8 Ekim 2013 Salı

"EDEBİYATIN ÖZÜ" HAKKINDA BİLDİĞİM İKİ YA DA ÜÇ ŞEY (*)




Edebiyat, "öz"ü nasıl tasarımlar? Başka alanlardan, sözgelimi siyasal alandan herhangi bir alıntı yapmadan, herhangi bir örneğe ve eğretilemeye, siyasal ve/ya da edebi, gerçek ve/ya da kurmaca eğretilemeye, eğretilemenin sunduğu gerçeğe ya da gerçeğin sunduğu eğretilemeye başvurmadan, bütün bunlara boyun eğmeden "edebiyatın özü" diyebileceğimiz bir şeyi tasavvur edebilir miyiz?

Belki de sorduğumuz bu soruların stile, düşünmenin stiline ilişkin sorular olduğunu söyleyerek işe başlayabiliriz. Çünkü, "tözsellik" ile "ilişkisellik" arasında varsayılan kavramsal karşıtlığa bir müdahalede bulunmak, bu karşıtlıktaki kavramlardan herhangi birini peşinen yeğlememek, bunları sürekli birlikte ve birbirlerine karşı kullanmak anlamına gelir ya da özsellik karşıtı bir çabaya sadık kalınacaksa bu anlama getirilmelidir. Daha farklı bir deyişle, ne tözsellik ne de ilişkisellik birbirine bütünüyle dışsal, bütünüyle kapalı kavramlardır. Hem tözselliğin ilişkisellikte bir payı hem de ilişkiselliğin tözsellikte bir payı vardır. Daha vurgulu bir deyişle, birbirine karşıt olarak kurgulanan bu kavram çiftinde ilişkisellik çoğu kez tözsellikten dışarı atılmış bir şey olarak düşünülür. Oysa, ilişkisellik, tözselliğin ayrıcalıklı, imtiyazlı alanından dışlanmasına karşın, yine de tözselliğin silinmiş temeli olarak ona aittir. Bu sebepten dolayı, yapısal bakımdan, bakışımızın nerede tözsel nerede ilişkisel olduğunu bu hiyerarşiye "dışsal" kalarak asla karara bağlayamayız. Zaten bir dili kullanmaya başladığımız andan itibaren o dile içkin hiyerarşilere de kendiliğinden dahil oluruz- hiyerarşinin ya olumlu ya da olumsuz yanındayızdır. Hiyerarşisiz, ayrımsız, türdeş, kastettiğimiz anlamı olduğu gibi nakleden "kusursuz bir dil" tasavvur etmek, bizatihi tasavvur etmenin hiyerarşi kurucu, fark oluşturucu, heterojen, kusurlu dilselliği yüzünden imkansızdır.

Sözgelimi, Fransız edip Mallarme iki dilden bahseder: parole brute ve parole essentielle. Parole brute, yani ham dil, Mallarme'yi yorumlayan Blanchot'ya göre "şeylerin gerçekliği"ne dönüktür. Ham dil bize şeyleri kendi mevcudiyetleri itibariyle, bu mevcudiyete dayanarak sunmaya, öğretmeye, anlatmaya çalışır. Parole essentielle ise, yine Blanchot'un yorumuna göre, bizi şeylerden uzaklaştırır, onları siler, bastırır. O, açıkçası, gerçeğin dili değildir; "gerçekdışının, kurmacanın dilidir ve bizi kurmacaya teslim eder". Bu dilde, "dil tam anlam ve önemine bürünür, özsel olan şey haline gelir; özsel olan olarak konuşur". Blanchot, parole brute'ü düşüncenin dili olarak tasrih ederken parole essentielle'i de şiirin dili olarak tanımlar.

İmdi durup düşünelim: Blanchot'nun ya da Mallarme'ın dil hakkındaki düşünce ve ayırımları, kurgu ve bütünleştirmeleri her ne olursa olsun, dilin kendi içinde birtakım yarılmalara maruz kaldığının bir işareti olarak okunamaz mı bizatihi bu ayırım? Blanchot, şiirin, kurmacanın dili saydığı parole essentiellei, düşüncenin dili olarak gördüğü parole brute'e yeğlerken düştüğü içkin çıkmazı gözden kaçırır. Belki de durum tam da Blanchot'ın zannettiğinin aksinedir. Şiirin dili, eğer böyle bir ayırım yapılacaksa, özsel dil değil, aksine ham dildir. Dil, dil olarak her zaman hamdır. Dil, zaten her zaman ham iken konuşur. O, böylelikle, konuşarak olgunlaşır. Siz, hiç konuşmayan, bir şey kastetmeyen, bir anlama gelmeyen bir dil duydunuz mu? Bu noktada parole brute ile parole essentielle arasındaki karşıtlaştırmanın sun'i ve verimsiz olduğu fark edilecektir. Sadece
dile, dilin özselliğine işaret ettiği ileri sürülebilecek bir edebi eser bile, pekala aynı gerekçelere dayanılarak epey farklı bir biçimde de yorumlanabilecektir.

Dolayısıyla, edebiyatın özünü, dili hiyerarşik ve yer yer karşıt parçalara ayırarak aramak yanlış olacaktır. Ayrıca, edebiyatın özünü sorgularken mevcut, verili, tarihsel ve dilsel olarak önceden kurulmuş bir kavramsal karşıtlığın hiyerarşisine müdahalede bulunmak demek, basitçe bu hiyerarşiyi etkisizleştirmek, nötralize etmek demek değildir. Bu hiyerarşinin anlam kurucu ve anlam oluşturucu pratiklerine müdahalede bulunmak, bu pratikleri nasıl etkisizleştirebileceğimizi görmekle yetinmemeyi gerektirir.

Yukarıda sorduğumuz ilk sorunun yanıtı gayet açıktır: Edebiyat, sadece bugün değil, hemen her zaman bir iktidar ve bir "özne" olmadığı ya da böyle bir role soyunmadığı için bir "öz" tasarlayamaz, özün ne olduğunu soramaz, sorgulayamaz bile. Bunu ancak edebi anlamda eyleyen/sorgulayan biri edebiyat namına yapabilir. Fakat ilk sorumuzdaki "edebiyat" lafzı, açıktır ki, metonimik bir işleve sahiptir ve hem edebiyat dünyası (kurulu bir iktidar aygıtı) dediğimiz şeyi, hem de bütün bir edebiyatçılar güruhunu (bu iktidar aygıtının ürettiği muhayyel özneyi) imler; bu güruhu, biraz paradoksal bir ifade olacak ama, işaretleyerek gizler. Edebiyatçılar bir güruhtur, edebiyat lafzının metonimik anlatımına sığınmış, bu anlatım ve işlevde kendilerini gizlemiş ya da istemeden gizlenmek zorunda kalmış, belki de üstleri zorla örtülmüş bir güruh. Onların hem dille hem toplumla hem dünyayla hem de birbirleriyle kurdukları ilişkiye edebiyat demekteyizdir. Öyleyse "edebiyatın özü" olarak tasavvur edeceğimiz şey bir "ilişki tarzı" mıdır; dille, dünyayla, toplumla ve kendimizle özel bir ilişki kurma tarzı? Edebiyatçılar güruhuna dahil olan bir çok kimse bu soruyu olumlu yanıtlama taraftarıdır. Oysa soru, hemen ve bu kadar rahat cevaplanarak terk edilemeyecek bir öneme sahiptir. Yine de biz, sorgulama ve diyalog irademizin selameti hatırına bu olumlu cevabı geçerli sayarak devam edelim. Nedir bu ilişki kurma tarzının en temel özelliği ve niye onu hala başka bir "şey" olarak değil de "edebiyat" olarak adlandırmaktayız? Yukarıda özel bir ilişki kurma tarzı dedik. Bu ilişki kurma tarzının en önemli özelliği, onun diğer ilişki tarzlarına nazaran daha özel, deyim yerindeyse -ki kanaatimce, şimdilik kabul ettiğimiz düşünme stiline uygun olarak yerindedir- daha "mahrem" oluşudur. Edebiyat, kendisini üretenlerin mahremiyetinden bağımsız düşünülemez ve fakat, buna rağmen, o mahrem bir şey de değildir; kamuya, bütün topluma açıktır- tabii ki bir dereceye kadar. Bir bakkalın, bir kasabın bakkallığının ya da kasaplığının mahrem herhangi bir unsur bulundurmadığı, bu tür bir özellik taşımadığı besbellidir. Bütün bakkalları ya da kasapları bir nebze sonra pekala aynı düzeyde değerlendirebiliriz. Ama edebiyatçılık böyle genel geçer özellikler silsilesine yaslanarak tanımlanabilecek bir şey değildir. Bir kasabın et doğrayışına özel bir üslup atfetmeyiz, ama bir edebiyatçının en azından dili kullanış biçimi bakımından bir üslup sahibi olmasını bekleriz. Bu fark nereden kaynaklanır? Tabii ki dilin bıçak gibi bir alet olmayışından! (Eğer söz konusu olan bir kılıç ve kılıç ustası olsaydı zenaat ve yetenek bakımından onun da bir üslup sahibi olduğunu söyleyebilirdik ya da kurbanlarını bıçaklayarak öldüren bir seri katile has stili öğrenmek, işlenen cinayetleri soruşturan polisler açısından önemli ve yararlı ipuçlarından olabilirdi. Ama bütün bunlar neyi ispatlar ki?). Dil, toplumsal işbölümüne dahil edilemeyecek tek toplumsal kurum olarak
görünür. "Görünür" diyoruz, çünkü bu bile birçok açıdan şüpheli ve kestirme bir yargıdır. Fakat, buna rağmen, edebiyatın diline ait bir mahremiyetten de bahsedebiliyoruz pekala.

Yine de "edebiyatın özü" dediğimiz şeyin edebiyata atfettiğimiz sıfatlardan daha öncelikli ve daha önemli bir şey olduğu ne kadar savunulabilir ki? Eğer edebiyata bir öz atfedeceksek bunu bizatihi edebiyatın haiz olduğu vasıflardan yola çıkarak yapmamız gerekmez mi? Edebiyatın vasıflarını onun özünün bir devamı olarak görmekten çok, doğrudan edebi özün edebi vasıfların devamında yer aldığını savlamak "ilişkiselliğe" hakkı olan şeyi vermek anlamına gelmeyecek midir? Öyleyse, edebiyatta öze dönmek, edebiyatı edebiyat kılan vasıflara dönmek anlamındadır, yani edebiyat ilişkisine. (Tartışma konumuz, bu kadar kolayca bir sonuca bağlanabilecek bir şey miydi?)

Soruya yeniden dönelim. Edebiyatta "öze dönüş" mümkün mü? Bize sorulan soru bu. Ama bu soru büyük ölçüde muğlak bir soru, hem soruluş tarzının muğlaklığı bakımından hem de bu tarzın bizi sürüklediği beklenti ufkunun muğlaklığı bakımından. Öze dönüş dendiği zaman hemen yeniden sormak gerekir: Hangi öze ya da neyin özüne dönmek? "Dönmek" kelimesinden kaynaklanan muğlaklıkları saymıyorum bile: Öze dönmek, veçhimizi öze çevirmek anlamına mı gelir, yani yönelmeye ilişkin bir dönüş müdür; gidilen yerden geri dönmek gibi mekansal bir dönüş müdür; "çocukluk günlerine dönmek" gibi zamansal-zihinsel bir dönüş müdür? Dönmek eylemine atfettiğimiz bu üç veçheye göre farklı "öz" biçimleri ve "öz-görüleri" tasavvur edebiliriz belki. Edebiyatın döneceğini umduğumuz öz ya da bizim edebiyatta dönmemiz istenen öz bunlardan hangisi olabilir acaba?

Sorunun tikel bir cevaplandırılma biçimine bakarak özün geçmişte varolduğu haliyle (Arslanbenzer'in verdiği örnekte Abdülhak Hamit Tarhan'ın Mehmet Akif hakkında sadece "edebiyat itibariyle" konuşması) bir ilişki tarzını temsil ettiğini düşünmek makuldür; lakin herhangi bir edebiyatçıyla salt "edebiyat itibariyle" ilgilenmenin bugünkü şeklini belirlemenin yolu ve yordamını düşünmeksizin edebiyat-dışı dolayımların bu işte bize ne kadar yardımcı olacağını kestirmek de güçtür. Bu noktada sorunun sorulma bağlamına dönmek gerekir. Bizatihi, günümüzde edebiyatçıların hem kendileriyle hem edebiyatla hem de diğer edebiyatçılarla ilgilenme biçimleri bizi buna icbar etmektedir. Demem o ki özden önce bağlamdır, tarafdır, veçhedir aslolan. Öyleyse bir kez daha soruya dönelim.

"Edebiyatta öze dönüş olur mu?". Bu soru Türk düşünce dünyasında düzeylerin sürekli birbirine karıştırıldığı bir vasatta bize sorulmaktadır. Öncelikle bu vasattaki belli bazı bulanıklıkları, protokol ihlallerini gidermek gerekir. Sözgelimi, İslamcılık, solculuk, Kemalizm vb. ilişkisel ayırımlar kurumsal-siyasal düzeye ait ayırımlardandır ve kurumsal-siyasal düzeydeki ilişki kiplerini sabitleyerek düşünmemize yararlar-zaten bu yüzden onları, ad hominem, ilişkisel olarak nitelemekteyiz. Edebiyat düzeyinde yapılan "İslamcı edebiyat" ya da "sol edebiyat" ayırımları da bu anlamda kurumsal, siyasal, ahlaki ayırımlardandır ve dil ve edebiyat düzeyinde (toplumsal işbölümüne dahil edilemeyecek, edilse bile asla diğer alanlardaki kadar yoğun bir simgesel şiddetin yaşanmadığı -belki de tersine, simgesel şiddet tam da diğer düzeylerden farklı olarak bu düzeyde yoğun olduğu için onu gerçek anlamıyla belirlememize yardımcı olacaktır- başkalarıyla, onların başkalıklarını gözeterek konuşmamızı mümkün kılan tek kurumsal düzeyde) "edebiyat itibariyle" herhangi bir geçerlilikleri yoktur. Farklı kurumsal-siyasal tasarımlara sahip insanlar, dile içkin bütün çoğulluk imkanlarına karşın aynı kelimeleri ve aynı anlamları "kastederek" birbirleriyle konuşmak zorunda oldukları için (bu noktada birbirleriyle anlaşıp anlaşamamaları pek fazla problem teşkil etmez), eğer bir biçimde edebiyatla hala ilişkili kalmayı düşünüyor iseler bu ilişkiselliklerini dil dolayımıyla, bu "iletişim uylaşımına" bel bağlayarak, tek ortak kurumsal düzeyde pekiştirmek zorunda kalacaklardır. (Öteki türlü edebiyat piyasası bugün olduğu gibi yüzlerce Humpty Dumpty ile dolacaktır- İngiliz filologları lütfen Lewis Carroll'un kahramanının ismini -yanlış dizilmiş ise- tashih etsinler). Haddi zatında farklı ilişkisellikleri ve ilişkisel farklılıkları gözeterek hareket etmek öz itibariyle siyasaldır ve kurumsal siyaset haricinde de edebiyatın kendine özgü siyasal pratikleri ve protokolleri (ayırımları ve ilişkileri) vardır. Oysa, diğer yandan, "İslamcı edebiyat", "sol edebiyat" vb. ilişkisel ayırımları kurumsal siyasal düzeyden edebiyat düzeyine taşımak farklı düzeylerin protokollerini ihlal eden bir ilişkiselliği ön plana çıkarır. Bununla birlikte, bizatihi bir ilişki kurmak, özel bir protokol türü belirlemek ya da sadece var olan bir protokol türü üzerinde uzlaşmak anlamına gelebilir. Farklı düzey ve bağlamların
protokollerini birbirine karıştırmak ise, bunu söylemek bile gereksiz, protokol belirleme hakkından feragat etmeyi gerektirir. Edebiyat alanındaysanız edebiyatın protokollerine, siyaset alanındaysanız siyasetin protokollerine icap etmeniz beklenir. Maksadınız bu protokolleri sorgulamak ise sorgulamanıza baz aldığınız söylemsel protokolleri ifşa etmeniz de düzeyler arası "diplomatik" nezaketin bir gereğidir. Protokol ("destur") hem söylemsel hem edebi hem de siyasal "bağ"lara girerken ihtiyaç duyulan şeylerdendir. İnsan aynı anda iki ayrı bağda birden üzüm yiyemez. Bu hiç bir beşerin beşer kalarak sahip olamayacağı bir lükstür.

Öyleyse "öze dönüş"le kastedilen dilin toplumsal tözüne dönüş müdür? Tözselliği, sıfat ve vasıflardan yola çıkarak belirleme yolundaki ilkesel tutumumuzu (sadece "ilkesel", "tözsel" değil!) bu noktada da sürdürebiliriz. İslamcılık, edebiyatın, dolayısıyla haiz olduğumuz dilin vasıflarını belirlememize yarayacak yegane dolayım ve muteber ("itibar gören") iletişim ortamı, iletişimsel uylaşım zemini olarak bugün bize yardımcı olabilir (Bu yargının gerekçeleri Arslanbenzer'in yazısında yeterince yer almaktadır). Bu, asla, "İslamcı edebiyat" denebilecek bir kafa karışıklığı ve ucubeyi savunmaya bizi götürmez elbette ya da götürmemelidir- gitmek isteyenler varsa şimdiden uğurlar olsun!

Ama burada, tekrar durup düşünmeden önce, son bir adım daha atmamız, en az yukarıda sıraladığımız sorular kadar önemli başka bir soruya da cevap aramamız gerekiyor. İslamcılık, haiz olduğu hangi vasıfla edebiyatta mümkün bir öze dönüşçü tavra yardımcı olabilir, onu bu yönde teşvik edebilir? Eğer, "öz", zaten mevcut, verili, hazır bir zatiyet olarak kavranacaksa, yani özün ne olduğu zaten bilinen bir şeyse (hemen vurgulayalım: "edebiyatla edebiyat itibariyle ilgilenmek", bir öz (substantia; essence) değil, sadece bir tavırdır) bu tartışma boşa yürütülüyor demektir. Fakat, diğer yandan, edebiyatla edebiyat itibariyle, edebiyatın itibarı için ilgilenilecekse, bu itibarı sadece İslamcılık içinde aramanın yanlışlığı da ortadadır. Öyleyse, üzerimizde, çifte vazife vardır: Bir yandan edebiyatta öze dönüş teşvik edilirken diğer yandan da öze dönüşçü çabalar için gerekli iletişimsel uylaşım zeminini teşkil eden İslamcılığın bu teşvike uygun yönlerinin sistematik bir tashihi, tavzihi ve tasrihi gereklidir.

__________________________
(*) Bu yazının yazılış gerekçesi, Huruç dergisinin ilk sayısında Hakan Arslanbenzer imzasıyla yayınlanan "Edebiyatta Öze Dönüş Mümkün mü?" başlıklı yazı ve o yazıda ileri sürülen fikirleri tartışma arzumuzdur. Arslanbenzer'in yazısında tartıştığı meseleler -önemlerine rağmen- nedense görmezden gelinmiştir. Türk edebiyatının ana meselelerini tartışmaktan imtina eden bir fikri vasatın hâlâ hakimiyetini sürdürdüğünü görmek, acı da olsa, hem Arslanbenzer'in yazısı karşısındaki sessizliği açıklayabilmektedir hem de edebiyatta öze dönüşün nasıl ve niçin zor ve sıkıntılı bir süreç olabileceğini göstermektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder