13 Eylül 2013 Cuma

Milletler mi milliyetçilikler mi önce gelir?

Belli ki Hobsbawm, tarihi ‘unutmamak’ olarak algılıyor; unutmamak, yani geçmiş travmaların varlığını her an benliğinde hissetmek ve fakat bunlara da yenilmemek. Amcalarından birinde gördüğüne benzer “tipik bir Yahudi tavrı” aslında bu.
İçinde bulunduğumuz ayın ilk gününde hayata gözlerini yuman Eric Hobsbawm, 1917’de, Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği yılda İskenderiye’de dünyaya gözünü açan; Viyana, Berlin, Londra ve Cambridge’de eğitim alan ve ömrünün sonuna dek de Cambridge’de ikamet eden bir tarihçi. Marksist bir tarihçi. Yahudi. Ancak bir din olarak Yahudiliğe herhangi bir duygusal bağılığı olmayan bir Yahudi. Buna karşın, kendini hiçbir zaman açıktan dinsiz olarak da ilan etmemiş.
Kendi aktarımlarından öğrendiğimize göre, kimliğinin oluşumunda annesinin katkısı büyük. Annesi, Viyanalı bir kuyumcunun üç kızından biri, Nelly Hobsbawm. Nelly’nin kız kardeşlerinden biri de Hobsbawm kardeşlerden biriyle, yani Eric Hobsbawm’ın amcası ile evleniyor. Hem annesi hem de babası Yahudi. Hobsbawm 14 yaşında iken annesini kaybettikten sonra teyzesi ve amcasının ailesi ile birlikte yaşamaya başlıyor. Annesi Eric 12 yaşındayken ölen eşinin yokluğunu Eric’e hissettirmemek için yokluk ve yoksulluk içinde, eve kapanmadan, tercümeler yaparak, özgürlüğünü de korumaya çaba sarf ederek çalışan bir kadın.
Hobsbawm, Yahudilik ve İsrail
14 yaşındaki Eric’in Yahudilikle ilgisinin sınırlarını belirleyen anı ise şu: Hobsbawm bir gün amcalarından birinin bir davranışı için “tipik Yahudi davranışı” ifadesini kullanır. Kullandığı bu ifade yüzünden annesi ona kızar ve ona hayatı boyunca asla Yahudi olmaktan utandığını ima eden herhangi bir davranış içine girmemesini tembihler. Buna rağmen, Hobsbawm, Yahudilik ve İsrail ile ilgili duygularını şöyle dile getirir: “Atalardan kalma bir dine karşı hiçbir duygusal vazifem yoktu, hele küçük, askeri ve kültürel olarak beni hayal kırıklığına uğratan, siyaseten istilacı ve benden ırk temelli bir bağlılık bekleyen bir ulus-devlete karşı vazifem ise hiç yoktu.”
Hobsbawm’ın, milliyetçilik üzerine çalışan birçok araştırmacıya göre de çığır açmış kitabı “Milletler ve Milliyetçilikler”in giriş bölümünde ifade ettiği, “ciddi bir milletler ve milliyetçilik tarihçisinin kendisini siyasal milliyetçiliğe adamış bir kişi olamayacağı” iddiası, onun tarihçiliğe bakışını da belirleyen bir içerik taşıyor. Hobsbawm’ın Yahudiliğe karşı herhangi bir duygusal bağ beslememesi ve kendisinden ırk temelli bir bağlılık beklediğini düşündüğü bir ulus-devlet olarak İsrail’e ilişkin herhangi bir vazifesinin olmadığını düşünmesi tarihçiliği nasıl kavradığıyla da yakından alakalı. Çünkü ona göre tarihçilik ile milliyetçilik asla bir arada bulunamaz, birbiriyle geçinemez. Ernest Renan’dan aktardığı şu söz de bir yerde Hobsbawm’ın millet ve milliyetçiliğe karşı tavrını belirliyor: “Unutmak ve tarihi yanlış yazmak da ulus olmanın bir parçasıdır.” Hatta bu sebepten milliyetçiliğe karşı tarihçiliği seçmiş de diyebiliriz Hobsbawm için.
Belli ki Hobsbawm, tarihi “unutmamak” olarak algılıyor; unutmamak, yani geçmiş travmaların varlığını her an benliğinde hissetmek ve fakat bunlara da yenilmemek. Amcalarından birinde gördüğüne benzer “tipik bir Yahudi tavrı” aslında bu. Bir faaliyet olarak tarih yazımının özünde hatırlamak kadar unutmaların da yer aldığını bile isteye “unutmayı” tercih eden, tarihçiliğin ve tarih yazımının her şeyden önce, bugüne ilişkin olarak geçmişin çekmecelerini yeniden düzenleyen, bu çekmecelere tıkıştırılmış olaylar ve olgular envanterinden o günkü siyasal mücadelelerin ruhuna uygun olarak seçmelerde bulunan siyasi bir çaba olduğunu gözlerden ırak tutmaya çalışan bir yanı var esasen bunun. Res gestae’yi, “geçmişte vuku bulmuş” olayları, tarih disiplininin temel malzemeleri arasında kendi siyasi bakışına uygun olanları seçerek yine siyasi bakışına uygun bir tarzda yorumlayan bir disiplin olduğunu atlayan bir bakış açısı.
‘Millet’ tanımlanamaz mıdır?
“Milletler ve Milliyetçilikler” kitabında Hobsbawm, ilkin sosyoloji disiplini içinde Ernest Gellner tarafından ifade edilmiş milletlerin milli devletler tarafından icat edildiği fikrine tarihsel bir vüs’at kazandırıyor. Hobsbawm’a göre “millet”e nesnel ya da öznel, sabit bir tanım verilemez; çünkü millet tamamen modern bir kurgudur. Bu kurgunun modern zamanlar içinde sürekli değişen bir yapısı vardır. Bu fikir doğrultusunda Hobsbawm, milletin etnik temeli ya da etnisite tartışmalarını bir yana bırakarak, bir kavram olarak milletin modern toplumlardaki değişim ve başkalaşımlar ekseninde izini sürüyor.
Kapitalizmin ve milliyetçilik
Tarihçilik ile siyasetin birbiriyle ilişkili olduğunu inkar etmiyor yine de Hobsbawm. Onun tercihi, Marksist dünya görüşü doğrultusunda. Ancak, doğrusu Karl Marx’ın milliyetçilikler konusundaki ikircikli tutumu, temel bir politika olarak Hobsbawm’ın yakasına yapışıyor. Marx ve Engels’in bu ikircikliliği Polonya devletinin bağımsız ve bütün olarak kalmasını savunma tarzlarında rahatça izlenebilir. Marx ve Engels tarihi milletlerin, örneğin Polonyalıların, İtalyanların, milli hareketlerini desteklerken, Avusturya-Macaristan ya da Rus İmparatorluklarına karşı, gelişen akımları ‘gerici’ olarak nitelendiriyorlardı. Marx ve Engels ortak bir dil ya da geleneklerin, coğrafi ve tarihsel türdeşliğin bir millet oluşturmaya yetmeyeceğini düşünüyorlardı. Millet olabilmek için belirli bir ekonomik ve toplumsal gelişme düzeyine de ulaşmış olmak gerekliydi. Sözgelimi bu yüzden 1848 yılında Schleswig ve Holstein’ın Danimarka’ya bırakılmasına şiddetle karşı çıkmışlardı, çünkü onlara göre Almanya, İskandinav ülkelerine göre daha ileri bir kapitalist gelişme düzeyine sahipti, dolayısıyla daha ‘ilerici’ ve ‘devrimci’ydi. Milliyetçiliğin “kapitalizmin yapı taşları”nı ördüğünü Hobsbawm da düşünür. Marx’tan kaynaklanan ikircikliliğin Hobsbawm’da da sürmesinin pratik nedenleri vardır elbette.
Milletin modern bir icat olduğunu ifade eden Hobsbawm şunları yazar: “Millet, yalnızca özgül ve tarihsel bakımdan yakın bir döneme aittir. ‘Millet’ ancak belli bir modern teritoryal devletle, ‘ulus devlet’le ilişkilendirildiği kadarıyla bir toplumsal birimdir... Milliyetçilik milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir.”
Modern zamanlar öncesi var olan en fazla bir ön-milliyetçiliktir enikonu Hobsbawm için. Bu tür bir milliyetçilikte ise dil, din, kültür, coğrafya elbette önemli bir paya sahiptir. Bu açıdan Yahudi ön milliyetçiliği ile modern Siyonizm arasında herhangi bir bağ yoktur. Modern İbranice de atalardan kalma bir dine-etniye ait bir unsur değil tamamıyla modern bir ‘icat’tır.
Peki, toprağı taze Hobsbawm’ın milliyetçilik hakkında yaptığı bütün bu analizler ile onun 12 yaşında yetim kalması, annesinin zor şartlarda onu okutması ve annesini de 14 yaşında kaybetmesi arasında bir bağ bulunabilir mi? Bazı yorumcular, annesinin derin izlerinin Hobsbawm’ın fikri tavrında izlenebileceğini öne sürüyorlar.
Annesinin bir ciğer hastalığı sebebiyle vefat ettiğini yazıyor Hobsbawm, Interesting Times adlı kitabında. Zaman zaman annesinin hasta yatağının ucunda oturup sohbet ettikleri anları da aktarıyor. Şu ifadede böyle bir anı tasvir eder Hobsbawm: “Yatağının başucuna oturmuştum ve birbirimizi dinliyorduk, ben büyümeye, o da ölmeye hazırlanırken.” Bir keresinde, hasta yatağında yatarken dindar olabilmek istediğini açıklamış oğluna annesi: “Birazcık inanabilseydim eğer belki de doktorların şimdiye kadar yaptıklarından daha faydalı olurdu. Ama işte yapamıyorum, inanan birisi olamıyorum.”
Marksizm inancı
14 yaşında Komünist Partisi’ne katılan Hobsbawm’ın inançsızlığında nasıl bir etkisi var inançlı olabilmekte güçlük çeken annesinin? Özellikle, “Milletler ve Milliyetçilikler”de Ernest Renan’dan aktardığı sözün öncesinde niçin “Milliyetçilik toplum nezdinde açıkça öyle olmadığı bilinen bir şeye sıkı sıkıya bağlanmayı gerektirir” ifadesini kullanması dikkat çekici: Hobsbawm’ın siyasi bir ideoloji olarak milliyetçiliğe yönelttiği eleştirilerde, annesinden tevarüs ettiği “inançsızlık”ın etkileri düşünülebilir.
Babasız ve güç şartlarda büyümek ve Yahudilik, en az Marksizm kadar etkili Hobsbawm’ın düşüncelerinde. Marksizm ön planda etkinken bu düşüncelerde Yahudiliğe duyduğu “inançsızlık” ve annesine ilişkin saygı arka planda işlemeye devam ediyor. Böyle de okunabiliyor Hobsbawm’ın “Milletler ve Milliyetçilikler”de tarih disiplini ile siyasi milliyetçilikler arasında kurduğu negatif ilişki.


Kaynak: Milletler mi milliyetçilikler mi önce gelir? - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/milletler-mi-milliyetcilikler-mi-once-gelir/haber-695021#ixzz2enh7CGrt

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder