21 Ekim 2013 Pazartesi

ŞERİATİ-MERİÇ-TEYMİYYE

Bir kuşağın hazin hikâyesiCemil Meriç
Sanırım Kasım Gezen’di, 1989 yılı, Ankara’da Necatibey’deki Fecr Kitabevi’ndeyiz. Sohbet ediyoruz. Konu, Cemil Meriç’ti. Kasım ise sıkı bir Ali Şeriati okuru. Sohbetin bir yerinde şöyle bir laf etti ki hâlâ hatırlarım: “Cemil Meriç’in de Ali Şeraiti olabilmesi için kırk fırın ekmek yemesi lazım!”
Sürekli bir şeyleri aştık
Hayır, sevgili Kasım’ı zemmetmek ya da onunla polemiğe girmek için yazıyor değilim bunca yıl aradan sonra bu satırları. Kasım’ın sarf ettiğine benzer sözleri ben de belki defalarca sarf ettim daha önceden. Demek ki 1980’lerin sonlarında yetişmiş ve 90’lı yıllarda da bu ilk okumalarının şevki ve süruruyla uluğ sulara yelken açmış gençlerin tavrında o zamanlar fark edilemeyen, ama aradan bunca yıl geçince yanlışlığı ayan beyan görülen bir şey var: Kısaca ben bunu Türkçe’deki “aşmak” kelimesiyle karşılıyorum. Sürekli bir şeyleri “aşmanın” telaşındaki insanlardık bizler. Sürekli birtakım yanlışları elemenin. Eleye eleye elekte geride dişe dokunur bir şey kalmıyordu sözgelimi.
Dücane Cündioğlu

Bir gün tasavvufu eliyorduk, ertesi gün elekten hadisler de elenenler arasında kayıp gidiyordu, en sonunda Kur’an-ı Kerim bile –haşa- az kalsın elenecekler arasına gireyazdı. Bunu da bittabi tecrübeyle sabit biliyorum, çünkü Türkiye’deki mealci ekolün önde gelen isimlerinden bir abimiz Konya’ya bizi ziyarete geldiğinde “Allah’a şükür” demişti, “Öyle sağlam bir altyapı oluşturduk ki tasavvuftan bize gelen ateist olabiliyor, fakat tekrar tasavvufa dönmüyor!” Gerçi abimizin bu gözlemi, Dücane Cündioğlu’nun varlığıyla yanlışlanmış oldu ama ne gam! Sözün kendisinin işaret ettiği fecaat o gün bile bizi ürkütmüştü.
Nietszche’yi rahatça, korkusuzca okuyan zihinlerin, İbn Arabî okumaktan korkmalarına da hayret etmiştim hep.
Aşmak bir tekrar mı?Ebul Ala El Mevdudi
Tekrar şu “aşma”  meselesine dönelim. İlk gençliğimizin gözde kitapları arasında elbette Seyyid Kutub’un (Allah şehadetini hepimiz için makbul kılsın!) Yoldaki İşaretler’i ve Fizilal-il Kur’an’ı ile Ebul Ala el Mevdudi’nin, rahmetli İsmail Kaya’nın çevirisine katkıda bulunduğu Dört Terim’iydi. Bunlardan sonra Ali Şeriati’yi okumaya başlayanlar her nedense bazı şeyleri “aşmış” hissediyorlardı kendilerini. Nasıl bir “aşma”ydı ki bu bir türlü anlamıyordum. Tuğlanın üstüne bir tuğla daha eklemek gibi bir yükselme, ref mi; yoksa yeniden bir duvarı bu kez başka bir mekânda, başka temeller üzerinde inşâ etme çabası mı? Eğer ikincisiyse maalesef bunu aşma olarak nitelemenin bir anlamı yoktu, bu olsa olsa bir “tekrar”dı. Uzun yüzyıllar boyunca hem mensubu olduğumuz hem de eleştirdiğimiz kültürel havzada rastladığımızı iddia ettiğimiz kötülüklerin anası bu “tekrar” değil miydi halbuki?
İsmet ÖzelSeyyid Kutub, Mevdudi ve Ali Şeriati düşüncelerimizde bir türlü birbirine eklemlenemiyor; kimimiz Şeriatici, kimimiz de Kutubcu oluveriyorduk. Bunun benzerleriyle sonraki yıllarda da sık sık karşılaştık. Kimimiz Ali Bulaççıydı artık, kimimiz İsmet Özelci. Tıpkı geçmişteki gibi: Birileri İbn Teymiyyeci oluyordu, birilerine de İbn Arabîcilik düşüyordu. Ortası yoktu, telif imkânı bulunamıyordu.
Üstelik bütün bu saydığım isimler hep de eleştirilmelerinin en kolay olduğu dönemlerde eleştiriliyorlardı. Dün eleştirilmesi en kolay isim İbn Teymiyye ise İbn Teymiyye, bugün İsmet Özel’se İsmet Özel eleştiriliyordu. Hep bir şekilde tufaya getiriliyorduk anlayacağınız. “Müslümanca düşünmenin aslî özellikleri arasında en önemlisi ne” derseniz, en çok bu tutumdan kaçınmak olduğunu söyleyebilirdik üstelik. Hem Ali Şeriati’den Türkçe’de ilk bahseden müellif de Cemil Meriç merhumdu, unutmuştuk bunu!
Biz ne çok şey unutmuştuk!
Düşünce, eleştiri ve cürufatı izale etme kadar özü bir araya getirmeyle de ilgili bir faaliyetti. Özü, yani bilgi ve eylem bütünlüğünü. Bir hastalıktı bu içimizdeki, bizi çürüten, nefesimizi kesen, yürüyüşümüzü sendeleten bir maraz. Belki de son bir hamleyle bu yanlışımızı da eleyiversek, bize bizden bir şey kalmayacaktı! Belki de asıl korkumuz buydu!
Esasen sorun çok daha derinlerdeydi. Ne 'üstad' dediklerimizde bize düşünce babalığı yapabilecek kapasite görüyorduk belli belirsiz, ne de onların düşünce babalığına evlat olabilecek kadar cehdimiz vardı. O kötü kelimeyi kullanmayacağım ama yine de bunu söylemeliyim: Oğulsuz babalar, babasız oğullar gibiydik!
Geçti mi o günler? Maalesef hayır. Dunyabizim.com’da Hakan Arslanbenzer’in yazısını ve o yazıya atılan yorumları okuyunca aynı  hataların bu kez farklı şekillerde yinelendiğini ve yenilendiğini gördüğümü düşündüm bir an. Heyhat dedim, dere tepe düz gitmişiz ama hâlâ bir arpa boyu yol gitmemişiz!
Şimdilik bu kadar yazabiliyorum. İnşallah Allah bana imkân ve vakit bağışlar da daha eli yüzü düzgün, söylemek istediklerimi daha derli toplu söyleme fırsatı bulurum.

Murat Güzel, bir kez daha kendini uyardı: “Derin ve sürekli ol, ama sakın kimseyi aştım deme!”
dunyabizim.com, 02 Eylül 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder