden her teorinin geçersiz veya en azından kabul edilemez olduğunu öne sürüyor değiliz. Sadece, komplo teorilerindeki sonuca dayalı açıklama modellerine dikkat edilmesi gerektiğini öneriyoruz. "Bu işten kimin çıkarı var?" sorusuna cevap arayarak bu işten çıkarı olanların illa ki bu işi yapmış olduklarını ispatlayamayız. Aksine, bu tür sonuca dayalı açıklama modelleri yaşadıklarımızda içerilen irrasyonel ögeleri daha global/evrensel/rasyonel bir çerçeve içinde sıkıştırmaya/indirgemeye çabaladıkları ölçüde araçsal akla içkin diyalektikte çürüyen ayrıntılar yığınına dönüşmektedirler.
Bu kertede psikanalist Adam Philips'in kitabına da esin verdiği açık olan soruyu sormalıyız: Yaşadığımız olayların dehşetinden uzmanların açıklamalarına sığınarak kurtuluyoruz; peki ama uzmanların oluşturduğu dehşetten kime sığınacağız?

II. Terör nedir? Amerikan siyasi belgelerinde geçtiği biçimiyle herhangi bir dini, siyasi, ekonomik ya da ideolojik maksat güdülerek ifa edilen gayrımeşru şiddet kullanımı mı? Bu tanıma sadık kalarak savaşı da bu maksatları gerçeklemeye dönük "meşru" şiddet kullanımı olarak mı nitelemeliyiz? Terör ile savaşı birbirinden nasıl ayırt edebiliriz? Savaşı eğer devletler arasında sınırları, araçları ve biçimi önceden belirlenmiş ya da kararlaştırılmış bir kuvvet kullanımıyla tanımlayacak olursak, bu belirleme ve kararlaştırmanın formel mi yoksa içeriğe ilişkin mi olduğuna dair yeni bir soru kafalarımızı meşgul etmeyecek midir? Öteden beri alışık olduğumuz nizami/gayrınizami harp ayrımını bu durumda nereye sokuşturacağız?
Bu sorular teröre ilişkin gelişen propagandist söylemlerden uzaklaşmamızı sağladıkları kadar "görüntü" ve "gerçek" arasındaki ayrımı da bulanıklaştırıyor olmalıdır. Haddi zatında propagandist söylem, görüntünün gerçekliğin yerini tutmaya başladığı zamanlarda ortaya çıkan/yaygınlaşan bir söylem tarzıdır. Daha doğrusu propagandist söyleme göre bir "gerçek" vardır; o da bize propagandada sunulan ve/ya gösterilendir. Propaganda görüntü ile gerçek arasındaki farktan yararlanarak işler. Daha doğrusu gerçeğin kısmi istihdamıyla yaratılan görüntüye ilişkin etki propaganda tekniklerinin başlıca malzemesidir. Fakat 11 Eylül saldırılarından hemen sonra başlatılan anti-terör amaçlı propaganda kampanyalarında bu kez gerçeğin imaline dönük görüntü kullanımlarına tanık olduk. Görüntü ile gerçek arasındaki kaygan mesafeden yararlanan bu tekniklerle böylece hem gerçeğin hem de görüntünün bağıl üretimleri sürecinde işleyen post-diyalektik ilişki elde hazır tutuldu. Başlı başına bu durum bile iktidarların kendi meşruiyetlerini propaganda aracılığıyla ürettikleri bir yanılsama sayesinde koruduklarına yönelik o ideoloji eleştirilerinin artık yanılsama ürettiğini göstermek bakımından önemlidir. Artık ya gerçeklik de bir yanılsamadır ya da ne gerçeklik ne de yanılsama vardır...
III. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra ABD’nin üst düzey mercilerinden yapılan açıklamalarda düşmanın “görünmez” oluşundan bahsedildi. Teröre atfedilen bu “görünmezlik” ve “hayalilik” niteliği böylece İslamcılık(lar)a atfedilen “sınırları aşma”, “duvarlardan geçme” nitelikleriyle aynı hat üzerinde bitiştirildi (Sayyid, 2001). Bu anlamlandırma hattında George Bush’un bir “Haçlı seferi”nden bahsetmesi sadece tarihsel bir lapsus olarak görülemez. Bu, ötekiliğin ve öteki’nin Aynı’nın emperyal söylemindeki bir yansısıdır. Eğer İslamcılık(lar) Öteki’nin ötekisi olarak konumlanmayı ve onu eğretilemeyi sürdürürlerse bu türden simgesel bağımlılıkların daha dehşet verici görünümlerine tanık olmayı sürdüreceğiz demektir.
İslamcılık(lar) temsil ettikleri imkansızın sınırları içerisinde kendilerine ait bir tahayyüle sadeec kendi adlarına sahip olamayacaklarını, çoğu kez bna izin bile verilmeyeceğini farketmek zorundadırlar. Ancak, elbette bu İslamcıların bütün iddialarından vazgeçmeleri gerektiği anlamına da gelmez. İslamcılar istimlak ettikleri ya da ürettikleri siyasal alanı en verimli biçimde kullanmakla yükümlüdürler. En azından, küresel ölçekte bugüne dek ödedikleri bedel bunu gerektirir. Bu, tahayyüle karşı her zaman aklı önceleyenlere verilmiş bir taviz sayılmamalıdır. Aklı, itidali ve temkini savunanların bugüne kadar hep muhafazakarlığa eğilimli kişiler olmaları elbette dikkat çekicidir. Savunulanın derme çatma bir “gecekondu” olması da vahameti artırmamaktadır. Gerçi, bilinmelidir ki, çokkültürlülük makyajı/cilası kazındıkça ortaya çıkan emperyal şiddetin iki yüz yıldır tanık olduğumuz yüzüdür. Müslümanlar bütün yeryüzü coğrafyasında bu şiddetin muhtelif ve müteferrik maskeleriyle boğuşmaktadır. Bu boğuşmanın sadece bir “hayal” olması da mümkündür; elbette bunun tersi de. “Hem suçlu hem güçlü” bir düşman madem ki “biz”e çatmıştır; aslolan bu çatışmadan en az zararla kurtulmaktır. Bu bir ricat değildir, aksine teyakkuz halidir. Üstelik akıl ve itidal en çok teyakkuz halinde işe yarayan şeylerdendir.
IV. Yukarıdaki görüşlerimizi biraz daha açalım: İslamcılık kendisine yöneltilen birçok betimleme ve eleştiride “dinselin geri dönüşü” genel kategorisi altında düşünülmüştür. Bu kategori geri dönende gerçekleşmiş değişimleri, onun yenilenmişliğine işarette bulunan şeyler olarak olumlu anlamda değil de onun çarpıtılmış, otantisitesini yitirmiş biçimine atıfta bulunan “olumsuz” şeyler olarak görme temayülündedir. Taliban örneğinde en çarpıcı delilini bulan bu yaklaşım tarzı, tamamen boş verilebilecek bir analiz tarzını temsil etmese de, “istisna”nın olağanlaştırılmasına hizmet etmektedir. Siyasal-dinsel-hukuki yerinden olma ve yerleş(tir)me biçimlerindeki dönüşümlerin bir semptomu olarak değerlendirilebilecek istisna yapısı içerdiği potansiyellerle birlikte daha farklı bir biçimde de okunabilir.Elbette, bu, şimdiye dek geçerli olan yeryüzü nomosunun yerini çok daha farklı bir nomosa bıraktığını göstermektedir (Agamben 2001: 56).
Sözgelimi Roy (2001)’un bu konuyla ilgili yaptığı analizler, kültürel kriz ortamında silikleşen digger kimlik etiketlerine karşı “dinselliğin” yeni bir kodlama tarzına imkan verdiği öncülüne dayanır: “Din diğer aidiyetlerle karşıtlık oluşturmayan ve başka kodların da kullanılmasına imkan tanıyan, geçişken bir kimlik sağlar.” Buradaki yenilik, Roy’a gore dinsel pratiğin yenilenişi değil, aksine dini kimliğin yeni bir etninin oluşumuna imkan tanıyan bu geçişken ve muhayyel kimliğidir. Bir yerde, Roy’un önerdiği bakış açısı dinin diğer tüm aidiyet kalıplarını aşan bir üst eklemlemeye olanak verdiği, böyle bir merci olma konumuna eriştiğidir. Peki ama niye diğer aidiyet yapıları değil de din böyle bir konuma erişebilmekte ya da onu sürdürebilmektedir? Roy’un analizi bu sorunun cevabını aramak yerine klasik Avrupamerkezci bir içerik kazanır. Bu Avrupamerkezci tını en iyi O’nun İslam’ı yeni bir etnisitenin metaforu olarak okuma tarzında hissedilir. O’na gore, yeni köktenci söylem büyük ölçüde bir dışlanmışlık duygusu etrafında gelişir. Üçüncü Dünyalı dışlanmışların “başkaldırı(sı) kurgusal bir tarzda hayali bir ümmet üzerinden enternasyonalleşerek politikleşir.” (Roy, 2001: 94) Bu yüzden yeni köktenci söylem, “dinsel pratiğe geri dönüşten ziyade dışlanmış bir toplumsal kesimin etnileştirilmesini içerir. Bu etnileştirme kendini hayali bir egemen kültür ile icat etmek zorundadır.” (s. 93) ** Böylelikle, Roy, rahatça İslamcılığı toplumsal bütünleşmeyi sağlayamayan kesimlerin kültürellikten yoksun bir ideolojisi olarak betimleyebilir ve hatta İslam’ı Doğu’nun dışına çıkararak “Oryantalizmin sonu”nu ilan edebilir. Oysa, bize gore, oryantalizmin sonunun ilanının “Doğu’nun bitişi” ile alakalandırılması bizatihi Batı’nın bitişiyle de alakalı olmalıdır. Öte yandan, yeni köktenci söylemin kültürsüzlüğü, Roy’un varsaydığı dışlanma hattı takip edilirse “hayali egemen kültür”ün kültürsüzlüğüdür. Bu yüzden ‘Batı’nın yaşadığımız dünyaya içkin oluşu ancak yaşadığımız dünyanın her yönüyle türdeş ve homojen olması anlamında düşünülebilir.
Gerçekten de aklın yurdu (Batı) ile hayalin yurdu (Doğu) arasındaki kapışma sona mı ermiştir? Roy’un bitişini ilan ettiği Doğu, sakın Batı olmadığını düşleyen bir Batı olmasın?
V. 11 Eylül saldırıları yeni dünya düzeninin çözülmesine yol açan olaylar silsilesinin ilki olmasa bile en önemli unsurudur. Bu olaylar içerisinde 11 Eylül’ün kendine özgü karakteri hem bir istisna hem de bir örnek teşkil eder. İstisnadır, çünkü bir daha böyle bir saldırının gerçekleştirilebilmesi mümkün olsa bile ürettiği etki ve dehşet bir önceki gibi olmayacaktır. Örnektir, çünkü terör denen daha genel bir kategoriye aittir. Böylelikle hem istisnaya ait olan dışlayarak içleme hem de örneğe ait olan içleyerek dışlama yapısını birlikte barındırır. Birçok bakımdan 11 Eylül istisnai bir örnek ya da örnek bir istisnadır. Örnek ile istisnanın metonimik bir hatta bitiştiği 11 Eylül simülasyonunu anlamak için onun hem kapsayarak dışladıklarına hem de dışlayarak kapsadıklarına aynı anda bakmak gerekir.
11 Eylül, adalet arayışının terör aracılığıyla gerçekleştirilemeyeceğini gösteren bir örnektir. Adalet istenirken adalet dışlanmıştır. Adalet arayanlar kendi haklılıklarına saldırı düzenlemişlerdir bu bakımdan: kendi haklılıklarını yıkmışlar, kendi davalarına ihanet etmişlerdir. Onlar, böylelikle, kendi haklılıklarının içerdiği potansiyeli dışlamışlardır- tabii, saldırıyı gerçekleştirenler gerçekten de onlarsa! Komplo teorilerinin asıl işlersellik kazandığı noktanın bu haklılığı koruma içgüdüsüyle üretildiği ileri sürülebilir bu yüzden.
Öte yandan 11 Eylül bir istisnadır; neyin olabileceğini göstererek neyin olamayacağını işaretleyen bir istisna. Ne yazık ki olabileceklere bakmak olamaz dediklerimizin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Tıpkı tipik Holywood filmlerindeki gibi en kötü olasılık gerçekleşir.
Türkiye’de 11 Eylül saldırılarıyla aynı zamanlarda vizyona giren “Kod Adı: Kılıçbalığı” filminin giriş sekansında John Travolta, Hollywood’un yanıldığını ileri sürüyordu. Filmin sonunda yer alan Usame bin Ladin’in gemisinin bombalanışı sahnesine yer vermekle kendisinin de yanılmış olduğu ortaya çıktı.
__________________________

* Bu kısımda Agamben (2001, 64-67)'nin yorumlarını takip ediyoruz.
** Roy'un bu analizlerine karşı Sayyid, İslam ümmeti kavramını postkolonyal dönemde diasporik bir mantıkla eklemlenen bir oluşum, edimsellikten çok potansiyel bir ufuk olarak konumlamayı önerir. Buna göre ümmet mevcut durumun değişmesiyle birlikte erişilmesi mümkün hale gelen bir ufuk, bir ileri adımdır. Sayyid'e göre bu oluşum iki merkezsizleştirme -Batı'nın merkezsizleştirilmesi ve küreselleşmeyle birlikte çevre ulus-devlet formasyonlarının merkezsizleştirilmesi- arasında konumlanabilecek bir yeniden yerleştirmedir. Ayrıntılar için bkz. Sayyid, 2000b.

KAYNAKÇA

Agamben, Giorgio, 2001, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (çev. İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı.
Güzel, Murat, 2000, "Özeleştiri Temrinleri: Mağlupların Dili ve Ethosu", Tezkire, No: 18.
Roy, Olivier, 2001, "Kimliğin Yeniden Oluşumu Neden Dinsel Bir Tabanda Gerçekleşir?" (çev. Salih Peker), Birikim, No: 150.
Sayyid, S, 2000a, Fundemantalizm Korkusu: Avrupamerkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu (çev. E. Ceylan-N. Yılmaz), Ankara: Vadi.
Sayyid, S, 2000b, "Beyond Westfalia: Nations and Diasporas- The Case of the Muslim Ummah", Un/Settled Multiculturalism: Diasporas, Entenglements, Transruptions (ed. Barnor Hesse), Londra: Zed Books

Tezkire, yıl 11, sayı 23, kasım/aralık 2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder