6 Ekim 2013 Pazar

Asıl film şimdi başlıyor!

“1971’li. Postmodern bir şair. İfade kalıpları konusunda son derece incelikli hünerlere sahip. Sosyal bilim ve felsefeye ilgisini şiirine malzeme kılabiliyor bu konuda. Yine de şiirinde hayattan şiire doğan, bu sayede de şiirden hayata doğrulabilecek temel önermeyi, hükmü pek de varmış gibi algılamıyoruz. Modern şiirden gerçek anlamda kopmuştur yani Murat Güzel… Belli bir sabırla ve metne yönelik dikkatle okunduğunda veya dinlenildiğinde, her şeye rağmen modern şiir zevkine de çok yabancı ve zıt bir tutum içinde olmadığı görülebilir. Postmodern bir şair, ama moderni gerektiğinde ustalıkla hatırlayabilen bir postmodern şair Murat Güzel.”

67 şairden 76 şiire yer vererek hazırladığı “Türk Şiiri 2005” yıllığında Hakan Arslanbenzer’in benden seçtiği “Tek Şiir Türkçe” şiirinin başlangıcına koyduğu bu eleştirel değerlendirmeleri okurken geldi aklıma Türk Sineması’nın yetiştirdiği büyük yönetmenlerden Yılmaz Güney. Güney’in saksıda yetişmediğini hepimiz biliyoruz. Binlerce hayat yaşadığını, onlarca işe girip çıktığını. Bunların arasında sinemalar arasında film taşıma hamallığı da olduğunu biliyoruz. Haydi dahasını da söyleyelim. Sürgünde bulunduğu Konya'da pavyon kabadayılığı bile yaptı Güney, hatta burada pavyonda çalışan bir kadına aşık oldu, onu yanında İstanbul’a götürdü ve uzun yıllar birlikte yaşadılar.

Solcuydu Güney. Bir hakimi öldürmüştü. Suçluydu, katildi yani. Ama bu onun büyük bir yönetmen olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Halit Refiğ’i, Ethem Eğilmez’i çıkartmış bir sinema geleneğinin içinde ve oradan konuşan bir yönetmen. Onlarla birlikte konuşan bir yönetmen. Zaman zaman onlara kafa tutan bir yönetmen. Nuri Bilge Ceylan, Ahmet Uluçay gibi varlıkları bile çölde insana vaha gibi gelen yönetmenlerin tesadüfen değil, bu büyük ustaların oluşturduğu sinema dili sonucunda konuşabildiklerini gösteren bir örnek hiç kuşkusuz.

Hakan’ın “hayattan şiire doğan”, dolayısıyla “şiirden hayata doğrulacak hüküm”lerden kaçındığım şeklinde formüle ettiği yargı, doğru bir yargı. Çünkü, bana kalırsa tıpkı, Yılmaz Güney’in “Yol” filmindeki gibidir her şey. Verilecek hüküm bellidir bu yüzden. Güney, filminde bu hükmü apaçık dile getirir.

Bu filmi hala seyretmemiş olanlar için filmin en temel “entrikası”nı, düğümünü, püf noktasını, esprisini ifşa etmiş olmak istemem. Herkesin esprisi kendinedir üstelik! Bu filmi her seyredişimde, bilmem neden, Türk sinema seyircisinin klasik tepkisini dile getirmiş olurum her zaman: “Dur, acele etme! Asıl film şimdi başlıyor!” İşte birazdan kötüler dövülecek, işte birazdan “esas oğlan sevdiği kıza kavuşacak”, birazdan mendillerinizi çıkarıp ağlayacaksınız. Hey siz! Bekleyin, birazdan katil olacaksınız!

Sadık Battal’ın “Asıl Film Şimdi Başlıyor” kitabını okuyun bu filmi seyrettikten sonra. Türk sinema geleneğinin dili ile Türk toplumunun sosyolojik panoramasının nasıl örtüştüğünü görmüş olacaksınız.

Sürekli varlığı önemseyenlere, varolmaya çalışanlara karşı vicdanın ne anlama geldiğini göreceksiniz. Vicdan azabı denen şeyin kişinin kendine karşı işlemediği suçlardan dolayı oluştuğunu öğreneceksiniz. Vicdan azabının, vicdani çağrının doğrudan “Schuldigsein”ın, suçlu/borçlu varlık’ın kendisinden türediğini söyleyen Heidegger’e karşı bu filmlerle tam tersini iddia edebileceksiniz. Ama bu sizi pagan Heidegger’e karşı inanmış bir Yahudi, sözgelimi bir Emmanuel Levinas kılmayacak.

Bu filmlerle öğreneceksiniz her şeyi. Bach, Wagner, Dokuzuncu Senfoni, Strauss, Stravinski, Rahmaninov, Paganini yahut başka bir Batılı klasik müzik eserini değil de sözgelimi sıradan bir punk ya da postpunk grubunu dinleyerek de öğrenebilirsiniz aynı şeyi.

Gavuristan’a gitmeye gerek de yok esasen. Buyurup gelin hele, Çekiç Ali, Hacı Taşan, Muharrem Ertaş’ı dinleyin. Kör Ahmet’in “neşeli” saydığınız yanık nağmelerine bir kulak verin.

İşte o zaman asıl filmin nerede başlayıp nerede koptuğunu hep birlikte görecek, hep birlikte anlayacağız.

Memleket, 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder