Bundan önce incelediğimiz “ironi” ve “paradoks” kavramlarına
nazaran “kinaye”nin bütün numarasının dolaylılığında düğümlendiğini söyleyebiliriz. İronide
de bir “mesafe duygusu” vardır gerçi. İfadenin düz ve görünür anlamı ile niyetsel ve derin anlamı arasındaki zemine yayılmış bir dramatik gerilimden neş’et eden bir duygudur bu ama. Paradokstaki çıkmazla, çözümsüzlükle burun burunalık da benzeri bir etki bırakır üstümüzde. Fakat her ikisinde de sorun; sözel ifadenin anlamına değgin, anlamla nerede, hangi derinlikte
yüzleşileceğine ilişkin bir sorundur. Sözel ifadenin varlık bulduğu bağlama ait özellikler
de bu anlamın anlaşılmasında, onunla yüzleşilmesinde yardımcı roller üstlenmekten ötede
bir işlev görmezler.
Bağlam, ironide yardımcı rolde ve ikincil iken (Çünkü ironiyi doğuran çelişki, ilk elden, anlamsal bir çelişkidir) kinayede hitap bağlamı kinayenin asıl
unsurudur.
Böylelikle kinayeyi bütünüyle bağlamsal bir söz
sanatı saymak noktasında hiçbir tereddüde düşmeyiz. İroninin gerçekleşebilmesi için sözel ifadedeki anlam ve bu ifadenin bağlamı arasındaki gerilime ve bu gerilimin sözel ifadenin bütün unsurlarına yayılmasına her zaman ihtiyaç duyulurken kinayede anlamın kendisi pek değişmez çünkü. Hep muhkemdir o. Kinayeyi oluşturan, bu anlamla kimin nasıl yüzleşeceği sorusudur haddi zatında. Lafı üzerine alınması gerekene değil de ortaya konuşmaktır kinaye. Bu yüzden,
yarası olanın yarasını gocundurmaya dönüktür. Bir söz sanatı olarak anlamın ağırlığını azaltan, buna mukabil bağlamın ve muhatabın
etkinliğini artıran bir işleve sahiptir.
Kinayenin dolaylılığı, tıpkı ironinin derin anlam ile görünür anlam arasındaki
dramatik çelişkiye izin veren yapısal mesafesinin haiz olduğu eleştiri gibi, eleştirel
bir mesafedir gerçi; fakat bu kez, mesafe ne paradoksta
olduğu gibi bir görünür anlam ile diğer bir
görünür anlam arasında,
ne ironide olduğu gibi yüzey anlamı ile
derin anlam arasındador; o, doğrudan gerçek
anlamına muhatabının zihninde kavuşacaktır. Görünür muhatap ile gerçek muhatap arasındaki farkın doğurup oluşturduğu zeminde var olur kinaye. Aynı zamanda, bu zeminde, kendi karakteri de değişir. Ama tözsel
anlam açısından bir değişme değildir bu; daha çok edimsel anlam açısındandır.
“Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla!”dır kinaye. Tabii burada görünür muhatap olan “kız” ile gerçek muhatap olan “gelin”, kinayede içerilen
muhkem anlam açısından birbirlerine benzer bir
konumdadırlar, hatta eşittirler. Aralarında herhangi bir üstünlük ve imtiyaz yoktur. Ama yine de
aralarında bir fark da olmak zorundadır. Çünkü “aynı” değillerdir. Söze
muhatap olma bakımından aralarındaki
benzerlik, doğrudanlık ile dolaylılık arasındaki farkla biçimlenir.
En azından hitap sahibi, muhataplar arasındaki
bu farkı gözetmektedir. Deyimi çözümlersek, hitap sahibi “kızı” ile olan kan akrabalığının kendisine verdiği üstünlüğü kullanarak, “gelini” ile olan evliliğe dayalı akrabalığın ona bahşetmediği bir hakkı, bir söz söyleme hakkını kazanmaktadır. Gelin sözü üstüne alınmak zorunda değildir
esasen, ama bu sözü üstüne alması, sözden alınması onun kendi hayrına olacaktır.
Çünkü üstüne alınması gereken kişi sözü üstüne alınmasa da söz gerçek anlamını gramatik bakımdan
gerçekleştirmeye muktedirdir her zaman. Sözün edimsel/niyetsel anlamları gerçekleşmese de tözsel
anlamı her zaman olagelir, baki kalır.
Kinayenin hitap zeminleri arasındaki farklılıktan türemesi onun hemen her zaman edimsel
(Osm. icrai, Eng. Performative) bir söz sanatı olduğunu da ortaya koyar. Kinaye, daima,
hitaba dayalıdır. Muhatabı çoğullaştırır. Muhataplar, bu sözel hatta kayganlaşır, belirsizleşir. Sözler geline mi kıza mı söylenmektedir? Bu kinayeli sözü söyleyenin derdi değildir. O sözünü söylemiş; top, lafı üstüne alınması gereken, bu edilen sözlerden ders çıkarması gerekenlere gelmiştir.
Fark etmişseniz, biz de buraya kadar epey
kinayeli bir biçimde “kinaye kavramı” hakkındaki düşüncelerimizi dile getirmiş olduk. Şiire, siyasete, felsefeye, tasavvufa,
sanata, müziğe, resme, kültüre vb alanlara bulaşmadık. Bu, esasen, bir yönüyle kinaye kavramının doğrudan kendisinden söz etmemize olanak vermeyen bir söz sanatı olarak yapılanmasından kaynaklandığı gibi, diğer bir
yönüyle de buraya kadar dile getirdiğimiz görüşlerin salt retoriğe, belagate ait unsurlar olmayışındandır.
Demek ki daha doğrudan konuşmanın zamanı geldi. Türkiye
ve Türk kültürü nedense son yirmi yıldır üzerine doğrudan
konuşulma imkanından mahrum bir ülke ve kültürdür. Bu ülke (Cemil Meriç
merhumun meşhur “bu ülke”si) hakkında uzunca bir zamandır “Türk aydını” doğrudan konuşma
hakkını kaybetmiş görünmektedir. Bu durum “Türk aydınını” hep asıl konulardan uzak bir alegoriye, hep
bir “kuş diline” mahkum kılmaktadır. Bu alegoriyi, bu kuş dilini yenmenin bir yoludur kinaye. Üzerine
doğrudan konuşamadığımız mevzuda dolaylı da olsa “konumanın” esaslı bir yoludur. Alegori ile kinaye arasındaki etkinlik farkı ya da “etkin fark” (bakın bu kavramı da Fransız postyapısalcı ve de şizoanalist Gilles Deleuze’den ödünç aldık! Ne berbat bir durum değil mi?) bunu gerekli kılmaktadır, kılmalıdır, kılar, kılacaktır.
Bombamızı patlatalım: Türk aydını konuşamamaktadır. Türk aydınının suskunluğu onun dilsiz oluşundan değil (aksine, Türk aydını, maşallah, kendi dili haricinde bütün dillere vakıftır ve bilhassa batı dillerine vakıftır), konuşmalarının bütünüyle “adğas-u ahlam”, bütünüyle “gevezelik”, bütünüyle “kuru gürültü”, bütünüyle “konu dışı” olmasındandır. Türk aydınındaki dil bozukluğu (sakın üstünüze alınmayın, bu suçlamaya bu satırların yazarı da muhataptır!),
kendi ülkesi, kendi kültürü hakkında konuşurken bile hep bir “yabancı” oluşun sıkıntılarını yaşamasından kaynaklanır.
Sözgelimi elit (niye elit diyoruz da “seçkin” ya da “mümtaz” demiyoruz?) bir Türk aydını, bir Murat Belge (dizgi, düzelti yanlışı yok: “bir Murat Belge”) kendi
halkından, kendi kültüründen bahsederken pekala “Türk toplumunun hakim ideolojisi İslam” diyebilir. Tırnak içi, harfi harfine böyle. Bir yanlışlık yok. İslam, Belge’nin
lugatinde “hakim ideoloji”dir, yani “hakim
din” değildir!
Burada uzun uzadıya “din” ve “ideoloji” arasındaki farkları
anlatacak değilim. Din ve İdeoloji
kitabının yazarı Şerif Mardin’in bütün eserlerini yayımlayan yayınevinin ortaklarından biri olması hasebiyle bu farkı Belge’nin bilmemesi imkansızdır.
Bu dil sürçmesinin sebebi nedir sizce, hiç düşündünüz mü? Çünkü Murat Belge, bu
toplumda karşılaştığı ve nedense hep tiksindiği köylülüğü mahkum etmek istemektedir.
Ama vicdan sahibi bir hakim olarak köylülük hakkında bu mahkumiyet kararını verebilmesi için bir
sebebe istinat etmesi gereklidir. Sebep mi aradınız, bundan kolayı yok: İslam, Türk toplumunun (hakim dini değil!) “hakim ideoloji”si
olaraktan her zaman emrinize amade olacaktır. Bir aydının içinde yaşadığı topluma yabancı oluşuna işaret edecek daha doğru bir örnek bulunamaz herhalde.
Belki de biz gereksiz yere Murat Belge’nin sözlerini üstümüze alınmış olabiliriz, belki de bizdeki yara sürekli kaşınmaktadır. Belki de Murat Belge “Alman köylülüğünün sebeplerini izah etmektedir bize:
Protestanlık!
Eski bir Marksist Türk aydını olarak Murat Belge Türk toplumundaki Protestanlıktan nasıl “Alman Köylülüğüne (Marx’ın
ruhuna fatiha okusak yeri şimdi!) yol açıldığını göstermektedir, mesele aslında bu kadar basittir.
Fakat, elit aydınımızın Türk kızları kendisini çok iyi
anlarken (çünkü bu sözlere muhatap olan onlardır), Alman gelinlerimiz bir türlü lafı üstlerine alınmamaktadırlar. Hata Alman gelinlerimizdedir yani. İşte kinaye böyle bir şeydir arkadaşlar!
(Aslında bu yazının burada bitmesi lazım. Ama halen dergi için gerekli uzunluğa ulaşamadık. O yüzden sizden biraz daha sabırlı olmanızı isteyeceğim.)
Gördüğümüz gibi mesele epey karışık. Türk aydınının dil sürçmelerini bu yüzden
hoş görmek gerekli. Alegori ile kinaye arasındaki kavgaya dönelim. Dilimizi bozan, kuşa çeviren bu kuşdilini
nasıl def edebileceğimizi düşünelim. Ülkemiz
hakkında, kültürümüz hakkında daha doğrudan
konuşmayı nasıl başarabileceğimizi
araştıralım. “Dilleri var bizim dile benzemez!” demiş merhum Mehmed Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nın şairi. “Bizim dili” bulmak,
ülkemizin, kültürümüzün dilini bulmak; ülkemizin, kültürümüzün asıl sorunlarını konuşmaya giden yolda Türk aydınındaki kafa karışıklığına, dil bozukluklarına takılmamak; alegorik düşünmenin alt edilmesindeki en önemli vazifedir. Kinaye kavramı, bu açıdan salt edebi bir söz sanatı değil, aynı zamanda siyasal, eleştirel bir zanaattır da. Tabii anlayana!
Kılavuz
Kılavuz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder