Amerikan başkanlık
sisteminin, Amerikan Devrimi'nin gerçekleştiği 1787'den bugüne geçirdiği
dönüşümleri inceleyen ‘Amerikan Başkanlığı' adlı kitap ABD'nin cumhuriyetten
imparatorluğa geçiş sürecini anlatıyor.
AMERİKA Birleşik Devletleri hiç şüphesiz bugün dünyanın en
güçlü devletidir. Devasa bir imparatorluk görünümüyle ABD'nin küresel düzeyde
sahip olduğu güç ise yalnızca askeri ve siyasi etkinliğinden kaynaklanmaz.
ABD'nin 11 Eylül saldırıları öncesinde dünya halkları nezdinde temsil ettiği
değerler; bu askeri ve siyasi güçle belki ters orantılı bir biçimde, özgürlük,
güven ve refah arzularıdır. ABD vatandaşı olmanın birçok kişi için ifade ettiği
bu değer, 11 Eylül saldırılarından sonra epey yıpranmış ve aşınmışsa da
ABD'deki anayasal sistemi kuran kalıcı unsurdaki yıpranmanın oluşturduğu
tahribat bundan daha fazladır.
Şaban Tanıyıcı ile Birol Akgün'ün Amerikan Başkanlık
sisteminin, Madison ve Jefferson gibi liderler eliyle Amerikan Devrimi'nin
gerçekleştiği 1787'den bugüne geçirdiği dönüşümleri inceleyerek yazdığı
‘Amerikan Başkanlığı' adlı kitap ABD'nin cumhuriyetten imparatorluğa geçiş
sürecini anlamayı kolaylaştırıyor.
Tanıyıcı ve Akgün'e göre, Amerikan anayasası kuvvetler
ayrılığı prensibi üzerine kurulmuş; yasama, yürütme ve yargı güçleri arasında bir
fren ve denge mekanizması oluşturarak bireysel özgürlükleri garanti altına
almaya çalışmıştır.
11 EYLÜL MİLAT OLDU
Ancak Soğuk Savaş döneminde zamanla bir ulusal güvenlik
devletine dönüşen ABD'de, dış politikadaki belirleyici gücü ve etkisi giderek
artan başkanın sistem içinde oynadığı rol de buna mukabil olarak artmıştır.
Yürütme gücünü temsil eden başkanın sistem içindeki rolünü artıran faktörlerden
en önemlisi ise 11 Eylül saldırılarıdır. 11 Eylül sonrasında terörle mücadele
kisvesi altında dış dünyaya karşı adeta bir imparatorluk siyaseti izleyen ABD,
iç politikada da denetlenemeyen bir başkanlık kurumunun yükselişine şahitlik
etmiştir. Bush yönetimi daha önceki başkanların sadece istisnai durumlarda
kullandığı yetkileri 11 Eylül sonrasında oluşan psikolojik ve siyasal ortamı da
kullanarak rutin bir hale dönüştürmüştür. Bu dönemde ABD'deki kuvvetler
ayrılığı sistemi ağır bir tahribata uğramış, devlet organları arasındaki kritik
denge tekrar kurulması zor olacak şekilde bozulmuştur.
Bu durumun 1787'deki anayasayı hazırlayanların iki yüzyıl
önce dile getirdikleri endişe ve kuşkuları haklı çıkarı bir tarzda ABD
başkanlık sistemini bir seçilmiş krallığa dönüştürdüğü ileri sürülebilir.
Başkanın sistem içindeki rol, işlev ve gücünü dengelemesi öngörülen devlet
organlarının ülke yönetimini büyük oranda Georges W. Bush ve ekibine
devretmesi, siyasi partilerin de zayıf olduğu ABD sisteminde bütün gücün
başkanlık kurumunda ve hatta doğrudan başkanın şahsında toplanmasına yol
açmıştır.
OBAMA'YI NE BEKLİYOR?
Bu durum ise kritik siyasi kararların alınmasında ve dış
politikanın belirlenmesinde küçük hiziplerin, aşırı ideolojik grupların ve
güçlü lobilerin etkisini artırıcı bir rol oynamıştır. Georges W. Bush
sonrasında başkanlığa seçilen Barak Obama'nın zorlanacağı noktaların başında
ABD'nin iç politik sisteminin yeniden restorasyonu ve bozulan siyasi dengelerin
yeniden kurulması olacağını öngören Tanıyıcı ve Akgün, bu durumun Obama'yı
Irak'ta savaşa son vermekten daha da müşkül bir duruma sokacağını ileri sürüyorlar.
ABD'deki politik dengeleri anlamak, bir noktadan sonra, dünya siyasetindeki
muhtemel gelişmelerin neler olabileceğine ilişkin değerlendirmelere ışık
tutacağı için Tanıyıcı ve Akgün'ün yazdıkları bu kitap dış politikayla
ilgilenenlerin mutlaka başvurmaları gereken bir kaynak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder