24 Ekim 2013 Perşembe

Amerikan başkanları seçilmiş birer kral mı?



Amerikan başkanlık sisteminin, Amerikan Devrimi'nin gerçekleştiği 1787'den bugüne geçirdiği dönüşümleri inceleyen ‘Amerikan Başkanlığı' adlı kitap ABD'nin cumhuriyetten imparatorluğa geçiş sürecini anlatıyor.
AMERİKA Birleşik Devletleri hiç şüphesiz bugün dünyanın en güçlü devletidir. Devasa bir imparatorluk görünümüyle ABD'nin küresel düzeyde sahip olduğu güç ise yalnızca askeri ve siyasi etkinliğinden kaynaklanmaz. ABD'nin 11 Eylül saldırıları öncesinde dünya halkları nezdinde temsil ettiği değerler; bu askeri ve siyasi güçle belki ters orantılı bir biçimde, özgürlük, güven ve refah arzularıdır. ABD vatandaşı olmanın birçok kişi için ifade ettiği bu değer, 11 Eylül saldırılarından sonra epey yıpranmış ve aşınmışsa da ABD'deki anayasal sistemi kuran kalıcı unsurdaki yıpranmanın oluşturduğu tahribat bundan daha fazladır.
Şaban Tanıyıcı ile Birol Akgün'ün Amerikan Başkanlık sisteminin, Madison ve Jefferson gibi liderler eliyle Amerikan Devrimi'nin gerçekleştiği 1787'den bugüne geçirdiği dönüşümleri inceleyerek yazdığı ‘Amerikan Başkanlığı' adlı kitap ABD'nin cumhuriyetten imparatorluğa geçiş sürecini anlamayı kolaylaştırıyor.
Tanıyıcı ve Akgün'e göre, Amerikan anayasası kuvvetler ayrılığı prensibi üzerine kurulmuş; yasama, yürütme ve yargı güçleri arasında bir fren ve denge mekanizması oluşturarak bireysel özgürlükleri garanti altına almaya çalışmıştır.
11 EYLÜL MİLAT OLDU
Ancak Soğuk Savaş döneminde zamanla bir ulusal güvenlik devletine dönüşen ABD'de, dış politikadaki belirleyici gücü ve etkisi giderek artan başkanın sistem içinde oynadığı rol de buna mukabil olarak artmıştır. Yürütme gücünü temsil eden başkanın sistem içindeki rolünü artıran faktörlerden en önemlisi ise 11 Eylül saldırılarıdır. 11 Eylül sonrasında terörle mücadele kisvesi altında dış dünyaya karşı adeta bir imparatorluk siyaseti izleyen ABD, iç politikada da denetlenemeyen bir başkanlık kurumunun yükselişine şahitlik etmiştir. Bush yönetimi daha önceki başkanların sadece istisnai durumlarda kullandığı yetkileri 11 Eylül sonrasında oluşan psikolojik ve siyasal ortamı da kullanarak rutin bir hale dönüştürmüştür. Bu dönemde ABD'deki kuvvetler ayrılığı sistemi ağır bir tahribata uğramış, devlet organları arasındaki kritik denge tekrar kurulması zor olacak şekilde bozulmuştur.
Bu durumun 1787'deki anayasayı hazırlayanların iki yüzyıl önce dile getirdikleri endişe ve kuşkuları haklı çıkarı bir tarzda ABD başkanlık sistemini bir seçilmiş krallığa dönüştürdüğü ileri sürülebilir. Başkanın sistem içindeki rol, işlev ve gücünü dengelemesi öngörülen devlet organlarının ülke yönetimini büyük oranda Georges W. Bush ve ekibine devretmesi, siyasi partilerin de zayıf olduğu ABD sisteminde bütün gücün başkanlık kurumunda ve hatta doğrudan başkanın şahsında toplanmasına yol açmıştır.
OBAMA'YI NE BEKLİYOR?
Bu durum ise kritik siyasi kararların alınmasında ve dış politikanın belirlenmesinde küçük hiziplerin, aşırı ideolojik grupların ve güçlü lobilerin etkisini artırıcı bir rol oynamıştır. Georges W. Bush sonrasında başkanlığa seçilen Barak Obama'nın zorlanacağı noktaların başında ABD'nin iç politik sisteminin yeniden restorasyonu ve bozulan siyasi dengelerin yeniden kurulması olacağını öngören Tanıyıcı ve Akgün, bu durumun Obama'yı Irak'ta savaşa son vermekten daha da müşkül bir duruma sokacağını ileri sürüyorlar. ABD'deki politik dengeleri anlamak, bir noktadan sonra, dünya siyasetindeki muhtemel gelişmelerin neler olabileceğine ilişkin değerlendirmelere ışık tutacağı için Tanıyıcı ve Akgün'ün yazdıkları bu kitap dış politikayla ilgilenenlerin mutlaka başvurmaları gereken bir kaynak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder