“1971’li.
Postmodern bir şair. İfade kalıpları konusunda son derece incelikli
hünerlere sahip. Sosyal bilim ve felsefeye ilgisini şiirine malzeme
kılabiliyor bu konuda. Yine de şiirinde hayattan şiire doğan, bu sayede
de şiirden hayata doğrulabilecek temel önermeyi, hükmü pek de varmış
gibi algılamıyoruz. Modern şiirden gerçek anlamda kopmuştur yani Murat
Güzel… Belli bir sabırla ve metne yönelik dikkatle okunduğunda veya
dinlenildiğinde, her şeye rağmen modern şiir zevkine de çok yabancı ve
zıt bir tutum içinde olmadığı görülebilir. Postmodern bir şair, ama
moderni gerektiğinde ustalıkla hatırlayabilen bir postmodern şair Murat
Güzel.”
67 şairden 76 şiire yer vererek hazırladığı “Türk Şiiri 2005” yıllığında Hakan Arslanbenzer’in benden seçtiği “Tek Şiir Türkçe”
şiirinin başlangıcına koyduğu bu eleştirel değerlendirmeleri okurken
geldi aklıma Türk Sineması’nın yetiştirdiği büyük yönetmenlerden Yılmaz Güney. Güney’in
saksıda yetişmediğini hepimiz biliyoruz. Binlerce hayat yaşadığını,
onlarca işe girip çıktığını. Bunların arasında sinemalar arasında film
taşıma hamallığı da olduğunu biliyoruz. Haydi dahasını da söyleyelim.
Sürgünde bulunduğu Konya'da pavyon kabadayılığı bile
yaptı Güney, hatta burada pavyonda çalışan bir kadına aşık oldu, onu
yanında İstanbul’a götürdü ve uzun yıllar birlikte yaşadılar.
Solcuydu Güney. Bir hakimi öldürmüştü. Suçluydu, katildi yani. Ama bu onun büyük bir yönetmen olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Halit Refiğ’i, Ethem Eğilmez’i
çıkartmış bir sinema geleneğinin içinde ve oradan konuşan bir yönetmen.
Onlarla birlikte konuşan bir yönetmen. Zaman zaman onlara kafa tutan
bir yönetmen. Nuri Bilge Ceylan, Ahmet Uluçay gibi
varlıkları bile çölde insana vaha gibi gelen yönetmenlerin tesadüfen
değil, bu büyük ustaların oluşturduğu sinema dili sonucunda
konuşabildiklerini gösteren bir örnek hiç kuşkusuz.
Hakan’ın “hayattan şiire doğan”, dolayısıyla “şiirden hayata doğrulacak hüküm”lerden kaçındığım şeklinde formüle ettiği yargı, doğru bir yargı. Çünkü, bana kalırsa tıpkı, Yılmaz Güney’in “Yol” filmindeki gibidir her şey. Verilecek hüküm bellidir bu yüzden. Güney, filminde bu hükmü apaçık dile getirir.
Bu filmi hala seyretmemiş olanlar için filmin en temel “entrikası”nı,
düğümünü, püf noktasını, esprisini ifşa etmiş olmak istemem. Herkesin
esprisi kendinedir üstelik! Bu filmi her seyredişimde, bilmem neden,
Türk sinema seyircisinin klasik tepkisini dile getirmiş olurum her
zaman: “Dur, acele etme! Asıl film şimdi başlıyor!”
İşte birazdan kötüler dövülecek, işte birazdan “esas oğlan sevdiği kıza
kavuşacak”, birazdan mendillerinizi çıkarıp ağlayacaksınız. Hey siz!
Bekleyin, birazdan katil olacaksınız!
Sadık Battal’ın “Asıl Film Şimdi Başlıyor” kitabını
okuyun bu filmi seyrettikten sonra. Türk sinema geleneğinin dili ile
Türk toplumunun sosyolojik panoramasının nasıl örtüştüğünü görmüş
olacaksınız.
Sürekli varlığı
önemseyenlere, varolmaya çalışanlara karşı vicdanın ne anlama geldiğini
göreceksiniz. Vicdan azabı denen şeyin kişinin kendine karşı işlemediği
suçlardan dolayı oluştuğunu öğreneceksiniz. Vicdan azabının, vicdani
çağrının doğrudan “Schuldigsein”ın, suçlu/borçlu varlık’ın kendisinden türediğini söyleyen Heidegger’e karşı bu filmlerle tam tersini iddia edebileceksiniz. Ama bu sizi pagan Heidegger’e karşı inanmış bir Yahudi, sözgelimi bir Emmanuel Levinas kılmayacak.
Bu filmlerle öğreneceksiniz her şeyi. Bach, Wagner, Dokuzuncu Senfoni, Strauss, Stravinski, Rahmaninov, Paganini yahut başka bir Batılı klasik müzik eserini değil de sözgelimi sıradan bir punk ya da postpunk grubunu dinleyerek de öğrenebilirsiniz aynı şeyi.
Gavuristan’a gitmeye gerek de yok esasen. Buyurup gelin hele, Çekiç Ali, Hacı Taşan, Muharrem Ertaş’ı dinleyin. Kör Ahmet’in “neşeli” saydığınız yanık nağmelerine bir kulak verin.
İşte o zaman asıl filmin nerede başlayıp nerede koptuğunu hep birlikte görecek, hep birlikte anlayacağız.
Memleket, 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder