3 Kasım 2013 Pazar

TÜRKİYE'DE SİYASET VE EDEBİ ÖZERKLİK SORUNU

Türk toplumunun nevi şahsına münhasır tarihsel tecrübesinin bütün çıplaklığıyla izlenebileceği iki temel toplumsal kerte ve düzey vardır: siyaset ve edebiyat. Tanzimat sonrası yeni toplum ("çağdaş toplum" ya da "muasır medeniyetler seviyesi") arayışları siyasal/kurumsal birtakım yenilik ve düzenlemelerle desteklendiği andan itibaren edebiyat da bu süreçte sadece özdüşünümsel ve geri besleyici bir faaliyet olarak değil, aynı zamanda üretken ve yön belirleyici bir faaliyet olarak asil yerine kurulmuş ve tarihsel rolünü oynamıştır. Bu süreçte edebiyat mı önceliklidir siyaset mi? Bu soru gereksiz bir sorudur. Süreçteki etken unsurun edebiyat ya da siyaset olgularından biri olması, diğerinin ikincil kalması anlamına gelmez. Aksine, hem edebiyat hem de siyaset, özgün biçimlenişlerinin içinde, olumlu ya da olumsuz anlamda faaldirler. Türk edebiyat tarihindeki dönemleştirmelerin büyük ölçüde edebi süreçler ile siyasal süreçler arasında bulgulamaya gayret ettikleri paralellik ve yöndeşmeler bu durumun en açık kanıtıdır.
Buna rağmen hemen belirtmeliyiz ki bu yazıdaki amacımız, Türkiye'nin modernleşme sürecini siyaset ya da edebiyat sosyolojisinin birtakım verileri aracılığıyla çözümlemek gibi geniş erimli bir analize girişmek olmayacak, sadece siyaset ile edebi özerklik arasındaki ilişkileri sorunlaştırmakla yetineceğiz. Bu tür bir analiz, ilgilendiğimiz meselenin mahiyeti itibariyle gerekliyse de, meseleye yaklaşımımız asla bir bilim adamı ya da sosyolog tavrıyla sınırlanamaz. Yer yer siyaset ve edebiyat sosyolojisinin, siyasal ya da edebi tarihyazımlarının verilerine başvurmak gerekebilir; ama, bizim bu verilere bakış açımız ne tarihyazımının ne siyaset biliminin ne de sosyoloji disiplininin yöntemleriyle mutabık kalabilir; daha doğrusu, onlarla mutabık kalma ya da kalmama gibi bir mecburiyetimiz ya da lüksümüz yoktur. Bu yazı edebiyat ve siyaset ilişkilerini, edebi özerklik sorunu bağlamında sorgulamayı hedef edinmiş, bu sorgulamanın sonuçlarını yine edebiyat alanında almayı amaçlamış bir yazıdır. Edebi etkinliğe dışsal olarak gelişen Sosyal/Siyasal Teori, bu amacımıza yardım ettiği müddetçe başvurulabilecek gereçlerden yalnızca biridir. Arzu eden okurlar sosyal/siyasal teorisyenlerin konu hakkında yazdıkları makalelerden gerek duydukları bilgi ve çözümlemeleri tedarik edebilirler. Yine de bu tür okurların bu satırların yazarının bu tarz makalelere belli bir ihtiraz kaydıyla yaklaştığını bilmelerinde fayda vardır.
TÜRKÜN DÜNYAYLA MESELESİ
Mesele nedir? Mesele, artık, Türk toplumunun, Türk siyasetinin ve Türk edebiyatının 'dünya' ile arasında görünürde herhangi bir meselesinin kalmayışıdır. Başlı başına bu tespit bile bizim niçin bir bilim adamı soğukkanlılığına ya da bir sosyal/siyasal teorisyen tavrına boyun eğmediğimizi açıklar: Biz, geçmişi, geçmişle kurduğumuz ilişkileri, geçmişle ilişki kurma biçimlerimizi temellendirirken daima burayı, kendi asli şimdimizi, kendimizi, varolanı, varolana ram olmayışımızı esas tutmaktayız. Aynı şey tersinden de geçerlidir: Bugünü, varolanı, kendimizi yorumlarken geçmişin, geride kalanın bugündeki izleriyle hareket eder; onları bugünle ilişkili olarak düşünmeye meylederiz.
Öyleyse soralım: Türk toplumu, Türk siyaseti, Türk edebiyatı bugüne dek, dünya ile arasında halletmesi gereken bir meseleye sahipti de bugün mü bu meseleyi halletti? Hallettiyse nasıl halletti? Meselesini mi unuttu? Unuttuysa nasıl ve niçin unuttu? Meselesini mi kaybetti? Kaybettiyse nasıl ve niçin kaybetti? Meselesizlik salt günümüzün meselesizliği midir? Günümüzün kendine has bir meselesi varsa, bu mesele önceki meselelerimizden hangisi ile ilgili ya da hangisine bir cevaptır? Yoksa günümüz, bütünüyle geçmişin meseleleriyle ilişkisiz, onlardan kopuk, tamamiyle özgün ve özerk bir meseleye mi sahip? Öte yandan, geçmişten bugüne Türk toplumunun, Türk siyasetinin, Türk edebiyatının "dünya" ile arasında korunan ve devreden bir meselesi varsa; bu mesele, kimler tarafından ve nasıl korunmuş, hangi biçim ve kılıklar altında bugüne devredilmiştir? Şimdimizi geçmişimizle bir süreklilik kipinde mi yoksa bir kopuş kipinde mi okumamız gerekli? Bugünkü edebi etkinliğin sağlık ve selameti açısından bu okuma tarzlarından hangisi tercih edilmeli? Aynı şekilde, Türk edebiyatının kendine özgü sorunları ile Türk siyasetinin kendine özgü sorunları arasında ne tür bir ilişki kurmamız ya da varsaymamız isteniyor? Türk toplumundaki siyasal cepheleşme ile edebi cepheleşme arasında ne tür bir içsel rezonans, ahenk ve denklik ya da tam tersine uyuşmazlık, tenakuz ve çatışma vardır.
Burada edebi etkinliğin güncel sorunları içinden sormaya gayret ettiğimiz bütün bu soruların hepsiyle birden bu kısa yazının sınırları dahilinde baş etmemize imkan yok, ama onlara yol açan düşünme tarzının nasıl işlediğini sorgulayarak işe başlayabiliriz. Bu sorgulama neticesinde görülecektir ki yukarıdaki sorulardan bazıları gereksiz, bazılarına bir cevap bulmak imkansızdır. Bazılarına verilecek cevaplar ise teorik olmaktan uzak düşecek, yani bu sorulara pratikte bir cevap bulmak gerekecektir.
Klasik edebiyatımızın son temsilcisi Yenişehirli Avni Bey’in şiir ve sanat görüşünün Fransız edip Mallarmé’ın “saf şiiri”yle örtüşen birçok yanı bulunabilir. Oysa ilk ismin düşüş halindeki bir edebiyatın son temsilcisi, ikincisinin ise yükseliş halindeki bir edebiyatın muştucularından, hatta bu yükselişin merkezi figürü olması görünüşteki benzerliğe aldanmamamız gerektiğini bize hatırlatacaktır. Yenişehirli Avni Bey’den Tevfik Fikret’e çekeceğimiz tarihsel /edebi çizgi bu durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Tevfik Fikret’in Fransız şiirinden etkilendiği isimler, modern edebiyatın gelişim tarihinde azamet ve görkem bakımından Mallarmée’den ve hatta Tevfik Fikret’ten bile aşağıdakilerdir: parnasyen şairler. Bu garip durum, bugüne dek birçok eleştirmen ve edebiyat tarihçimizin iddia ettiği gibi Türk şair ve ediplerinin Avrupa’yı, Avrupa’daki edebi akımları günü gününe takip edememelerinden mi kaynaklanmıştır acaba? Namık Kemal’in Paris’te Karl Marx ile aynı otelde kalıp ondan bihaber olması gibi bir durum mudur söz konusu olan?
Kuşkuluyuz. Kuşkumuzun gerekçesi şu: Avrupa’yı, Avrupa’daki edebiakımları günü gününe takip edememek olarak sunulan sebep, garipliği izah eder görünürken bile garipliğin kökenini oluşturan şeyin üzerini örtmektedir. Demek ki şair ve ediplerimizin Avrupa’yı günü gününe takip etme gibi bir istençleri olduğu varsayılmaktadır, fakat onların bu istençlerine karşın bunu başaramadıkları iddia edilmektedir. Bize göre hem bu varsayım hem de bu iddia acelecidir. Çünkü, eğer varsayım doğruysa, yani eğer edip ve şairlerimiz Avrupa’yı günü gününe takip etme yönünde bir istence sahip iseler bu istence nasıl ve niçin, hangi koşullar altında sahip olduklarının da sorgulanabilmesi gerekir. Kanaatimizce, varsa böyle bir istenç, bütün diğer istençler gibi ancak koşullu bir istenç olabilir; demek ki, şair ve ediplerimiz kendi toplumsal, siyasal, tarihsel, edebi meseleleri ve koşulları bakımından böyle bir istence sahiptirler. Bu yüzden, Avrupa’ya yönelik ilgileri kendi toplumlarına, kendi meselelerine ve kendi imkan ve koşullarına yönelik ilgilerinden ayrı düşünülemez. Avrupa edebiyatına yönelik arayışları, kendi edebi ve siyasal geleneklerine, kendi edebi ve siyasal sorunlarına dönük arayışlarından koparılamaz. Başka türlü düşünmek, bizi, oryantalist tarihsel geciktirme fikriyatına sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.
Tarihsel olarak Tevfik Fikret’in, Mallarmé’ın ya da Valery’nin “saf” şiirini okuduğunu ispatlamış olsaydık bile, onun sahip olduğu poetik ve siyasal ilgiler bakımından bu şiire değer vermeyeceğini rahatlıkla öne sürebilirdik. Mallarmé, Tevfik Fikret’e Batılı bir Yenişehirli Avni olarak görünmekten öteye geçemezdi büyük bir ihtimalle. Yine tarihsel değer bakımından Mallarmée ve Valery’yi parnasyen şairlerden üstün kılan şey ile Tevfik Fikret’i Yenişehirli Avni Bey’den üstün kılan şey arasındaki bağ açıklanmadıkça, öyleyse, yukarıda sözünü ettiğimiz garipliğin kökeni de açıklanamaz. Ki bu bağ, farklı edebi geleneklerin içsel dönüşümünün karşılaştırılmalı bir incelemesiyle ortaya çıkarılabilecek –bu noktada yazımızın amacı böyle bir sosyolojik/edebi/kültürlerarası incelemeye girişmek olmadığı için bizi yeterince ilgilendirmeyen- bir bağdır.
ÇAPRAZ BİR İLİŞKİ: TÜRK EDEBİYATININ BATI’YLA KARŞILAŞMASI
Yenişehirli Avni Bey tıpkı Osmanlı’nın siyasal geleneği gibi, görkemini yitirmeye yüz tutmuş bir edebi geleneğin son temsilcilerindendi. Tevfik Fikret ise gerek edebiyatımızın gerekse siyasetimizin yöneldiği yeni mecrayı derinleştiren, bu mecranın vadettiği görkemi tahsile dönük ve bu yüzden söz konusu mecraya toplumsal, siyasal ve hepsinden önemlisi edebi bağlamlarda daha derinlikli ve gelişkin bir ifade imkanı kazandırmayı amaçlayan bir edebi tecrübeyi oluşturanlar arasında son derece seçkin bir yere sahipti. Bu noktadan itibaren parnasyen şairlerden Mallarmé’ye ve Valery’e çekilen çizginin Fransız edebiyat geleneği içinde yükselen bir edebi-tarihsel değere sahip olması, onların “saf şiiri”nin sadece Fransız edebi geleneğinde kazandığı anlamla ilişkilendirilebilir. Bu anlam modern Türk edebi geleneğinin teşekkülü için hiçbir şekilde hüccet teşkil etmez. Benzer bir biçimde Yenişehirli Avni Bey’in “saf şiiri”nden Tevfik Fikret’in şiirine olan “inzal” de (halbuki Namık Kemal’in, bir görüşe göre, ‘retorik’ten ibaret kalan şiirinden Tevfik Fikret ya da Mehmet Akif’in –yine ‘retorik’ addedilen- şiirine ‘çıkış’ da göz önünde tutulmalıdır) sadece ve sadece modern Türk edebi geleneğinin, modern Türk toplumu ve kültürünün içsel bunalımında tuttuğu yer ve anlamla ilgilidir. Bu iki edebi gelenek (Fransız ve Türk edebiyat gelenekleri) arasındaki tarihsel fark ve karşılaşmalar göz önünde tutulmaksızın ne Tevfik Fikret’in parnasyen şairlerle ne de Yenişehirli Avni Bey’in Mallarmé ile doğrudan bir ilişkisi kurulabilir.
Türk şiir tarihini, “lirik” ve “retorik” kavram çifti aracılığıyla, eşzamanlı-yapısalcı bir okumaya tabi tutmaya çalışan yaklaşımın yanlışlığı böylelikle görülebilir: Bu eşzamanlı-yapısalcı okuma (bütün yapısalcı okumalarda karşılaştığımız tipik bir tavır olarak) edebi yapıdaki tarihsel unsurlardan birinin (liriğin) diğerini (retoriği) tasfiyesini amaçlar. Barthes’ın paradigmatik/sentagmatik, Jakobson ve Levi-Strauss’un metaforik/metonimik (eğretilemeli/düzdeğişmeceli) kavram çiftlerini yorumlayıp kullanırken, hiyerarşik bir biçimde sürekli ilk kavramları kayırarak, ikincileri kayırılmış bu kavrama göre ele almalarında olduğu gibi bu tutumda da, retorik bağımlı değişken bir kavramdır; o, liriğe göre, liriğe bağımlı bir kavram olarak içeriklendirilir; onun başarısı ya da başarısızlığının kriteri lirik şiirin başarı ya da başarısızlığına göre değişir. Retorik bu anlamda liriğin silinmiş temelidir. Böylelikle bu yaklaşımda retorik şiirin zayıflığına modernleşmenin başlangıcındaki Namık Kemal örnek gösterilirken, lirik şiirin güçlülüğüne modernleşmenin doruğundaki Yahya Kemal örnektir. (Yahya Kemal şiirinin oluşmasında Namık Kemal’in açtığı çığırın etkisi de böylelikle silinmeye çalışılır.) Niye retorik şiirin örneği Nef’i ya da Turgut Uyar, lirik şiirin örneği Nedim ya da Melih Cevdet Anday değil diye sorulmalı elbet. Bu soru eşzamanlı-yapısalcı okumanın art niyetli bir yaklaşımda çoğu kez kötü ve kısır sonuçlar vereceğini ifşa eder. Üstelik hem Namık Kemal, hem Tevfik Fikret, hem Abdülhak Hamit, hem Mehmet Akif, hem Ahmet Haşim, hem Yahya Kemal, hem Nazım Hikmet, hem de bir biçimde onlarla ilişkili düşündüğümüz dönemdeş ya da daha önceki ve sonraki şairler, lirik-retorik gibi son kertede indirgemeci bir kavram çifti ile özetlenip sadeleştirilemeyecek karmaşık bir poetik gövdeyi ve geleneği temsil ederler. Bu noktada görkemli şiiri, hatta sadece şiiri, liriğe hasretmenin anlamsızlığı ortadadır. Türk şiir tarihini lirik/retorik çiftiyle yorumlamaya/eleştirmeye kalkışan bir çaba, bu iki kavram ve onların işaret ettikleri arasında yansız kalmayı başarabilmelidir. Ama, yapısalcılıktan vazgeçmesini, -en azından görünürde- yapısalcı bir okumadan nasıl talep edebilirsiniz ki? (Aynı okuma, bir kezinde Yahya Kemal’i hem deist bir şair, hem de sadece ‘İslam akidesinin şairi’ saydığı Mehmet Akif’e karşı Müslüman yaşayışın şairi addedip yüceltirken tenakuza düşecektir. Deist bir şair nasıl Müslüman yaşayışın şairi olabilir?)
Buraya kadar saydığımız isimler, Türk modernleşmesi tarihinde poetik ideanın siyasal kavrayışla arasındaki etkileşimi ortaya çıkarmaya yetecek malzemeyi ve bakış açısını bize sağlamaktadır. Bu aşamada karşılaştığımız bir koşutluğu vurgulayalım: Siyasallığın kurumsallığa indirgendiği uğraklarda edebilik de biçimselliğe hasredilir. Osmanlı toplumunun yaşadığı buhran ve bunalımla birlikte Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Mehmet Akif’in Yenişehirli Avni Bey’e galebe çalması ile Cumhuriyet’in kurumsallaştığı dönemlerde Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in temsil ettiği liriğin ön plana çıkması arasında bu yüzden doğrudan bir mütekabiliyet vardır. Fakat, bu kertede bile, Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi iki kuvvetli temsilcisine rağmen modern liriğin Türk edebiyatında merkezi bir konumda olmadığını görmek gerekir (benzer bir biçimde modern lirik, ne Fransız ne de dünya şiirinde aynı merkeziliğe sahiptir.) Onların şiirlerine atfedilebilecek bir merkezilik, sadece Türk edebiyat geleneğini Türkiye’deki siyasal sürecin şekillenişinden bağımsız, kasıtlı olarak yanlı(ş) ve eksik okumaktan mütevellit bir çarpıtma olacaktır.
EDEBİYATIN KENDİNE HAS SİYASETİ
Öyleyse şimdilik benimseyeceğimiz eleştirel tavır semptomatik olmalıdır: Siyasallığın kurumsallığa ve edebiliğin biçimselliğe, düzdeğişmecenin eğretilemeye, yakınlığın benzerliğe, sentagmatiğin paradigmatiğe, ritmin armoniye indirgendiği uğrakları kaale almaksızın, hem siyasallığın hem de edebiliğin buhran ve bunalımda olduğu dönemlere daha yakından bir bakış. Düzdeğişmecenin eğretilemeden, yakınlığın benzerlikten, sentagmatiğin paradigmatikten bağımsızlaştığı, hatta onları açıkça belirlediği kerteleri okumaya dönük bir bakış. Bir anlamda ‘kaide’yi ‘istisna’nın bakış açısıyla yorumlamak, istisnaların kural koyucu niteliklerini açığa çıkartmak bu noktada doğru bir tutum sayılmalıdır; zira istisnalar, kaidelerde gözden kaç(ırıl)anları açığa vurur. Bu tavır elbette yapısalcılığı, yapısalcılığa karşı kullanarak onu çözüştürmek gibi bir beceriyi de içerir/içermelidir. Ama, sadece bu beceriyle yetinmemek, edebi geleneğin ve bu geleneğe hasredilebilecek ayrıksılıkların tarihsel değerini, her zaman, bugünün ışığında okumayı öğrenmek tercih edilmelidir. Bu tarz bir okuma ise kerameti kendinden menkul, sürekli kendi kendini doğrulayan bir yöntem olarak yapısalcılığın hiç aşina olmadığı bir okumadır.
Çünkü, buhran ve bunalım dönemleri, gerek siyasette gerekse edebiyatta, yeni arayışların baş gösterdiği belirsizlik ve hatta fetret dönemleridir. Bu dönemlerde tam bir egemenlik krizi mevcuttur. Yeni arayışlar, şimdiye dek varolana ilişkin retroaktif (makabline şamil; bugünden geçmişe doğru etkinleşen) bir okumaya girişmemizi dayatır; bugünün krizi, geçmiş olarak adlandırılıp istikrara kavuşturulan, gelenek ya da sistem olarak sabitlenen bütündeki çatlakları, ondaki kurumsallık ve biçimsellikleri ve aynı zamanda savruluş ve deformasyonları, lirik-romantik-imgeci-yapısalcı cilanın üstünü örttüğü, görmezden geldiği ters akıntıları yorumlamanın ve yeniden yorumlamanın önünü açar. Edebi ve siyasal geleneklerin lirik-romantik-imgeci-yapısalcı-benzerlikçi bütünleştirme ve ayrıştırma edimlerine konu olmaları egemenlik krizini bertaraf etme istencinin bir ürünüdür. Oysa siyasalın kendi “özerk”, yani özünden kaynaklanan erginlik ve egemenlik istenci ve etkinliğini yitirdiği dönemlerde edebiyat da bir krize girer. Bu yargımız, edebiyatı değerlendirmede geçerli protokoller ile siyaseti değerlendirmede geçerli protokoller bir ve aynı protokoller olarak ele alınmadığı sürece, bir işe yarar. Siyasalın kendi “özerk” etkinliğini yitirdiği dönemlerde edebilik alanında da belli bir özerklik deformasyonuna şahit oluruz. Bu öyle bir ironidir ki edebi özerklik tam da “edebi özerklik” adına tahrip edilmektedir. Esasen bu karşılıklı bir süreçtir.


Modern edebi tavrın ortaya çıkışından beri, bir biçimde siyasal tavırlarla ilişkili olduğunu görememeyi içerir bu yanlış tutum. Bu tutumun yanlışlığı, edebi özerkliği siyasal özerklikten bağımsız, verili bir kategori olarak kavramasından kaynaklanır. Halbuki edebiyat, siyaset karşısındaki özerkliğini, mevcut siyasetlerin edebiyat dünyasındaki yansımalarıyla hesaplaşarak, onlarla arasındaki ilişkileri yeniden be yeniden gözden geçirerek kazanmak zorundadır. Edebiyatın kendine has bir siyasetinin var kılınması bu açıdan kaçınılmazdır. Bir sezgi olarak şimdiden edebiyatın kendine has siyasetinin hemen her zaman edebiyatın “itibarı”yla koşut düştüğünü belirtelim. Şayet şairler ve yazarlar hakkında yalnızca edebiyat itibariyle konuşmanın bir imkanı, anlamı ve ödülü kalmamışsa, edebi özerklik ve edebiyatın kendine has siyaseti diyebileceğimiz bir konuşma zemini de ortadan kalkmış demektir.
ATLILAR, SAYI:13, EYLÜL-EKİM 2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder