Türk toplumunun nevi şahsına münhasır tarihsel
tecrübesinin bütün çıplaklığıyla izlenebileceği iki temel toplumsal kerte ve
düzey vardır: siyaset ve edebiyat. Tanzimat sonrası yeni toplum ("çağdaş
toplum" ya da "muasır medeniyetler seviyesi") arayışları
siyasal/kurumsal birtakım yenilik ve düzenlemelerle desteklendiği andan
itibaren edebiyat da bu süreçte sadece özdüşünümsel ve geri besleyici bir
faaliyet olarak değil, aynı zamanda üretken ve yön belirleyici bir faaliyet
olarak asil yerine kurulmuş ve tarihsel rolünü oynamıştır. Bu süreçte edebiyat
mı önceliklidir siyaset mi? Bu soru gereksiz bir sorudur. Süreçteki etken
unsurun edebiyat ya da siyaset olgularından biri olması, diğerinin ikincil
kalması anlamına gelmez. Aksine, hem edebiyat hem de siyaset, özgün
biçimlenişlerinin içinde, olumlu ya da olumsuz anlamda faaldirler. Türk
edebiyat tarihindeki dönemleştirmelerin büyük ölçüde edebi süreçler ile siyasal
süreçler arasında bulgulamaya gayret ettikleri paralellik ve yöndeşmeler bu
durumun en açık kanıtıdır.
Buna rağmen hemen belirtmeliyiz ki bu yazıdaki
amacımız, Türkiye'nin modernleşme sürecini siyaset ya da edebiyat
sosyolojisinin birtakım verileri aracılığıyla çözümlemek gibi geniş erimli bir
analize girişmek olmayacak, sadece siyaset ile edebi özerklik arasındaki
ilişkileri sorunlaştırmakla yetineceğiz. Bu tür bir analiz, ilgilendiğimiz
meselenin mahiyeti itibariyle gerekliyse de, meseleye yaklaşımımız asla bir
bilim adamı ya da sosyolog tavrıyla sınırlanamaz. Yer yer siyaset ve edebiyat
sosyolojisinin, siyasal ya da edebi tarihyazımlarının verilerine başvurmak
gerekebilir; ama, bizim bu verilere bakış açımız ne tarihyazımının ne siyaset
biliminin ne de sosyoloji disiplininin yöntemleriyle mutabık kalabilir; daha
doğrusu, onlarla mutabık kalma ya da kalmama gibi bir mecburiyetimiz ya da
lüksümüz yoktur. Bu yazı edebiyat ve siyaset ilişkilerini, edebi özerklik
sorunu bağlamında sorgulamayı hedef edinmiş, bu sorgulamanın sonuçlarını yine
edebiyat alanında almayı amaçlamış bir yazıdır. Edebi etkinliğe dışsal olarak
gelişen Sosyal/Siyasal Teori, bu amacımıza yardım ettiği müddetçe
başvurulabilecek gereçlerden yalnızca biridir. Arzu eden okurlar sosyal/siyasal
teorisyenlerin konu hakkında yazdıkları makalelerden gerek duydukları bilgi ve
çözümlemeleri tedarik edebilirler. Yine de bu tür okurların bu satırların
yazarının bu tarz makalelere belli bir ihtiraz kaydıyla yaklaştığını bilmelerinde
fayda vardır.
TÜRKÜN DÜNYAYLA MESELESİ
Mesele nedir? Mesele, artık, Türk toplumunun,
Türk siyasetinin ve Türk edebiyatının 'dünya' ile arasında görünürde herhangi
bir meselesinin kalmayışıdır. Başlı başına bu tespit bile bizim niçin bir bilim
adamı soğukkanlılığına ya da bir sosyal/siyasal teorisyen tavrına boyun
eğmediğimizi açıklar: Biz, geçmişi, geçmişle kurduğumuz ilişkileri, geçmişle
ilişki kurma biçimlerimizi temellendirirken daima burayı, kendi asli şimdimizi,
kendimizi, varolanı, varolana ram olmayışımızı esas tutmaktayız. Aynı şey
tersinden de geçerlidir: Bugünü, varolanı, kendimizi yorumlarken geçmişin,
geride kalanın bugündeki izleriyle hareket eder; onları bugünle ilişkili olarak
düşünmeye meylederiz.
Öyleyse soralım: Türk toplumu, Türk siyaseti,
Türk edebiyatı bugüne dek, dünya ile arasında halletmesi gereken bir meseleye
sahipti de bugün mü bu meseleyi halletti? Hallettiyse nasıl halletti?
Meselesini mi unuttu? Unuttuysa nasıl ve niçin unuttu? Meselesini mi kaybetti?
Kaybettiyse nasıl ve niçin kaybetti? Meselesizlik salt günümüzün meselesizliği
midir? Günümüzün kendine has bir meselesi varsa, bu mesele önceki
meselelerimizden hangisi ile ilgili ya da hangisine bir cevaptır? Yoksa
günümüz, bütünüyle geçmişin meseleleriyle ilişkisiz, onlardan kopuk, tamamiyle
özgün ve özerk bir meseleye mi sahip? Öte yandan, geçmişten bugüne Türk
toplumunun, Türk siyasetinin, Türk edebiyatının "dünya" ile arasında
korunan ve devreden bir meselesi varsa; bu mesele, kimler tarafından ve nasıl
korunmuş, hangi biçim ve kılıklar altında bugüne devredilmiştir? Şimdimizi
geçmişimizle bir süreklilik kipinde mi yoksa bir kopuş kipinde mi okumamız
gerekli? Bugünkü edebi etkinliğin sağlık ve selameti açısından bu okuma
tarzlarından hangisi tercih edilmeli? Aynı şekilde, Türk edebiyatının kendine
özgü sorunları ile Türk siyasetinin kendine özgü sorunları arasında ne tür bir
ilişki kurmamız ya da varsaymamız isteniyor? Türk toplumundaki siyasal
cepheleşme ile edebi cepheleşme arasında ne tür bir içsel rezonans, ahenk ve
denklik ya da tam tersine uyuşmazlık, tenakuz ve çatışma vardır.
Burada edebi etkinliğin güncel sorunları içinden
sormaya gayret ettiğimiz bütün bu soruların hepsiyle birden bu kısa yazının
sınırları dahilinde baş etmemize imkan yok, ama onlara yol açan düşünme tarzının
nasıl işlediğini sorgulayarak işe başlayabiliriz. Bu sorgulama neticesinde
görülecektir ki yukarıdaki sorulardan bazıları gereksiz, bazılarına bir cevap
bulmak imkansızdır. Bazılarına verilecek cevaplar ise teorik olmaktan uzak
düşecek, yani bu sorulara pratikte bir cevap bulmak gerekecektir.
Klasik edebiyatımızın son temsilcisi Yenişehirli
Avni Bey’in şiir ve sanat görüşünün Fransız edip Mallarmé’ın “saf şiiri”yle
örtüşen birçok yanı bulunabilir. Oysa ilk ismin düşüş halindeki bir edebiyatın
son temsilcisi, ikincisinin ise yükseliş halindeki bir edebiyatın
muştucularından, hatta bu yükselişin merkezi figürü olması görünüşteki
benzerliğe aldanmamamız gerektiğini bize hatırlatacaktır. Yenişehirli Avni
Bey’den Tevfik Fikret’e çekeceğimiz tarihsel /edebi çizgi bu durumu bütün
çıplaklığıyla ortaya koyar. Tevfik Fikret’in Fransız şiirinden etkilendiği
isimler, modern edebiyatın gelişim tarihinde azamet ve görkem bakımından
Mallarmée’den ve hatta Tevfik Fikret’ten bile aşağıdakilerdir: parnasyen
şairler. Bu garip durum, bugüne dek birçok eleştirmen ve edebiyat tarihçimizin
iddia ettiği gibi Türk şair ve ediplerinin Avrupa’yı, Avrupa’daki edebi
akımları günü gününe takip edememelerinden mi kaynaklanmıştır acaba? Namık
Kemal’in Paris’te Karl Marx ile aynı otelde kalıp ondan bihaber olması gibi bir
durum mudur söz konusu olan?
Kuşkuluyuz. Kuşkumuzun gerekçesi şu: Avrupa’yı,
Avrupa’daki edebiakımları günü gününe takip edememek olarak sunulan
sebep, garipliği izah eder görünürken bile garipliğin kökenini oluşturan şeyin
üzerini örtmektedir. Demek ki şair ve ediplerimizin Avrupa’yı günü gününe takip
etme gibi bir istençleri olduğu varsayılmaktadır, fakat onların bu istençlerine
karşın bunu başaramadıkları iddia edilmektedir. Bize göre hem bu varsayım hem
de bu iddia acelecidir. Çünkü, eğer varsayım doğruysa, yani eğer edip ve
şairlerimiz Avrupa’yı günü gününe takip etme yönünde bir istence sahip iseler
bu istence nasıl ve niçin, hangi koşullar altında sahip olduklarının da
sorgulanabilmesi gerekir. Kanaatimizce, varsa böyle bir istenç, bütün diğer
istençler gibi ancak koşullu bir istenç olabilir; demek ki, şair ve ediplerimiz
kendi toplumsal, siyasal, tarihsel, edebi meseleleri ve koşulları bakımından
böyle bir istence sahiptirler. Bu yüzden, Avrupa’ya yönelik ilgileri kendi
toplumlarına, kendi meselelerine ve kendi imkan ve koşullarına yönelik
ilgilerinden ayrı düşünülemez. Avrupa edebiyatına yönelik arayışları, kendi
edebi ve siyasal geleneklerine, kendi edebi ve siyasal sorunlarına dönük
arayışlarından koparılamaz. Başka türlü düşünmek, bizi, oryantalist tarihsel
geciktirme fikriyatına sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.
Tarihsel olarak Tevfik Fikret’in, Mallarmé’ın ya
da Valery’nin “saf” şiirini okuduğunu ispatlamış olsaydık bile, onun sahip
olduğu poetik ve siyasal ilgiler bakımından bu şiire değer vermeyeceğini
rahatlıkla öne sürebilirdik. Mallarmé, Tevfik Fikret’e Batılı bir Yenişehirli
Avni olarak görünmekten öteye geçemezdi büyük bir ihtimalle. Yine tarihsel
değer bakımından Mallarmée ve Valery’yi parnasyen şairlerden üstün kılan şey
ile Tevfik Fikret’i Yenişehirli Avni Bey’den üstün kılan şey arasındaki bağ
açıklanmadıkça, öyleyse, yukarıda sözünü ettiğimiz garipliğin kökeni de
açıklanamaz. Ki bu bağ, farklı edebi geleneklerin içsel dönüşümünün karşılaştırılmalı
bir incelemesiyle ortaya çıkarılabilecek –bu noktada yazımızın amacı böyle bir
sosyolojik/edebi/kültürlerarası incelemeye girişmek olmadığı için bizi
yeterince ilgilendirmeyen- bir bağdır.
ÇAPRAZ
BİR İLİŞKİ: TÜRK EDEBİYATININ BATI’YLA KARŞILAŞMASI
Yenişehirli Avni Bey tıpkı Osmanlı’nın siyasal
geleneği gibi, görkemini yitirmeye yüz tutmuş bir edebi geleneğin son
temsilcilerindendi. Tevfik Fikret ise gerek edebiyatımızın gerekse
siyasetimizin yöneldiği yeni mecrayı derinleştiren, bu mecranın vadettiği
görkemi tahsile dönük ve bu yüzden söz konusu mecraya toplumsal, siyasal ve
hepsinden önemlisi edebi bağlamlarda daha derinlikli ve gelişkin bir ifade
imkanı kazandırmayı amaçlayan bir edebi tecrübeyi oluşturanlar arasında son
derece seçkin bir yere sahipti. Bu noktadan itibaren parnasyen şairlerden
Mallarmé’ye ve Valery’e çekilen çizginin Fransız edebiyat geleneği içinde
yükselen bir edebi-tarihsel değere sahip olması, onların “saf şiiri”nin sadece
Fransız edebi geleneğinde kazandığı anlamla ilişkilendirilebilir. Bu anlam
modern Türk edebi geleneğinin teşekkülü için hiçbir şekilde hüccet teşkil
etmez. Benzer bir biçimde Yenişehirli Avni Bey’in “saf şiiri”nden Tevfik Fikret’in
şiirine olan “inzal” de (halbuki Namık Kemal’in, bir görüşe göre, ‘retorik’ten
ibaret kalan şiirinden Tevfik Fikret ya da Mehmet Akif’in –yine ‘retorik’
addedilen- şiirine ‘çıkış’ da göz önünde tutulmalıdır) sadece ve sadece modern
Türk edebi geleneğinin, modern Türk toplumu ve kültürünün içsel bunalımında
tuttuğu yer ve anlamla ilgilidir. Bu iki edebi gelenek (Fransız ve Türk
edebiyat gelenekleri) arasındaki tarihsel fark ve karşılaşmalar göz önünde
tutulmaksızın ne Tevfik Fikret’in parnasyen şairlerle ne de Yenişehirli Avni
Bey’in Mallarmé ile doğrudan bir ilişkisi kurulabilir.
Türk şiir tarihini, “lirik” ve “retorik” kavram
çifti aracılığıyla, eşzamanlı-yapısalcı bir okumaya tabi tutmaya çalışan
yaklaşımın yanlışlığı böylelikle görülebilir: Bu eşzamanlı-yapısalcı okuma
(bütün yapısalcı okumalarda karşılaştığımız tipik bir tavır olarak) edebi
yapıdaki tarihsel unsurlardan birinin (liriğin) diğerini (retoriği) tasfiyesini
amaçlar. Barthes’ın paradigmatik/sentagmatik, Jakobson ve Levi-Strauss’un
metaforik/metonimik (eğretilemeli/düzdeğişmeceli) kavram çiftlerini yorumlayıp
kullanırken, hiyerarşik bir biçimde sürekli ilk kavramları kayırarak,
ikincileri kayırılmış bu kavrama göre ele almalarında olduğu gibi bu tutumda da,
retorik bağımlı değişken bir kavramdır; o, liriğe göre, liriğe bağımlı bir
kavram olarak içeriklendirilir; onun başarısı ya da başarısızlığının kriteri lirik
şiirin başarı ya da başarısızlığına göre değişir. Retorik bu anlamda liriğin
silinmiş temelidir. Böylelikle bu yaklaşımda retorik şiirin zayıflığına
modernleşmenin başlangıcındaki Namık Kemal örnek gösterilirken, lirik şiirin
güçlülüğüne modernleşmenin doruğundaki Yahya Kemal örnektir. (Yahya Kemal
şiirinin oluşmasında Namık Kemal’in açtığı çığırın etkisi de böylelikle
silinmeye çalışılır.) Niye retorik şiirin örneği Nef’i ya da Turgut Uyar, lirik
şiirin örneği Nedim ya da Melih Cevdet Anday değil diye sorulmalı elbet. Bu
soru eşzamanlı-yapısalcı okumanın art niyetli bir yaklaşımda çoğu kez kötü ve
kısır sonuçlar vereceğini ifşa eder. Üstelik hem Namık Kemal, hem Tevfik
Fikret, hem Abdülhak Hamit, hem Mehmet Akif, hem Ahmet Haşim, hem Yahya Kemal, hem
Nazım Hikmet, hem de bir biçimde onlarla ilişkili düşündüğümüz dönemdeş ya da
daha önceki ve sonraki şairler, lirik-retorik gibi son kertede indirgemeci bir
kavram çifti ile özetlenip sadeleştirilemeyecek karmaşık bir poetik gövdeyi ve
geleneği temsil ederler. Bu noktada görkemli şiiri, hatta sadece şiiri, liriğe
hasretmenin anlamsızlığı ortadadır. Türk şiir tarihini lirik/retorik çiftiyle yorumlamaya/eleştirmeye
kalkışan bir çaba, bu iki kavram ve onların işaret ettikleri arasında yansız
kalmayı başarabilmelidir. Ama, yapısalcılıktan vazgeçmesini, -en azından görünürde-
yapısalcı bir okumadan nasıl talep edebilirsiniz ki? (Aynı okuma, bir kezinde
Yahya Kemal’i hem deist bir şair, hem de sadece ‘İslam akidesinin şairi’
saydığı Mehmet Akif’e karşı Müslüman yaşayışın şairi addedip yüceltirken
tenakuza düşecektir. Deist bir şair nasıl Müslüman yaşayışın şairi olabilir?)
Buraya kadar saydığımız isimler, Türk
modernleşmesi tarihinde poetik ideanın siyasal kavrayışla arasındaki etkileşimi
ortaya çıkarmaya yetecek malzemeyi ve bakış açısını bize sağlamaktadır. Bu
aşamada karşılaştığımız bir koşutluğu vurgulayalım: Siyasallığın kurumsallığa
indirgendiği uğraklarda edebilik de biçimselliğe hasredilir. Osmanlı toplumunun
yaşadığı buhran ve bunalımla birlikte Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Mehmet Akif’in
Yenişehirli Avni Bey’e galebe çalması ile Cumhuriyet’in kurumsallaştığı
dönemlerde Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in temsil ettiği liriğin ön plana çıkması
arasında bu yüzden doğrudan bir mütekabiliyet vardır. Fakat, bu kertede bile,
Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi iki kuvvetli temsilcisine rağmen modern liriğin
Türk edebiyatında merkezi bir konumda olmadığını görmek gerekir (benzer bir
biçimde modern lirik, ne Fransız ne de dünya şiirinde aynı merkeziliğe
sahiptir.) Onların şiirlerine atfedilebilecek bir merkezilik, sadece Türk
edebiyat geleneğini Türkiye’deki siyasal sürecin şekillenişinden bağımsız, kasıtlı
olarak yanlı(ş) ve eksik okumaktan mütevellit bir çarpıtma olacaktır.
EDEBİYATIN
KENDİNE HAS SİYASETİ
Öyleyse şimdilik benimseyeceğimiz eleştirel
tavır semptomatik olmalıdır: Siyasallığın kurumsallığa ve edebiliğin
biçimselliğe, düzdeğişmecenin eğretilemeye, yakınlığın benzerliğe, sentagmatiğin
paradigmatiğe, ritmin armoniye indirgendiği uğrakları kaale almaksızın, hem
siyasallığın hem de edebiliğin buhran ve bunalımda olduğu dönemlere daha
yakından bir bakış. Düzdeğişmecenin eğretilemeden, yakınlığın benzerlikten,
sentagmatiğin paradigmatikten bağımsızlaştığı, hatta onları açıkça belirlediği
kerteleri okumaya dönük bir bakış. Bir anlamda ‘kaide’yi ‘istisna’nın bakış
açısıyla yorumlamak, istisnaların kural koyucu niteliklerini açığa çıkartmak bu
noktada doğru bir tutum sayılmalıdır; zira istisnalar, kaidelerde gözden
kaç(ırıl)anları açığa vurur. Bu tavır elbette yapısalcılığı, yapısalcılığa
karşı kullanarak onu çözüştürmek gibi bir beceriyi de içerir/içermelidir. Ama,
sadece bu beceriyle yetinmemek, edebi geleneğin ve bu geleneğe hasredilebilecek
ayrıksılıkların tarihsel değerini, her zaman, bugünün ışığında okumayı öğrenmek
tercih edilmelidir. Bu tarz bir okuma ise kerameti kendinden menkul, sürekli
kendi kendini doğrulayan bir yöntem olarak yapısalcılığın hiç aşina olmadığı
bir okumadır.
Çünkü, buhran ve bunalım dönemleri, gerek
siyasette gerekse edebiyatta, yeni arayışların baş gösterdiği belirsizlik ve
hatta fetret dönemleridir. Bu dönemlerde tam bir egemenlik krizi mevcuttur.
Yeni arayışlar, şimdiye dek varolana ilişkin retroaktif (makabline şamil; bugünden
geçmişe doğru etkinleşen) bir okumaya girişmemizi dayatır; bugünün krizi,
geçmiş olarak adlandırılıp istikrara kavuşturulan, gelenek ya da sistem olarak
sabitlenen bütündeki çatlakları, ondaki kurumsallık ve biçimsellikleri ve aynı
zamanda savruluş ve deformasyonları, lirik-romantik-imgeci-yapısalcı cilanın
üstünü örttüğü, görmezden geldiği ters akıntıları yorumlamanın ve yeniden
yorumlamanın önünü açar. Edebi ve siyasal geleneklerin lirik-romantik-imgeci-yapısalcı-benzerlikçi
bütünleştirme ve ayrıştırma edimlerine konu olmaları egemenlik krizini bertaraf
etme istencinin bir ürünüdür. Oysa siyasalın kendi “özerk”, yani özünden
kaynaklanan erginlik ve egemenlik istenci ve etkinliğini yitirdiği dönemlerde
edebiyat da bir krize girer. Bu yargımız, edebiyatı değerlendirmede geçerli
protokoller ile siyaseti değerlendirmede geçerli protokoller bir ve aynı
protokoller olarak ele alınmadığı sürece, bir işe yarar. Siyasalın kendi “özerk”
etkinliğini yitirdiği dönemlerde edebilik alanında da belli bir özerklik
deformasyonuna şahit oluruz. Bu öyle bir ironidir ki edebi özerklik tam da “edebi
özerklik” adına tahrip edilmektedir. Esasen bu karşılıklı bir süreçtir.
Modern edebi tavrın ortaya çıkışından beri, bir
biçimde siyasal tavırlarla ilişkili olduğunu görememeyi içerir bu yanlış tutum.
Bu tutumun yanlışlığı, edebi özerkliği siyasal özerklikten bağımsız, verili bir
kategori olarak kavramasından kaynaklanır. Halbuki edebiyat, siyaset
karşısındaki özerkliğini, mevcut siyasetlerin edebiyat dünyasındaki
yansımalarıyla hesaplaşarak, onlarla arasındaki ilişkileri yeniden be yeniden
gözden geçirerek kazanmak zorundadır. Edebiyatın kendine has bir siyasetinin
var kılınması bu açıdan kaçınılmazdır. Bir sezgi olarak şimdiden edebiyatın
kendine has siyasetinin hemen her zaman edebiyatın “itibarı”yla koşut düştüğünü
belirtelim. Şayet şairler ve yazarlar hakkında yalnızca edebiyat itibariyle
konuşmanın bir imkanı, anlamı ve ödülü kalmamışsa, edebi özerklik ve edebiyatın
kendine has siyaseti diyebileceğimiz bir konuşma zemini de ortadan kalkmış
demektir.
ATLILAR, SAYI:13, EYLÜL-EKİM 2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder