9 Kasım 2013 Cumartesi

SÖZ BİTTİ YAZI PAYDOS

I.
"Her zaman yazabileceğim bir şeyi hiçbir zaman yazmam" der Paul Valery günlüklerinin bir yerinde. Demek ki Valery'e göre her zaman yazılabilecek olan bir şey (bu şey öykü, şiir, roman, deneme veya yazının başka bir çeşidi olabilir pekala) yazılmaya değmeyecek olandır. Yine, demek ki, onu yazmaya uğraşmak, sanatçı açısından, değersiz bir işle vakit kaybetmek anlamına gelir. Belki de her zaman yazılabilecek olan, çoğu kez zaten yazılmış olan olabileceği için yazılmaya değmeyecek olandır. Peki ama her zaman yazılabilir sayılıp da bu yüzden hiçbir zaman yazılmamış bir şey ya da müellifin kendisini her zaman yazabilirim diyerek avuttuğu ve bu sebeple hiç bir zaman yazamadığı bir şey hâlâ "her zaman yazılabilir olan" olarak adlandırılmayı hak eder mi acaba? Her zaman yazılabilir olmak gibi bir bahtsızlığa uğramış bir "yazı", Valery'nin de içinde yer aldığı modern yazarlık kurumunun ve mesleğinin ahlaki maksiminin dolaysız bir sonucu olarak hiçbir zaman yazıl(a)mayacak olana, hatta yazılmaması gereken bir şeye dönüşmemiş midir? Böylelikle, paradoksal olarak, her zaman yazılabilir olanın hiçbir zaman yazılamaz olana doğru geçirdiği bu garip metamorfoz onu yazarın şevkle yöneldiği her zaman yazılamaz olanı yazma çabasının alanına dahil etmez mi? Bu paradoks, modernist-elitist edebiyatın niçin giderek itibar kaybettiğini bir nebze de olsun açıklığa kavuşturmaktadır. Edebiyatın artık "yüce" konuları yoktur. Günümüzdeki edebiyatın güçsüzlüğü belki de bu modernist ahlaki maksime edebiyatçıların fazlaca yüz vermemesinden kaynaklanmaktadır. Yüce ve her zaman yazılamaz konular yerine postmodern tahkiyenin ürünleri doldurmaktadır kitapçı raflarını.*
Edebi planda modernizmin yaşadığı bu bozgun "yazarlık kurumu"nda gözlemlediğimiz değişimlerle de ilişkilendirilebilir. Günümüzde “yazarın ölümü”nden bahsediliyor; yazarın, yani “yazı” otoritesinin… Aynı şey Kant estetiğinin “yüce” kategorisinin de kaderi değil mi bugün? Günümüzde yazarın ölümüyle ortaya çıkan boşluğu okurun doldurması bekleniyor, okur bu yüzden postmodernist anlatılara dahil ve davet ediliyor. Üstelik okur artık yazarın yada şairlerin “düşman kardeşi” değil: elbette “benzeri”, ama bu benzerlik onların en fazla aynı suça ortaklık etmelerinden kaynaklanıyor artık olsa olsa. Ancak sorun, yani suç bu kadar basit değil: modern romanın doğuşunu müjdelediği varsayılan Miguel De Saavedra Cervantes’in Donkişot’u da okur ve yazar arasında bir iletişim arayan bu numaraları sıklıkla kullandığı için şimdi postmodern olarak yorumlanan bir edebi biçimin öncüsü, hatta tüketicisi (tüketicisi, çünkü okuru romana dahil etmenin bütün varyasyonları postmodernist romancılardan önce Cervantes tarafından keşfedilmişti) olarak görülebilir. Tarihin tersinişi, belki de sürekli tersinmenin, geriye dönmenin bir tarihidir.**
Öte yandan yazılamaz olanın belirlenmesine yönelik kural değişikliği yazarlık mesleğinin (böyle bir meslek oldu mu hiç) yaşadığı kurumsal değişimlerle birlikte onun işlerlik sahasını da alabildiğine kısıtladı. Demem o ki neyin gerçek neyin kurgu olduğunu belirlemenin giderek zorlaştığı bir tinsel iklimde yazarlık bireysel bir yetenek ve meleke olmaktan handiyse “kurtarıldı.” Bu durum elbette yazarın anonimleştiği, bilinmez kılındığı sözlü geleneklere sahte bir yeniden dönüş beklentisiyle açıklanamayacak komplikasyonlara sahipti; dahası bu komplikasyonların doğurduğu kimi sorunlar yazarlık kibrini alaşağı eden bir “kolektif yazarlık” kavramının gelişmesine yol açtı. Kolektif ya da diyalojik yazarlık; yani, zaten kendini yazmış yazıya mütercimlik yapan yazar ve okurun oluşturduğu semantik ortaklık limited şirketi…
”Her zaman yazılabilir olan”, aynı zamanda, her zaman ulaşılabilir olandır. Bu onun her zaman el altında, burda oluşunu imler. O, ister bir konu, ister bir duygu, isterse de düşünce yoluyla çözümü aranan bir mesele olsun, her zaman yazarla birlikte, yazarın yanı başında, onun varoluşunun “süfli” yanlarını temsil etmek üzere oradadır. Süfliliği yazmaya değmez oluşundandır. Yetkin bir şairde, acı çeken insan ile yaratıcı dimağ arasında kesin bir ayırımın olduğunu savlarken Eliot, her zaman yazılabilir olup da hiçbir zaman yazılmaması gereken unsurun buradalığını vurgular gibidir. Bu yüzden Eliot için bile “yenileme, yinelemeden yeğdir”. “Yaratıcı dimağ”ın estetik bapta “acı çeken insan”a üstün tutuluşu, “acı çeken insan”ın sürekliliği göz önünde tutulursa bir anlam kazanır. “Gelenek”, bu yüzden acı üstüne değil, yaratıcı dimağ üstüne kuruludur. Yine bu yüzden “bireysel yetenek”, yaşantının rastlantısallığı içerisinde kendisine vakıf olunabilen bir şey değil, bütün bir geleneği özümleme ve onun yeni bir ifade kazanmasında bir katalizör rolünü üstlenme cehdini göstermek anlamında “yaratıcı dimağ”ın kendisidir. Sanatçı bireyin, gelenek adı verilen “kolektif bilinçdışı”na kendini teslim edişi, onun her şeyden önce kendi yeteneğine bile kendi adına sahip olamayacağı, olmaması gerektiği biçiminde yorumlanabilir. Yazar, ne denli büyük acı çekiyor olursa olsun, yazdıklarının gelenekle ilişkileri onun büyüklüğünü ispat etme kriteri olarak kullanılacaktır. Çektiği acı değildir yazarı büyük ve yetkin kılan; bu acıları anlatmayışı, eğer anlatacaksa da onları toplumsal geistla dolayımlayabilmesidir.
II
Yazmak: bu eylemin doğasında var olan manevi yaratıcılık, geleneksel kozmolojilerde bütün evrenin bir “Açık Kitap” olarak yorumlanmaya çalışılmasıyla doyurulmaya uğraşılıyordu. Bu kozmolojik bakış açısına göre evren yazılmış bir kitaptı. Yaratılmış her şey bu kitabın harfleri, kelimeleri ve cümleleriydi. İnsanoğlunun görevi bu kitabı anlamak, okumak ve bu anlama uygun bir hayatı yaşamaktı. Hemen hemen bütün geleneksel öğretilerde varlığını sürdüren bu yazı izleği yerini modern zamanlarla birlikte kitaplık düşüncesine terk etti. Böylesi bir ters kozmolojik dönüşüm neticesinde evrene bütüncül bir bakıştan yoksunlaşmış modern çağlarda bireysel anlatı ve kahramanlıklar bir kurum olarak yazıya ve yazarlığa can kattı. Çelişkili bir ifade olacak, ama olsun: modern edebiyatın geleneği onun geleneksizliğidir. Bu geleneksizliği Octavio Paz “eleştiri” kavramıyla içeriklendirmiş ve modern edebiyatın sonuna geldiğimizden yakınmıştı. Şimdi daha açık ve yüreklice ifade edilmesi gerekli nokta o ki artık yazı, modern tekno-bilimsel metafizikle birlikte, varolmak için ne bu manevi yaratıcılığa ne de dışsal bir öge ve “ilk muharrik” olarak yazara ihtiyaç duyuyor: Hegelci Geist’ın yeni bir gölgesiyle mi karşı karşıyayız? Bu da epey şüpheli: kendi içsel deviniminde yaşadığı süreksizlikler, kırılmalar, kopuşlar sebebiyle “yazı”nın bugünkü hali bu biçimiyle, “eleştiri” ve “avantgardizm” anlatıları da dahil olmak üzere bütün modernist anlatıları geçersizleştirici bir işlevi deruhte ediyor.
Çünkü edebi işlevin sorgulanması, diğer adıyla “eleştiri” elbette yazının kendi doğasına ve bilincine vakıf olduğu tinsel bir ortamı, geleneği işaretler. Oysa şimdilerde bize en uzak düşen şey bu ortam, yani ortaklık duygusudur. Değil mi ki modernist edebiyat kendi yaratıcılığını duygularını “dışarlıklaştırma”da bulmuştu. Türk edebi geleneğini bundan azade kılmanın bir yolu belki de bu geleneğin başlangıcından beri “eleştirisizlik”le malul oluşunda bir teselli aramak olabilir. Bu nokta da ayrıca incelenmeyi hak eden bir yüklemi haizdir.
III
Modernizmin hiçbir zaman yazılamaz olana dönük iştihası en iyi Mallarmé’ın Opus Magnum anlayışında izlenebilir. Aslında bu anlayışında Mallarmé yalnız değildir. Modern dönemin büyük yazar ve şairlerine teşmil edilebilecek bir anlayıştır bu: Büyük Eser, asla tek başına benim yazamayacak olduğum bir eserdir. Ben bu küçük parçalarla o eserin ancak bir kısmını vücuda getirebilirim. Bu anlayış bazen romantiklerde –bilhassa Hölderlin’de- olduğu gibi nostaljik ve umutsuz bir cilayla belirlenir, bazen futuristlerde ve kübizmdeki gibi ütopyacı yanlarıyla görünür, kimileyin de nihilist bir umarsızlık her yanı kaplar. Büyük Eser; insanlığın, yani bütün edebiyatçılar, yazarlar kuşağının tinlerinin ürünü olan bir şeydir çünkü. Yazarların ve şairlerin “insan”a karşı besledikleri umut ya da sevgiye, bazen tam zıddı duygulara bağlı olarak anlam içeriği farklılaşır bu özlemin. İskenderiye kütüphanesinin modern zamanlardaki izdüşümü olarak değerlendirebiliriz Opus Magnum özlemini. Böylelikle modernist alçakgönüllülük sahte bir ortaklaşmacılığa dönüşür. Sahip olma hırsının üstü “eserin tamamlanmamışlığı ve asla tamamlanamazlığı” denebilecek bir cilayla, gelenekle örtülmüştür. Gerçekte bu anlayış her ne kadar romantizmin deha estetiğine kökten zıt ise de edebiyatın ve yazının nkendi temellerini berhava ettiği, kendini olumsuzladığı bir uğrağı işaretler. Artık mükemmellik yoktur, öyleyse mükemmellik arayışı da olmayacaktır. Oysa mükemmellik geleneğe uygunluktu. Bir kritrer olarak geleneğe uygunluk, geleneğin dönüştürülmesine yarayan edimlere hayat hakkı tanıdıkça kendi sonunu da hazırlıyordu. Böylelikle mükemmelik tasarımı, mükemmellik adına kendi sonuna şahit olmaya zorlanmıştır. Eser kelimesinin Türkçe’deki diğer anlamına başvurmak gerekliyse, Büyük İz, bütün izlerin bir toplamından fazla olarak onların geride bıraktıklarının da izidir. Yazının geleneği, bu yüzden modern zamanlarda bölük pörçük izlerin birleştirilerek bir bütün haline dönüştürülmeye çalışıldığı bir dönemin geleneğidir. Eliot’ın tanımladığı biçimiyle ne gelenek kalmıştır ortada, ne de bireysel yetenek. Çünkü gelenek yorumlanması ya da yadsınması mümkün bütün yollardan zaten yorumlanmış ya da yadsınmıştır. Aynı şekilde görülmesi mümkün olan bütün “yetenek” şekilleri yeterince görülmüş, o yetenekler yine yeterince tüketilmiştir. Öyleyse edebiyatçıların yeni bir hazine arayışı, yeni bir yorumculuk tarzı, dolayısıyla yeni sayılabilecek bir anlayışa ulaşabilme imkanları artık kalmamıştır. Avant-garde’ın sonu, yazının kendisinin avant-garde bir hale dönüşmesinden başka bir şey değildir. Öyle ki artık izleri yorumlamaktan değil, yorumları izlemekten söz edebiliyoruz. Bize gelen, bu yüzden, gelenek değil, gelenek yorumlarıdır.
Öte yandan bir zamanlar modernist şair ve yazar, yazmayı bir öç alma biçimi olarak görebiliyordu, hatta bir saldırı biçimi! Oysa yazının öncelikle yazarına saldırdığı, ondan öç ve baç istediği çok sonar anlaşılabildi. Yirminci yüzyıl deliren ya da intihar eden şair ve yazarlarıyla yazının yazarından aldığı öce tanıklık etti. Bir savunma biçimi olarak kurgulanan yazı, yazarını aşırı savunmaktan dolayı suçlu şimdi.
­­­­­­­­­­­­­­­­­­_________________________________

* Elbette bu olgu bizzat modernist yazın içerisinde hem Frankfurt Okulu’nun, yani Adorno ve Horkheimer’ın “kültür endüstrisi” kavramıyla hem de onto-poetik bir tutumun, yani Heidegger’in eleştirisiyle ele alınabilecek bir durumu işaretler. Frankfurt Okulu’nun son kertede tarihselci-maddi bakış açısıyla Heidegger’in “varoluşsal nostalji”si arasındaki gedik, bir kez ve bu momentte, “kültürün ticarileşmesi” sorununda kesişir. Edebiyat dergileri, artık şiir fabrikalarıdır. Bu kertede “yazılamaz olan” ticarileştirilemez olandır ve finans-kapital, modern zamanlarda ticarileştirilemez hiçbir meta ve konu tanımamaktadır.

** “Tarihin Tersinişi” adıyla Türkçe’ye çevrilen bir makalesinde Baudrillard şu dikkate değer soruları soruyordu: “modernliğin hareketi geridönüşümlü müdür ve bu geridönüşümlülüğün kendisi geridönüşümsüz müdür? Bu geriye dönük aktivite, bu binyılın sonu rüyası nereye gider? Hız yada ses duvarı gibi ‘tarih duvarı’ yok mu ki modernitenin inkarı hareketi oraya yanaşamasın?” Bizce, modernitenin yadsınışı, yadsımanın, dahası bu soruyla birlikte tarihi yadsımanın yeni bir biçimini oluşturmaktadır. Tarihin yadsınışı, dolaylı olarak yazının yadısnışıdır. Nitekim, modern edebiyatın yaşadığı asıl problem yazıdan sonar neyin gelebileceğine dair verilecek bir cevabın olmayışıdır. Tarih yazıyla kadimdi. Yazıdan sonra sahiden tarih olacak mı?

Bumerang, 2, Ekim-Kasım-Aralık 2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder